Mustafa URHAN

Anna Öldü

Mustafa URHAN

Onu son zamanlarda daha dalgın ve düşünceli görüyordum. Gaiplerden gelen bir sese kulak vermiş gibi duruyor, etrafında olup biten hiçbir şeye aldırmıyordu. Böyle hallerine aslında alışmıştım. Ancak karşılaştığım bu hallerini bir türlü anlamlandıramıyordum. Böyle zamanlarda kesik kesik konuşur, yüzüme bile bakmadan elleriyle havada garip garip şekiller çizer, yürürdü. Bazen kendi kendine konuştuğuna, bir şeylere sinirlendiğine hatta hıçkırıklara benzer kahkahalar attığına da şahit olurdum. Sanki yanında onlarca kişiyle dolaşırdı. Her birini ayrı ayrı sevmiş, misafir edip ağırlamış, hepsiyle ayrı ayrı dostluklar kurmuştu. Gecenin bir saatinde konağın merdivenlerinden defalarca inip çıktığını, söylenenin kimse tarafından duyulmasını istemeyen biri gibi işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptığını gizliden gizliye izlemiştim. Pencerelerini defalarca sertçe açıp kapattığını, hiç kimsenin olmadığı odasında sanki birileri varmış gibi onlara avazı çıktığı kadar bağırdığını gördüğümde bir deliyle yaşadığıma hükmetmiştim. Yazdığı zamanlarda yazı masasının etrafında defalarca döndüğünü, kağıtları etrafa fırlattığını, “Yeter artık.” diye bağırdığını da görmüştüm. Ancak diyorum ya bunlar bana artık normal görünmeye başlamıştı. Yine de gece odama çekildiğim zamanlarda “ Allah’ım ona dayanma gücü ver. Bu yükün altından nasıl kalkacağını bilmiyor. Yol göster ona.” diye onun için dua etmeyi de ihmal etmiyordum.

Onlarca hayali kişiyle geziyor olmasına rağmen yalnızdı. Sanki herkesin kaderini yaşamaya mahkûm edilmiş, hepsinin hayatını ayrı ayrı yaşıyor gibiydi. Yalnızlığın bu türüne rastlamamış olabilirsiniz. Gerçi ben de rastlamadım ama galiba onu anlayabiliyordum. Niye bunları anlatıyorum ki aslında onun hallerini hepiniz zaten biliyorsunuz. Benimki olup biteni nakletmekten başka bir şey değil.

Son hafta hep rastladığım hallerinden biraz daha farklı bir hali vardı. Onu üzüntünün içine kapanmış, dünyanın bütün acılarını çeken bir vaziyette hiç görmemiştim. Kimseyi yanına yaklaştırmıyor, hep bir şeyler mırıldanıyor, eline dizine vurup “ keşke keşke” deyip inliyordu. Ne düşünüyor, ne hissediyor, ne yaşıyordu acaba? 

Az sonra beni çağırdı. Birkaç dilim kek, yanına da su istedi. Kekin ucundan bir parça koparıp onu elinde uzunca tuttuktan sonra tabağa bıraktı. Suyu içmedi. Elleriyle sanki birini sıkıca tutuyordu. Gözleri, çaresiz bir adamın yalvaran bakışlarına dönmüştü. Bu dünyanın içinde değildi. “Gitme.” diye avaz avaz bağırıp dışarı fırladı. Geldiğinde akşam olmuştu. Suskun ve uzun bir yolculuktan dönmüş, yorganı üstüne çekip günlerce uyumak ister gibi yorgundu. Ancak yüzünde her şeyi içinde bitirmiş bir adamın dinginliğini de gördüm. Birden her zaman çalıştığı odasının kapısını açtı.

Umutsuz bir adamın son vedası gibi bana seslendi.

“ Sizi çağırıncaya kadar içeri girmeyin. Ben birkaç zaman burada kalacağım. Kalemim ve defterimden başka yanıma hiçbir şey vermeyin. Zira dostları birbirinden ayırmamak lazım.” dedi.

Kapısını bile tıklatmadan yemeğini ve suyunu  günlerce odasının önüne koydum. Nerdeyse üç gün geçmesine rağmen yemeğine ve suyuna dokunmamış olması beni epeyce endişelendirdi. Çağırıncaya kadar içeri girmeyin emri beni durduruyor, çaresiz bırakıyordu. Fakat onun için endişem katlanacak noktayı aşınca sevenlerini, dostlarını, nihayet karısını ve çocuklarını çağırdım. Durumu size anlattığım gibi onlara da anlattım. İçimizden cesareti olan biri kapıyı tıklattı. İçeriden bir ses gelmeyince endişemiz bir kat daha arttı. Kapıyı açmaya çalıştık. Kapı kilitliydi. İçeridekinin durumu bizi korkuttuğu için hepimiz hareketlendik. Birkaç omuz darbesiyle kilidi kırdık. Ahşap kapı, içimizi yakan bir gıcırtıyla açıldı. İçerdeydi. Nefes alıp veriyor ayrıca hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yerde cenin pozisyonunda yatıyor, anlayamadığımız bir şeyler mırıldanıyordu. Hepimiz etrafında halka olmuştuk. Yanına yaklaşmaya  cesaret edemiyorduk ama  ne söylediğine de dikkat kesilmiştik. Nerdeyse en mahremi ben olduğum için kulağımı onun ağzına yaklaştırınca duydum ne söylediğini. “ Anna öldü, Anna öldü.” diyordu hıçkıra hıçkıra. Yazdığı eseri bitirmiş, esas kahramanını romanın sonunda öldürmüştü. Anna’yı ne kadar sevmiş, ona ne kadar da bağlanmıştı.

Ben, yazdığı eserin kahramanının bütün acısını yaşayan, bütün günahlarını kendi günahı sayan bu adamın hizmetkârıydım.
 

Yorumlar 5
Nimet G 15 Mart 2023 21:54

Her zamanki gibi EF SA NE !

Nimet G 15 Mart 2023 21:52

Her zamanki gibi EF SA NE !

Sima Nur 15 Mart 2023 15:26

Yazılarınızı istemsiz sizin sesinizle okuyorum öğretmenim ????✓

Hiç (Reis de derler) 15 Mart 2023 13:49

Herkesin bir Anna’sı vardır, vaktiyle ölen…Ağlamak istiyorum.

hatice 15 Mart 2023 13:42

var olmadıkları halde gerçekliklerine bizi ikna ettiklerine göre hayali karakterler bizden daha güçlü olmalı. kaleminize sağlık.

Yazarın Diğer Yazıları