Vedat ÖNAL

Mesele Uzay değil, uzun hikaye

Vedat ÖNAL

Bugünlerde uzaya çıkmayı tartışıyoruz. Her zaman ve her meselede olduğu gibi konu yine Atatürkçülüğe geldi dayandı. Mustafa Kemal’in hiçbir kaynakta, hiçbir kitapta geçmeyen ve manevi kızı Sabiha Gökçen’in de böyle bir sözü olmadığını söylemesine rağmen “İstikbal Göklerdedir” sözünü söyleyip söylemediği, uzaya çıkmaktan daha çok gündem oldu. Bu arada şunu belirtiyim o çıkılan uzay istasyonunun uzay falan olduğuna inanmıyorum. Nasıl uçaklar 10 bin fitte yani 30 bin metre civarında uçuyorlarsa, uzay istasyonu denilen büyük uçakta 450 bin km. mesafede dünyanın etrafında uçuyor sadece. Orasının uzay falan olmadığını kendileri de biliyor fakat tüm dünyayı birçok konuda olduğu gibi bu konuda da keleğe getirmek hoşlarına gidiyor. Çünkü bu tür konular bilimsel diye bir dokunulmaz alana girdiği için yani bir put haline getirildiği için asla sorgulanamıyor. Eğer bilimsel bakacaksak Van Allen kuşağının geçildiği ile ilgili hiçbir sağlam veri olmadığı halde ve bu kuşak geçilmeden uzaya ulaşılamayacağı bilindiği halde bu konulara hiç girilmeden dünya semasındaki uçuşlar uzay uçuşu olarak kabul edilip millet güzelce milyon dolarlarla kekleniyor. Yani dünyanın 450 bin kilometre üzerinde uçmak uzay uçuşu yapmak değildir. Fakat tamamen önemsiz bir şey olduğunu da söylemiyorum fakat meselenin özünde bir sahtekarlık olduğunu da ve bu işin ucunda çok büyük paralar döndüğünü bildikleri için bu sahtekarlığı, bu tiyatroyu oynamaya devam ediyorlar. Yani öyle bize anlatıldığı gibi uzay istasyonuna araç göndermek falan zor bir şey değil. Birçok ülke bunu yaptı.

Bu tür roketleri gönderemememizin veya göndermemize izin verilmemesinin hikayesi aslında cumhuriyet tarihinin derinliklerinde saklı. Bunu yapamama sebeplerimizi biraz irdelemek istiyorum. Yani bundan 100 yıl önce söylendiği iddia edilen İstikbal göklerdedir sözüne rağmen niçin bunu başaramadık. Bu konuda hatırı sayılır ülkelerden çok sonra “sözde uzaya” astronot veya araç gönderemedik. Bunun sebebi asla ve asla bizim beceriksiz veya bu işi ciddiye almadığımız anlamına gelmemelidir. Çünkü bu işlere bizim milletimiz birçok devletten çok daha önce başlamasına ve başarılı projeler yapılmasına rağmen bu projelerin hepsi daha sonra çöp oldu. 

Bu mesele aslında üzerinde çok kafa yormamız gereken bir mesele. Evet biliyorum yazı biraz uzun olacak ama bu yazının bu tür beyin fırtınaları yapacak arkadaşlara da ufuk açmasını istiyorum. Sadece benim fikirlerim mutlaktır demiyorum ama bir yerlerde bir yanlış var ve bu yanlış sloganlar üzerinden onlarca yıldır hatta 100 yıldır pervasızca devam ettiriliyor. 

Belki şu olsaydı bu sözünde bir önemi olmazdı. Doğal olarak havacılığın geliştiği 1930’lu yıllarda söylenmiş ve doğru olduğunu herkesin de kabul edebileceği bir söz olarak kabul edebilirdik. Fakat bu sözün söylendiği kabul edilen 1930’lu yıllardan sonra Türkiye’deki bütün havacılık faaliyetleri bitirilmiş, yok edilmiş, alaya alınmış ve 1930’lu yıllarda faaliyet yürüten bir tane havacılık firmamız bugün yaşamıyor. Niye acaba bunu sorgulamayacak mıyız. Sorgulayamıyoruz niçin sorgularsak bu Atatürkçülüğe aykırı. Niye arkadaş şu anda Nuri Demirağ’ın ND-38 uçakları devam ettirilseydi bugün Airbus ve Boing’le yarışan uçak sanayimiz olmayacak mıydı?

