Yeni dönemde: 'Okur musun'

Kayseri'de hizmet veren İyilik Temelli Yaşam Merkezi platformu kapsamında faaliyet gösteren ' Okur musun' ekibi geçtiğimiz Cuma günü yeni dönemi farklı ve faal bir biçimde başlattı. Bir ay öncesinden takipçilerine ve müdavimlerine ulusal bir gazete de yazan Serdar Demirel'i misafir edeceklerini ilan etti. Yazarı tanıma ve tanıtma amaçlı, 'DİN ALGIMIZ' Farklı Perspektiflerden Düşülmüş Notlar' isimli kitabı kitap okuma grubu bünyesinde değerlendirildi.

       Serdar Demirel dolu-dolu ve doya doya planlanmış bir program çerçevesinde Kayseri’de iki gün geçirdi. Cumartesi günü sabah havaalanından alınan yazar, özel bir kahvaltının ardından Germir gezisiyle programa başladı. Seyyid Burhanettin mevkiinde  bir çay molası verildi. Kayseri içindeki tarihi cami-medrese ve çarşılar gezildi. Sonra Kayseri fuar alanındaki Kitap fuarına gidildi. Ardından “okur musun grubuyla” akşam yemeğinde bir araya gelindi. Sohbetin içeriği tanışma ve aktüel konulardı.

            Yazar Serdar Demirel cumartesi akşamı Hunat Hatun Kültür ve Sanat Merkezi’nde, “İslam ve Modernizm” konulu bir seminer verdi.

            Pazar günü Talas gezisi yapıldı. Saat 15: 00 - 17: 00 sularında İlim Hikmet Vakfı’nda bir sohbet toplantısı yapıldı. Hunat Hatun’da yapılan seminerdeki soruların devamı ve cevabı niteliğinde bir buluşmaydı bu. Bilginin islamileştirilmesinin gerekliliği ve yöntemini somut örneklerle açıkladı.

“ MÜTEVAZİ VE MÜNEVVER BİR YAZAR”

Okur musun ekibi, sadece kendi bireysel kültürlerini artırmıyor. Kendilerini takip edenlerinde bilgi ve bilinçlerini artırmak için çaba sarf ediyorlar:  Hunat kültür merkezindeki aylık seminerler, Birr isimli dergi çalışmaları, yazar davetleri…

Misafir yazar Serdar Demirel Kayseri’ye ilk defa gelmiş. Kayseri’yi sevdi. Tarihle iç-içe bir şehir olduğunu belirtti. Ama çok katlı binaların bizim referanslarımıza ve ruhumuza uygun olmadığının altını çizdi.

Misafir yazar doğru seçilmiş bir konuktu. Türkiye’yi, İslam ülkelerini tanıyan ve kendi referanslarımızla buluşmamız için önerilerde bulunan, batıyı/modern değerleri tanıyan, modern-izm toptan red – ya da kabul yerine kendi kodlarımız/sabitelerimiz çerçevesinde al(gıla)mamızın yollarını gösteren bir zihin haritasına sahipti. Akademik unvanı ya da serüveniyle övünmeyen, bu birikimi ümmetin dirilişi için dillendiren bir kişiliği vardı. Kendi arkadaşlarından birinin tabiri ile, akademisyen değil, ona münevver deyin ifadesi isabetli bir tanımlamaydı. 

SERDAR DEMİREL’İ TANIYALIM

            1969 yılında Iğdır’da doğdu. 1995 Yılında Uluslararası İslam Üniversitesi islamabad/ Pakistan Usuluddin Fakültesini bitirdi. 1999 yılında aynı üniversitenin Tefsir ve Hadis bölümünde masterını yapt. 2005 yılında Malezya Uluslararası İslam üniversitesi Kur’an ve Hadis bölümünde doktorasını tamamladı.

Halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

            Ayrıca Umran, Özgün irade ve Rıhle dergilerinde makaleler yazdı. 2005 yılından beri ulusal bir gazetede  haftada iki gün köşe yazıları çıkmaktadır. Uluslararası bilimsel dergilerde makaleleri yayımlanmaktadır. “Şia ve Ehl-i Sünnet arasında karşılaştırmalı Hadis ilimleri “ kitabı Arapça olarak yayımlandı. İngilizce ve Arapça bilmektedir.

