Mustafa BALABAN

AĞLA(T)MA DUVARI!

Mustafa BALABAN

Filistin yolcusuyuz. Eş-dost farklı tepkiler veriyor. Şahsımı düşünenler bir zarar ziyan gelir gitme, diyor; konuya şuur muvacehesinden bakanlar ise yolun açık olsun diye gıptayla bakıyor. Bu tepkiler, kendi iç dünyam, heyecan, kaygı, merak, mesuliyet…İşin belki zor belki de güzel tarafı grupta hiç tanıdığım yok. Özel bir üniversitenin özel bir grubu. Seyahat grubumuzda akademik unvanı olmayan tek ben varım. Üniversite öğrencilerini saymazsak; zaten onlarda bir elin parmaklarını geçmez. 

İstanbul’dan İsrail’e uçakla yolculuk başlıyor. Uçak korkum yok hatta keyif alıyorum. Gökyüzünde, bulutların arasında, yeryüzünden kopmuş bir halde… Ve inişimiz İsrail’in uluslararası Ben Gurion. Hava mutedil ama psikolojik hava anormal. Hem rehberlerin tembihleri hem bizim daha önce gelip gidenlerden öğrendiklerimiz. Zaten mevki ve mevzu İsrail. Fazla söze ne hacet.

Rehberler İstanbul’da ‘ Aman ha yabancı dil konuşmayın, İngilizce ne bildiğinizi belli etmeyin’ benim için tamam da, akademisyenler tepki verdi, ‘Bizler de mi?’ Soysal medya hesaplarınız temiz olsun. Yani İsrail aleyhine daha önce bir paylaşımız ne olmasın. Bu ve benzeri yönlendirmeler bizleri gerdi. Şirketin belki deneyimleri var, İsrail’i, İsrail’in güvenlik mantalitesini biliyorlar. Hani dil biliyorsanız, farklı ve riskli sorular sorabilirler, geciktirirler endişesi. 

Girişler başladı. Çok yavaş. Pasaport ne tamam, ekstra işler, yüz taraması, bekletmeler… Her şey bitti. Lakin yanlış anımsamıyorsam üç kişi özel kabinde, gelmediler…İşi ve işleyişi bilen şirket yetkilileri, akademisyenler devreye girdi. Bizler de akşam namazı kılacağız, abdest aldığınızı göstermeyin dediler, suç(lu) gibi, kaçak gibi abdestleri lavabolarda hızlı bir şekilde aldık. Ya namaz? Bir kısım arkadaşlar valizlerle paravan yapmışlar havaalanının bir köşesinde. Sırayla namazı eda ettik. Sonra işlemleri uzun süren yolcularımızda geldi. Ne oldu, ne sordular? Hiçbir şey. Psikolojik baskı. Belki seyahatte yaramazlık yapmayın(!) mesajı. Aynı durumlar İsrail’den ayrılırken de yapıldı. 

Otobüslerle konaklayacağımız yere gittik. Grubumuz gerçekten seçkin bir grup sadece ülkeyle bölgeyle ilgili bilgi sahibi değil bilinç sahibi. Program dolu dolu. 
İlk adres Kudüs. Lise yıllarımdan beri mazlumiyetiyle mahzun olduğumuz ülke. Bir garip duygular içindeyim. Adım adım gidiyoruz. Şaşırıyorum, yabancılık çekmiyorum, sanki daha önce gelmişim, o kadar aşinayım ki…Belki zihnimde yıllardır oluşan Kubbetu’s Sahra imgesi, belki kudsiyetin sevdası. Esasında bu aşinalık başka bir şey. Mescid-i Aksa’nın çevresinin surları, camilerin minareleri ve mimarisi. Sanki İstanbul, Bursa, Kayseri…İmza aynı Osmanlı mimarisi. Camileri, kümbetleri, şadırvanları…

Yaklaşık bir haftada gezilebilecek her yeri gezdik…Saraylar, hanlar, saat kuleleri, camileri, hamamlar, çeşmeler ve demir yolu. Kiliseler. En çok ilgimizi çeken Doğu Kudüs'te içinde Mescid-i Aksa'nın da bulunduğu Eski Şehir bölgesinde yer alan Kıyamet Kilisesi, Hristiyanlık inancına göre çarmıha gerilen Hazreti İsa'nın defnedildiği ve daha sonra dirilerek göğe yükseldiği alan olması dolayısıyla Hristiyan dünyasının en kutsal mekanlarından biri. Çok insan ziyaret ediyor, Hristiyanlar için kutsal. Bu mekanda bir manzaraya şahit oldum. (Ülkemizde bu tür manzara olsa ne düşünürüz.) Bir grup kadın yerde hafif oyuk ve çevrili bir alana eğiliyor ne yeri öpüyor, yüzünü sürüyor…Hz İsa’nın nuzül edeceği yer. Çok kilise var, isimlerini zikretmeye gerek yok.

Ağlama duvarı civarı. Girenler çıkanlar, kipalı ve peyotlu erkekler. İçimden geçiyor burası ağlama duvarı değil ağlatma duvarı. O günlerde de vardı, işgal, öldürme… Mescid-i Aksa’nın batı duvarının altında oyma çalışmaları devam ediyor…Cumartesi günüydü. Yahudiler için şabat günü. Yahudiler ferdi veya fevç fevç geliyorlar. Her yerde her yaştan erkekler. Yediden yetmişe Burak Duvarına geliyorlar. Düğüne gider gibi, bayram gibi, taziye gibi. Siyah renkli kıyafetler, peyot saçlar ve kipalı büyükler-küçükler. Tam da burada bir anektod paylaşayım. Fotoğraf çekmeyi seven bir akademisyen arkadaş. Bir baba ve yanında çocukları. Fotoğrafınızı çekeyim der, o kişi de ciddi bir meblağ para istiyor. Arkadaş şaşırıyor, tamam diyor. Fotoğrafı çekiyor, elini cebine atıyor, para verecektir, talep ettiği para cebinde yoktur var olanı verir, tartışırlar. Yahudi ve para. Uzatmaya gerek var mı?