Olacaktı peki niye olmadı. Madem Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle dünyaca önemli bir sözü var niye yapılamadı. Evet mesele gelip bam teline takılıyor. Bu işler yapılamasın diye üretilmiş bir cümle zaten İstikbal Göklerdedir. Bu sözü söyleyerek engellendi insanımız, Nuri Demirağ’lar, Vecihi Hürkuş’lar, Devrim otomobilleri. 
Bir şeye direk karşı olduğunuzu söylerseniz bunun karşılığında tepki alacağınızı ve bu engellemeyi başaramayacağınızı bilirsiniz. Daha doğrusu bunu bilen emperyalist ve sömürgeciler bu işin kolay yolunu böyle buldular. Biz bütün yeniliklere açığız, Osmanlıda sanayi falan yoktu. Sanayi cumhuriyetle gelişti mavallarına yoksa nasıl inandırabilirsiniz. 

Tüm bu yalanlara inandırabilmenin yolu geçmişi mümkün olduğunca kötülemekti. Önce bu yapıldı ve bundan sonra bu işlerin önü nasıl kesilmesi gerekiyorsa o zemin bulundu ve kesildi. Belki şu akla gelebilir. Sende geçmişi kötülüyorsun o zaman ne farkın var denebilir. Ama aradaki fark şu ben geçmişte hiçbir şey yapılmadığını iddia etmiyorum. Evet bizim milletimiz çok çalışkandır ve her şeyi yapar. Biz maalesef okullarda, bizden adam olmaz hikayeleri ile yetiştik. Evet 70’li, 80’li hatta 90’lı yılların en önemli cümlesi bizden adam olmaz lafıydı. Kelli felli adamlar, akademisyenler, gazeteciler bu lafla sözlerine başlarlar ve yine bu sözlerle bitirirlerdi. 

Bu yüzden Uğur Mumcu’nun deyimiyle maalesef Atatürkçülük bu ülkede, Atatürk’ün İstikbal göklerdedir veya Hz. Ömer’in olduğu bilindiği halde hala her tarafta yazılmaya ve söylenmeye devam edilen Adalet mülkün temelidir sözü gibi kılıf olarak kullanıldı. Bütün darbelerde, son 15 Temmuz darbesindeki Yurtta Sulh konseyi söyleminde olduğu gibi Türk milletinin ilerlemesi ve yeniden bölgesel ve küresel güç olabilmesini engellemek için kullanılan bir aparat olmuştur. Bunu üzülerek söylüyorum keşke böyle olmasaydı da bugün dünyayla yarışan uçaklarımız, arabalarımız ve büyük teknoloji firmalarımız olsaydı. Olmazdı olamazdı çünkü Atatürkçülüğü Mustafa Kemal’in şahsından bağımsız olarak kurgulayanlar bütün bunları hesap ederek kurguladılar. Bugün geldiğimiz noktada, dünyaca bilinen Bayraktar SİHA’lar ve birçok savunma sanayi ürünü niçin son 5 yılda geliştirilebildi bir kafa yormayacak mıyız. Düşünmeyecek miyiz. Düşünmek zorundayız çünkü bu ikilemden bu aşağılık kompleksinden kurtulmanın yolu bizi cendereye sokan 1930’larda kurgulanıp Türkiye Cumhuriyetinin bürokratik sistemine bir şekilde yerleştirilen düşünce yapısından vazgeçmekle olabilir. 