“İSLAM VE MODERNİZM”

            Yazarımız Hunat Hatun Kültür ve Sanat merkezinde, seminere başlamadan bir monolog yaparak: “Okur musun? Diye kendi kendine sordu. “Evet okurum diye yanıtlayarak sunumuna başladı.

            İki anekdotla başladı. Birinci anekdot kendi şahsi seyahati ve tecrübesiydi. 1990 yılında karayoluyla İran’a vardığında ülkenin şartlarını görüp Türkiye ile kıyaslayınca, İran bizden 20 yıl geri dedim, dedi. İran’dan Pakistan’a geçip, yollar ve yol şartları, uzun uzun çadır kentler gibi yerleri görünce yazarımız bunun özel bir durum, ya da muvakkat bir manzara olduğunu düşünür. Sonra bu durumun muvakkat değil, mukim bir vaziyet olduğunu görünce Pakistan 100 yıl geri der. Bu da yetmez burada seyahat trenle devam edecektir. Tren istasyona girerken yavaşladığında, kadınlar çantalarını, erkekler sarıklarını tren’e fırlatır. Ne oluyor? Bu ne demek derken. Tren durduğunda herkesin çantasının, sarığının yerine oturmasıyla meseleyi anlar. Bu bir yer kapmadır. Ama kendi ancak lavabo  kısmında bir yer bulabilmiştir. Yaşadıklarına hayret eder…ne yazık ki hayreti bitmemiştir. Susamış su aramış trende – restaurant kısmında su bulamamıştır. Bir istasyonda mola verildiğinde yine su bulamaz, içilemeyecek bir su gösterilir sonra. Ya başka içecek yok mudur der, bir büfe türü yerin sahibine. Satıcı bir buzlu-dolabın içinden coca cola çıkarır. Şimdi ne yapacaktır. İçmeli mi, içmemeli mi? İşte kapitalizm, modernizm bu der. Kola ta oraya kadar, suyun olmadığı yere kadar ulaşmıştır, der.

Yazarımızın paylaştığı ikinci anekdota gelince : İngiltere vatandaşı olan, BBC’ye belgeseller çeken bir sosyolog olan Ziyaüddin Serdar’ın yaşadıklarıdır. BBC’den bir teklif gelir. Teknolojinin hiç girmediği bir topluluk bul, denilir. Sosyolog Malezya’nın ormanlık bir yerinde bir kabile bulur. Araştırma şirketi kabile reisiyle görüşmeler yapar. Kabile reisine doğal olarak hayatınıza devam edin, biz çekimler yapacağız denir. Birinci gün, ikinci gün çekimler planlandığı gibi gider. Şirket yetkilileri karanlıktan muzdariptir.( ya da asıl planlarını devreye sokarlar) Biz aydınlanmak istiyoruz, karanlıkta bir şey yapamıyoruz, derler kabile reisine. Nasıl der, kabile reisi. Onlarda jeneratör diye bir alet var, onla hallederiz derler. Sonra televizyon izlemek isterler. Sonra bilgisayar destekli film seyrederler. Hepsi filmi beğenmiş ve alkışlamıştır. Film “Terminatör”dür.

            Yazarımız moderni ve moderniz mi batının literal değil operasyonel tanımladıklarını özetlemeye çalıştı seminerde. İşte o seminerden zihinde kalanlar:

* Bizim düşünürlerimiz, Taberi gibi tarihçilerimiz insanlığın serüvenini Hz Adem’le başlatırlar ve bu güne getirirler. Yani ilk insan ilkel değil, ilkeli bir peygamberdir. İnsan normal hayat serüvenini yaşayan ademoğludur. Ama yabancı/batılı tarihçiler, sosyologlar ise modern öncesini ilkel, barbar, birçok insani yetilerden uzak, teknolojiden uzak yani darwinist ya da materyalist bir bakış açısıyla başlatırlar. Sonra sanayi devrimi, reform rönesansla birlikte insanlığın medeniyetle/modernlikle buluştuğunu söylerler.

