Selma Kara

Sansür mü otosansür mü?

Selma Kara

24 Temmuz Basın Bayramı’nın ve dolayısıyla basında sansürün kaldırılışının 102’nci yılına ulaştık. Bayramımız (!) kutlu olsun.
Kayseri Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Veli Altınkaya, konuyla ilgili yazılı açıklamasında, “Bayram kutlayacak halimiz kalmadı.” dedi. Bayram kutlayacak halimiz kalmasa da, kutlu olsun.
‘Sansür’ kelime anlamı olarak; basın, yayın ve haberleşme ile sinema ve kitap yapıtlarının hükümetçe önceden denetlenmesi ya da kısıtlanması işini tanımlıyor. Bu tanımlamaya göre sansürde kısıtlama işini yapan bir otorite söz konusu.
Bir de ‘otosansür’ var. Akademisyenler tarafından çok kısaca gazetecinin vicdanı ile baş başa kalması olarak tanımlanıyor. Buna göre, herhangi bir haberi yayınlayıp yayınlamama ya da nasıl yayınlayacağı konusunda kararsız kalan gazeteci vicdanen sorgulama içine giriyor ve bu sorgulamanın sonucunda haberin akıbetine karar veriyor.
‘Otosansür’ tanımı öyle açıklanmış ki; sanki tek yargıç gazetecinin birey olarak vicdanı ve herhangi bir otorite baskı unsuru olarak ortaya çıkmıyor. Sansürde ise tek baskın alet otorite. Peki, mantıken bu mümkün mü ve ‘otosansür’, ‘sansür’den farklı bir şey olabilir mi?
Bana göre hayır. İkisi de sansür ve ikisinde de otorite baskısı var. Çünkü otosansüre neden olan ‘özdenetim’ (kurumsal anlamda özdenetim değil) kelimesinin anlamına baktığımızda, psikolojik bir olay karşımıza çıkar ki; buna göre birey toplumsal düzene ayak uydurmak için psikolojisini düzenlemek durumunda kalır. Yani otorite yine dışarıdadır.
Kaldı ki, vicdan da aslında sadece bireyin kendisi ya da içiyle alakalı bir olgu ya da durum değildir. Siz sanıyor musunuz ki, kendi düşüncelerinizle hareket ediyor, kendi vicdanınızla değerlerinizi oluşturuyor, daha ötesi kendi değerlerinizle eylemde bulunuyorsunuz…
Felsefenin ilkçağdan bu yana temel sorunu; ‘Kendini Bil’ ya da ‘Kendini Tanı’. Delphi Tapınağı’nın girişinde yazılı olan söz, çağlar öncesinden beri bize sesleniyor. Felsefenin atalarından sayılan Sokrates’in çağlardır arayışında olduğu söz de aynı söz.
Bu arayışı anlamak için ‘kendi nedir?’ sorusuna uğramak lazım önce. Kendi dediğimiz, üzerinde çok da düşünmeden anladığımız üzere tek başına bireye ait olan mı yoksa o bireyin üzerine doğduğu andan itibaren konulan değer yargıları, düşünceler, inançlar ve aklınıza daha ne geliyorsa onlar mı? Bir yanıyla psikolojik, bir yanıyla sosyolojik olarak tanımladığımız ve adına ‘insan’ dediğimiz varlık, Ahmet, Ali, Ayşe olarak kendisi olabilir mi? Yoksa ailesinden itibaren toplumun kendine yaşattıklarının, toplumun, toplumun tarihinden itibaren var olan değer yargılarının, inançlarının, insan denen varlığın sınırlarından dolayı taşıdıkları ya da taşımadıklarının oluşturduğu, imbikten süzülmüş bir varlık mıdır?
Sokrates’ten başlayan bu arayışta anladığımız manada salt ‘kendi’ne ulaşan görülmedi. Kendi dediğimizin ‘salt kendi’den ibaret olmadığı anlaşılalı da çok oldu. O imbikten süzülen şeyin ‘salt kendi’ olup olmadığı şimdi asıl soru.