Materyalist, seküler, pozitivist bir yaşam tarzını dayatan ve sadece bu düşünceler üzerine kurulu bir sistemle 21. Yüzyıl dünyasında bir yer edinmek, küresel ve bölgesel güç olabilmek mümkün değildir. Çünkü Atatürkçülük ideolojisini kuran ve geliştiren Moris Kohen ki iyi niyetli de olabilir fakat ben iyi niyetli olduğunu da düşünmüyorum. Bu düşünce sistemini kurgularken Türkiye devletini sadece küçük bir ulus devlet olarak kalması için kurgulamıştır. Bu yüzden de on yıllar boyunca bütün gönül coğrafyamız olan ne Türki cumhuriyetlerle, ne İslam dünyası ile tek bir bağımız olmamıştır. 1950’li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti devletinden tek bir vatandaşın Hac ve umre ziyareti yapmasına izin verilmemişti. Bunun sebebinin efendim işte döviz sorunu vardı mavallarını söyleyenlere, karşınızda aptal yok demek lazım. Madem döviz sıkıntısı vardı aynı uygulama batı ülkelerine niçin uygulanmadı. Bunun tek bir sebebi vardı. İslam dünyası ve Türk dünyası ile biz gönüllü olarak bağımızı kesmek için taahhütte bulunduk. Bunu da gerçekleştirdik. Fakat aşağıdan vatandaştan gelen infial o kadar fazlaydı ki bu selin önünde duramadılar ve serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bu birçok konuda da böyle oldu. Onlarca konuyu sayabilirim. Seçimlerde öyle oldu. 1950’ye kadar seçim yapılmamasının altında yatan sebep o güne kadar istenmesi ve başarılamaması falan değildi. Sistem tek adamlık üzerine kurulu olduğu için muhalefet asla istenmedi. Ancak 1945’den sonra iyi ki diyorum Rus tehdidi ortaya çıktı ve batıya mecburen yanaşmak ve serbest seçimler yapmak zorunda kaldık. Batılı efendilerimiz 1945’deki komediyi görüp fırçayı bastılar. Ya şu seçimleri yapacaksanız adam gibi yapın. Açık oy gizli tasnif ne demek. Böyle saçma sapan bir seçim olur mu dediler ve ilk defa yapılan normal seçimlerde sistemin pek de hoşlanmayacağı netice ortaya çıktı. Sistemin hoşlanmayacağı derken gene bürokratların tamamı klasik cumhuriyet kafasına sahipti fakat icra makamında Adnan Menderes, Tevfik İleri, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi bazı isimler bu klasik bürokrat tipinin dışında bir tutum sergilediler. Bu yüzden de belli konularda göreceli olarak ilerleme sağlandı. Bu yüzden de millet üç seçim boyunca ezici bir çoğunlukla Demokrat partiyi iktidara taşıdı. Ayrıca seçim işini de çok sevdi. Eskiden beri Türkiye’de seçimlere katılım dünyanın en yüksek oranlarındadır. Demokrasinin beşiği diye yutturulan Amerika’da seçimlere katılım hiçbir zaman yüzde 60’ları bulmaz. İnsanlar seçimlerle hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerini ister Demokrat Parti ister Cumhuriyetçiler gelsin sistemin aynen işlediğine öyle inanmışlardır ki sandığa gitme zahmetine asla katlanmazlar. Ama bizde 1950’li yıllardaki seçimler, hatta darbe dönemlerindeki seçimler bile müthiş bir katılımla yapılmıştır. Bunda milletin göreceli de olsa kendi istediği adamların iktidarda olmasını istemesinin önemi büyüktür. 

1960 darbesinden sonra milletin iradesini hiçe sayan birçok müdahale oldu. 1982 darbe referandumunda aynen 1945 seçimlerinin bir benzeri yaşandı. Öyle bir oy zarfı kullanıldı ki. Kimin ne oy attığı çok kolaylıkla zarfın dışından belli oluyordu. Fakat bu referandumun hemen ardından gelen ilk seçimde millet darbecilerin gösterdiğinin tam aksine yol verdi.  Turgut Özal yine şahsi ve tek başına bir kişilik olarak kendince 4 eğilimi biraraya getirdiğini söyleyerek iktidar oldu. Fakat yine tek başına ilerledi ve yanında kendi fikrini tam olarak destekleyen çok kimse hatta hiç kimse yoktu. Zaten o öldükten sonra da fikirleri de, partisi de tarihten silindi. Bu mücadelesi görece başarılı şekilde götüren Erbakan hoca ise büyük mücadeleler verdi fakat o da başarılı olamadı. Meşhur ağır sanayi hamlesi ile dalga geçildi. Hatta zamanın amiral gemisi olarak lanse edilen ve Türkiye’nin nabzını tuttuğu iddia edilen Hürriyet gazetesinde hocanın bütün fikirleri ve projeleri ile dalga geçen tam sayfa halinde bir karikatür yayınlandı. Amiyane tabirle Erbakan hocayla dalga geçip tiye aldılar. Adeta daha argo bir tabirle D……k geçtiler. Maalesef belki ağır bir tabir oldu fakat durum buydu. Türkiye’nin en büyük gazetesi, kamuoyunu yönlendirme gücü en büyük gazetesi belki de Türkiye Cumhuriyeti için hayati öneme sahip projelerle dalga geçebildi. Ve bu dalga geçme konusunda da hiç kimse çıkıp da ya siz kimsiniz ve ne yapmaya çalışıyorsunuz demedi. Ne devlet kademelerinden, ne siyasilerden, ne de askeri ve sivil bürokrasiden hiçkimse bu milletimizin beka meselesidir siz bunlarla nasıl dalga geçiyorsunuz demedi, diyemedi. Çünkü o yıllarda Türkiye’nin gündemini belirleyen bu medya kuruluşlarına karşı herhangi bir karşı çıkışta bulunduğunuz takdirde kendinizi hedef tahtasında görebilirdiniz. Nitekim kamuoyu birçok lüzumsuz magazin meselesi ile meşgul edilirken daha sonra ortaya çıktı ki, bu arada bankaların içleri boşaltılıyormuş. Batan bankaların ağır faturasını daha sonra millet olarak daha doğrusu gariban millet olarak bizler ödedik. 