Çarşılar. Bizlerin alışık olduğu tarihi şehirlerimizdekilerin benzeri. Yahudi dükkanlar cafcaflı, yüzlerce çeşit hediyelik kıyafet, aksesuar, takı, biblo, ikonlar…Ya Müslümanların dükkanları elinizle sayacağınız ürünler, gösterişsiz…Tabi nedenini öğreniyoruz. Müslüman esnaftan çok vergi alıyorlar adeta bırak git diyorlar. 
Caddeler, sokaklar… Mescid-i Aksa çevresi, Kudüs’ün ana caddeleri temizlik sıkıntı, dağınıklık, çöp yığınları…İsrail’in hakim olduğu yerler temiz, daha modern dükkanlar, caddeler. Esnaflar ve caddelerin durumu dikkate alınınca doğrudan işgalin yanı sıra yıldırmalar, ötekileştirmeler. Zaten gençleri Mescid-i Aksa civarına almıyorlar bile.

Bizler gibi gelenler polis kontrolünde kapılardan içeri giriyoruz. Birinde baktım erkek ve kadın polisler muhabbet ediyorlar, habersiz geçeyim dedi, hemen seslendiler, kontrol ettiler geçirdiler. Psikolojik baskı…

Ülkemizde bazı insanlar gitmeyin, harcamalar İsrail’e gidiyor, diyorlar. Orada gördüğümüz ve bazı Filistinli Müslümanların söylediği ise buraları boş bırakmayın, dünyanın her yerinden Yahudi Hristiyan geliyor, sizlerde gelin, bize moral oluyor, İsraillilere karşı psikolojik güç oluyor diyorlar.

Bizleri üzen manzaralardan biri İsrail’in güvenlik amaçlı yaptığı  Batı Şeria'daki Yeşil Hat üzerinde yer alan utanç duvarıdır. Düşünün yaşadığınız şehirde koskoca duvarlar var ve geçiş belli bir kesime kapalı, kontrollü, zor.

En hazin tablo ise el Halil’deki İbrahim camisi. Girişte güvenlik turnikeleri, X-Ray cihazları var. Cami meş’um olaydan sonra zaptedilmiş, üçte biri Müslümanlara bırakılmış. Bırakın minarede ezan okumayı, içeri de bile mütereddit halde ezan okundu. Neden mi? Yan tarafta Yahudiler huzur(!) içinde ayin yapsın diye. El Halil’e girerken bizlerin Türkiye’den geldiğini anlayan çocuklar selam, sevinç naraları…
Selahaddin Eyyubi’nin yaşadığı eve gitme fırsatımızda oldu. Heyecan doruktaydı. Kıyamet kilisesine yakın bir mevki. Üç katlı bir yer. Karşılama törensel. Müslüman aileler var. Üçüncü katta Kudüs Fatihi’nin evi…Yaşlı bir aile yaşıyor. Türk bayrağı dalgalanıyor. Nasıl mütebessimler, nasıl mükrimler? Bizlerin Mardin evlerine benziyor. Üçüncü kat teraslı, çiçeklerle tezyin. Her taraf kuşbakışı görülebiliyor.

Kubbetu’s Sahra, Mescid-i Aksa, camiler, sinagoglar, kiliseler.

Kudüs seyahatinden döndüğüm günlerdeydi. Dediler ki, Sabancı Kültür Merkezi’nde bir Filistinli gazeteci konferans verecek. Bir dostumla programa gittim. Gazeteci kürsüye çıktı. Mealen ilk cümleleri: “ Kayseri’ye geldim, hiç yabancılık çekmedim. Surlar, camiler, minareler….tarihi doku. Sanki Kudüs’teyim.” Ne diyeyim. Kudüs bizim neyimiz olur, diyenleri muhasebeye davet edelim.

Filistin: Kudüs…Mescid-i Aksa, Gazze. 

Ramazan ayı geliyor. Bizler iftarda sahurda neler yiyeceğiz, hangi mükellef sofralarda ağırlanacak/ağırlayacağız, hangi özel programlar yapacağız…Bayram’ı nerede nasıl geçireceğiz planları yapıyoruz.  Ya Filistinliler…Gazze halkı. Ölmeden, sakat kalmadan evimizi kaybetmeden nasıl yaşayacağız. Eşimizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı nasıl koruyacağız kaygılarıyla yaşıyorlar. İslam ülkeleri güçsüz, gayr-i islam ülkeleri sessiz…

O kadar yıl okutuldu, okutuluyor: İnsan hakları, Hümanizm, Kadın hakları, çocuk hakları, hayvanseverler, çevreciler. Evrensel İnsan Hakları bildirisi gibi belgeler. Sanırım bu örgütlerin ve öğretilerin hepsine ön ad olarak Müslümanlardan gayrı herkes, İslam memleketlerinden gayrı herkes yazılabilir. Doğu Türkistan, Filistin…Gazze. İnsanlar ölüyormuş, tarih yok oluyormuş, habitat zarar görüyormuş, ekolojik denge bozuluyormuş…Orası neresi? Var mı bir Müslüman. Önemli değil…

Yazık!

 Gazze’de insanlar, gayrısında insanlık ölüyor.
 

Yazarın Diğer Yazıları