‘Kendi’ konusu kapsamında ‘sansür’ ve ‘otosansür’ konusuna dönecek olursak: ben gazeteci olarak, bir otorite baskısı yani sansür olmasa da, var olan koşullarda ‘otosansür’ dediğim denetleme mekanizmasını kendime uyguluyor isem, ki uyguluyorum, buradaki otorite ‘kendi’mle alakalı olarak vicdanım olamaz bu durumda.
Zaten ‘vicdan’ dediğimiz de, göğüs kafesimizin altında pür-i pak kendi halinde parlayan ama üstü örtülü, arada bir ortaya çıkan bir avize falan değildir. Vicdan değişir, gelişir. Bildiklerimize, öğrendiklerimize, yaşadıklarımıza göre vicdanımız şekillenir. Şekillenen bir şey başlangıcından sonuna kadar aynı değildir. İnsan, bedenen hayatta kalmaya odaklı bir varlık ise bir yandan, vicdan çıkarlarına, faydasına, kendi varlığını koruma içgüdüsüne göre de o hayal ettiğimiz yerden çıkar ya da içine döner. Vicdan da kendimiz gibi kendine özdeş değildir. Her ikisi de dışarıdan otoriteler tarafından baskı ya da denetleme altındadır.
O halde ‘otosansür’ tanımındaki, ‘gazetecilerin vicdanı’ olduğuna dair süslü tanım kocaman bir yalandan ibarettir.
Gazeteci olarak, ayakta kalma ve var olma (hadi buna gazetecilik mesleğinin içinde var olmaya devam etme diyelim mesleki olarak) isteğim olduğuna göre, önce içinde yaşadığım ülkenin sonra çalıştığım kurumun sonra da sırasıyla daha küçük toplulukların baskısı altında isem ‘otosansür’ dediğim de basbayağı dış otoritelerin baskısından doğar. Bu, asla bir vicdan işi olamaz.
Bu ayrımı yapmamızın ne önemi var sorusuna gelecek olursak? Otosansür, sanki bir yönetim otoritesi yokmuş gibi vicdanla bağlantılı olarak öyle süslü cümlelerle tanımlanıyor ki, gazeteciler karar verici mekanizma olarak sunuluyor. Bütün bu şartlar altında gazeteciler karar verici mekanizma değildir, olamaz.
Gazeteci olarak, içinde bulunduğum koşullarda, soru sorarken on kere düşünüp sormuyor, soruyor isem de ne şiş yansın ne kebap haliyle net ifadelerde bulunamıyor, beş yıl önce sosyal medyadan yaptığım paylaşımlara hayretle bakıp ‘acaba bunları hangi kafayla yazmışım, deliydim herhalde.’ diyor, haberi yazarken aynı şiş kebap ikileminden çıkamayıp haberi kuşa çeviriyor isem bu tariflendiği gibi vicdanla alakalı bir durum olamaz. Bu, basbayağı bir sansürdür, sansürün dik alâsıdır. Bu haliyle 100 değil 500 yıl geçse de sansür kaldırılamaz ve bunun bayramı olamaz.
Bütün bunların çözümü de o bahsi edilen otoritelerde aranmamalıdır. Çünkü otorite doğası gereği böyle bir şeydir. Doğası gereği baskı yapan otoriteden, ‘sansürün kaldırılmasını’ beklemek de absürtlüğün zirvesidir. Bunun tek çözümü tüm bu kelimeler, tanımlar ve kavramlar üzerine felsefe yapmak, hepsinin bağrını deşmekten ardından da toplumsal sözleşme masasına oturmaktan geçer. Ancak toplumsal sözleşme ve öncesi için belli bir olgunluk seviyesine erişmiş düşünen bireyler gereklidir. İçi enformasyon dolu ama düşünmediğimiz hayatımızda gerçek anlamda düşünen bireyleri ne bulmak ne de bir araya getirmek mümkün olmadığı için de söz konusu toplum sözleşmesi de basbayağı bir ütopya olarak kalacaktır.
Öte yandan; insanın bir yönü de, kendini kandırabilmesi kapasitesidir. İyi ki öyledir. Kendimizi kandıracak isek -hayatta kalmak için bu şarttır- bayramımız kutlu olsun…
 
 
 
 

Yazarın Diğer Yazıları