Erbakan hocanın ağır sanayi hamlesi ve milli görüş fikri ile dalga geçilmesi basit bir mesele değildi tabii. Erbakan hoca siyasi ve fikri tercihlerinden dolayı da suçlandı. Kendisi irticacı, şeriatçı damgasını yedikten sonra bu damga da ilginçtir bu damgayı yediğiniz anda o yıllarda asla sizi iflah ettirmezler hatta önünüze öyle taşlar koyarlardı ki siz özel sektörde bile iş bulamazdınız. Zaten başörtüsü yasağı tüm ceberrutluğu ile insafsız, vicdansız ve izansız bir şekilde uygulanıyordu. Bugün geldiğimiz noktayla kıyaslamıyoruz çünkü o günleri maalesef unuttuk. Nasıl bir kutuplaşma içindeydi millet anlatılmaz yaşanırdı. Fakat kutuplaşmanın bugün ki kadar acı bir şekilde hissedilmemesinin bir sebebi muhafazakar ve başörtüsü için mücadele veren insanlar bugün olduğu gibi kutuplaştık, toplumumuz şöyle böyle oldu diye çığırtkanlık yapamıyorlar veya yapmıyorlardı. Bugün içkisinden, dekolte kıyafetinden taviz vermeyen milyonlar yaşam tarzım tehlikede diye feryat ediyor. İki olayı düşündüğümüzde iki olayın birinin nasıl bir gerçek diğerinin de nasıl bir abartı ürünü olduğunu görebiliyoruz değil mi. Tabii vicdanı olan görebilir. Bunu da belirtelim vicdanı olmayan bu iki olayı mukayese dahi edemez. Anlayamaz. Bu yüzden de yaşam tarzını tehlikede görmeye devam eder durur. 

Evet bu uzun yaklaşık 60 veya 70 yıllık serencamdan sonra, Alper Gezeravcı’nın uzay yolculuğu çok önemli ve manidardır. Başta belirttiğim gibi çıktığı yerin uzay falan olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu yapılan işin çok önemli ve anlamlı olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir de 55 milyon dolar falan harcanmış bunu diline dolayıp yahu bu parayı emeklilere dağıtsaydınız diye kendince abukluk yapan tipleri de millet olarak lütfen ciddiye almayalım. Aynen Erbakan hocayla dalga geçtikleri gibi milletle dalga geçiyor bu kendini akıllı zanneden zır cahiller. Ondan sonra da İstikbal göklerdedir sözünü papağan gibi tekrar ediyorlar. Yav arkadaş bu sözü tekrar edip duruyorsun adama sorarlar onlarca yıldır ne yaptın. Tabii bu söz üzerine, Ankara Üniversitesi Uzay Bilimleri fakültesinden bir profesörün daha on yıl önce yaptığı icraat geldi gözümün önüne. Okulun kapısında elinde fotoğraf makinesi başörtülü öğrencilerin fotoğrafını çekiyordu. Eee doğan olarak böyle bir akademisyenle uzaya çıkmak mümkün olmazdı. Ve nitekim de olmadı. Bu basit bir örnek gibi gelebilir ama basit değil çok önemli bir zihniyeti ortaya koyması bakımından çok önemli. Bir şahıs asıl işi dışında insanların kıyık kıyafetine odaklanıp ve bunu da ideolojik bir kılıf ve bağnazlıkla yaparsa asıl yapması gereken işi yapamaz.

İnşallah son 80 yıllık yaşananlardan ders alırız. Çok daha önce o istasyona adam göndermemiz gerekiyordu. Çok geç kaldık. Her konuda olduğu gibi nükleer konusunda, teknoloji ve şu an en başarılı olduğumuz savunma sanayi konusunda da çok geç kaldık. Bu geç kalmışlığı telafi etmenin yolu artık bu ideolojik slogan takıntısını bırakmaktır. Klasik Atatürkçülük söylemleri ile bir yere varamayız. Bürokrasideki yapılanmamızı da 30’lu yıllarda dünyada hüküm süren tek adamlık sistemine göre kurgulanan devlet aygıtının yapılanması ile sürdürmek artık mümkün değil. Buradan hemen Atatürk karşıtlığı çıkarmanın bir anlamı yok. Bakın dünyayı kendimize güldürdüğümüz daha yeni yaşadığımız Süper Kupa finalinde yaşadık. İspanyol takımları, İtalyan takımları Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da çıktılar takır takır oynadılar. Paralarını alıp ülkelerine döndüler. Bizim takımlarımız gitti Atatürkçülük mesajı vereceğiz diye tüm dünyaya kendimizi güldürdük ve hamasi nutuklar boş boş sözlerle geri döndük. Daha ne kadar bu saçmalıklara tahammül edeceğiz. 

Filistin meselesinde bile, bizim ne işimiz var Filistin’de deniyor. Yani bakın aynı mantık ortaya çıkıyor. 1930’lu yıllarda bir şekilde insanlarımızı Hacca gitmekten alıkoyan zihniyetin bir benzeri söylem. Arkadaş manyak mısınız, kafayı mı yediniz. Kim diyor biz oraları bıraktık. Ne işimiz var oralarda. Gazze topraklarında, Kudüs’te yaşayanların 500 binden fazlası Türk kökenli. Gerek o bölgeye Osmanlının yerleştirdikleri gerekse o bölgede görev yapan Osmanlı askerlerinin bıraktığı torunları. Bunu anlamayacak kadar düşünemeyecek kadar bilgi ve anlayış yoksunluğu nasıl olabilir. 

Bakın hepsi birbiriyle bağlantılı. Bir de tabii son 20 yıldaki müthiş zenginliğe ulaşınca kendini kaybeden sonradan görme muhafazakarlar var. Müslüman her şeyin iyisine layık putuna tapan ne yaptığını bilmeyen, parayı görünce kendinden geçen zayıf tipler. Evet insanlar bu sonradan görme tipleri görünce de ister istemez Müslüman şahsiyetinden soğuyor deniyor. Fakat meşhur bir sözdür. Kimse zenginlerin cimriliklerinden ve kendini beğenmiş tavırlarından dolayı paradan nefret etmiyor. Ama bir kısım Müslümanların sonradan görmeliklerinden dolayı İslam’dan uzaklaştığını söylüyor. Ah şeytan ah herkese nasıl yaklaşacağını nasıl da biliyor. Halbuki sonradan görmelerin yaptığı kendilerini ilgilendirir onlara bakıp İslam’ı öyle görmek saçmalığı nereden çıkıyor. 

Kısaca bizim ülkemizdeki bir uzay yolculuğu öyle basit bir uzay yolculuğu değil. Çok derin anlamları olan bir olay bence. Bir uzay yolculuğundan bu kadar fazla anlam çıkar mı derseniz mesele Türkiye olunca bu kadarı bile az daha neler neler de çıkar ama daha fazla uzatmaya gerek yok. Bu kadar saçma çatışma alanları başka bir ülkede olsa o ülke inanın bir dakika ayakta kalamaz. Fakat Türk milleti öyle bir millet ki, hem vicdanı ile, hem karakteri ile bir şekilde zorlukların ve sıkıntıların üstesinden geliyor. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Bugün de tarih önümüze altın tepside bir fırsat sundu. Belki kısa vadede çok iyimser olmaz zor ama doğru tercihler yapar ve kendimizi şu hamaset ve boş slogan edebiyatından kurtarabilirsek önümüz açık. 
Fakat bir diğer hayati nokta, inancımız ve itikadımıza , ehli sünnete bağlılığımızdan asla taviz vermeyerek bunu yapabiliriz. Batının düşünce ve hegemonyasından kurtuldukça bunu yaptığımız ortaya çıktı. Artık cumhuriyetin kurucu ideolojisi diyerek batının kuyruğunda piyon olma aşağılık kompleksinden kurtulmamız gerekiyor. Özellikle, eğitimde, kültürde ve sanatta kendi medeniyetimizden ilham alan işler yapmamız gerekiyor. Bu alanlar en sıkıntılı alanlar bu alanlarda maalesef kendi medeniyetimizin adamlarını yetiştiremedik. Batının kuklaları buralarda hüküm sürüyor. Batılı değerler dışında cumhuriyet değeri olmadığını söyleyen, iddia eden ve bunu millete de dayatanlardan ne entellektüel, ne sanatçı, ne münevver, ne de bilim adamı falan olmaz. Özgün bir şey de çıkmaz bu şahıslardan. Nitekim çıkmıyor. Bu yüzden uzay yolculuğu önemli. Sadece uzay istasyonuna çıkıp orada poz vermekten ibaret değil elbette. Tıpkı nükleer santrali Rusların yaptığı gibi. Ama belki 20 yıl sonra diğer nükleer santralimizi kendimiz yapacağız. Tıpkı bir zamanlar Hamidiye Hicaz Demiryolu inşa edilirken cennet mekan II. Abdulhamit’in 300’den fazla mühendisi Alman mühendislerin yanında yetiştirmesi ve daha sonra Medain-i Salih’den Medine’ye kadar olan 450 km. lik mesafeyi tamamen Türk mühendislerin yapması gibi. O yüzden hiçbir adım küçük değildir. Yeter ki bir şekilde kesintiye uğratılmasın. 

Ama söylediğim gibi sadece teknik alanda ilerlemek yetmez. Kendi ruh köklerinizden, tarihinizden ilham almaz ve eğitim, kültür ve sanat zihniyetiniz kendi kültür ve medeniyetiniz olmazsa kaybetmeye mahkumsunuz demektir. Şu anda Türkiye bu cendereyi kırmaya çalışıyor. Birçok defa yaşadığı gibi, birçok projede yaşandığı gibi, başarılı olup olamayacağı bu tür basit meselelerde birliktelik sağlayıp bunları yapanlara sahip çıkıp çıkmamamıza göre belli olacak. Bu mesele ile ilgili daha çok şey yazılıp çizilebilir, konuşulabilir. Bütün bu projeleri niçin başaramadığımız konusunda daha çok kafa yormamız ve karanlıkta hiçbir meselenin kalmaması lazım. 

Unutmayalım Nuri Demirağ’dan, Vecihi Hürkuş, Şakir Zümre’den, Necmettin Erbakan’a, elim bir şekilde sabotajla öldürülen Nuri Killigil Paşa’ya, Bandırma Füze Kulübü’ne ve Devrim otomobillerinin destansı hikayesine ve daha sayamayacağım onlarca sekteye uğrayan projeyi yapanlarda bu projelere bir şekilde bir sebebini beyan ederek itiraz edenlerde vatan millet edebiyatı yapıyorlar ve vatanlarını sevdiklerini söylüyorlardı. Fakat işin sonunda birilerinin önünün kesilmesine vesile olan insanların nasıl olup da vatanını milletini seven insanlar olarak kabul edilip hiçbir hesap vermeden toplum içinde hayatlarını devam ettirmeleri de bize özgün bir durumdur herhalde. Ama çatışmayalım, karşı karşıya gelmeyelim diye diye asıl çalışan, üreten insanların önüne taş koyan insanlar bu ülkede el üstünde tutuldu ve tutulmaya da devam ediyor. Evet bu ülkenin kaderini belki de bu hesaplaşma belirleyecek çünkü en küçük bir kafasını kaldırıp güçlenme belirtisinde aynı küçük düşünen ve küçük olsun bizim olsun zihniyeti ile hareket edenlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Kısaca namuslular namussuzlar kadar cesur olmadığı sürece aynı şeyleri görmeye devam edeceğiz. Vesselam.

Yazarın Diğer Yazıları