* Haçlı seferleri bizleri mağdur etse de bizdeki birikim, bilim-buluş onların modern olması için kapı aralamıştır. Ama onlar bizim referanslarımızı değil, kazanımlarımızı kendi bünyelerine katmışlardır. İslam bilgi sistematiğine teslim olmadılar. Belki bizim de yapmamız gerek bu gün batının yenilik, teknoloji ve bilim adına alabileceklerimizi almak, ama asla referanslarını almamaktır.

* Modernite 1630 yılı sonrası “yeniden doğuş” ve “diriliş” anlamına gelen Rönesans Hareketi olarak İtalya’da; kadîm Yunan ve Roma sanatına dönüş hareketiyle başlamıştır.

17. asırda Akıl Çağı, 18. asırda Aydınlanma Çağı ve 19. asırda ise İdeolojiler Çağı olarak devam eden tarihsel sürece verilen addır modern dönem.

Kimi düşünce tarihçileri, 1630-1940 dönemleri arasını modern ve sonraki dönemi de postmodern diye tanımlamaktalar. Ancak dünya coğrafyasının büyük bölümünün hâlâ modern dönemi idrak etmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Modernitenin sert çekirdeği “mutlak yenilik” olsa da, buradaki “yenilik” paradigması tamamen seküler olan din ve gelenekten bağımsız bir yeniliktir

* Modernizm anlayışında mutlak bir doğru vardır, bu da akıldır derken, postmodern anlayış bir çok doğru vardır demiştir. Bunlarda görecelidir. Aslında modern dönem bitmedi, ideolojik olarak devam ediyor.

* Eğitim sistemimiz zihin kodlarımızı  modern-postmodern verilerle şekillendiriyor yani ümmi olamıyoruz. Sistemin altında ekonomi var. Ekonominin üzerinde siyaset var, bunu üzerinde ahlak var. Yani en altta ahlak kalıyor. Din ile ilişki de yenileniyor, ama yeniliyor yani sabit değer yok sürekli yeni var. Bu da dini deforme ediyor. İtikad, ibadet, ahlak sabitelerimizdir. Modernizm’de bunlar yoktur, hatta modernite bunlara savaş açar. Sahih ve tevhidi gelenek gerilik olarak görülür.

* Bir fikir ne kadar rijit olursa olsun modernite bunu alkışlar. 19 yüzyılda İslam terakkiye mani midir, diye sorulmuştur, soru yanlıştır. İslam terakkiye/ilerlemeye karşı değildir. Esas soru İslam moderniteye karşımıdır, diye sorulmalıdır.

*  İslamı asrın idrakine söyletmek iki şekilde olur. İslam bilgisi  ve vakıanın bilgisi.

* Modern çizgi geleneği mahvetti. Gelenek her zaman kötü değil, İbrahimi gelenek.., tevhidi gelenek türedi değildir. Kuran’ın reddettiği gelenek şirk geleneğidir, zulüm geleneğidir.  Gelenekli olmakla gelenekçi olmak farklı şeylerdir.

* Modernist kimdir, takım elbiseli, kravatlı, lüks arabalara binen, günlük traş olan mıdır, değildir. Modern olan referansları İslami olmayandır.

* Bizim teknolojiyle problemimiz yok. Bizim bilgisayarla bir sorumunuz yok, evet hayatı kolaylaştırıyor. Ama onlarla yetinmiyor hayatımızı, alışkanlıklarımızı değiştiriyor.

* İslam, değişenleri değişmeyen “sabiteler” üzerinden tekrar üretirken, postmodernite; değişmeyen “sabitler”i değişenler üzerinden anlamlandırır, ya da anlamsızlaştırarak ilga eder.

* Din, sabit olduğu mekanizma ile inancı tahkim ederken, postmodernite; “deconstruction”(yapıbozum-yapıçözüm) ve “rölative “(izafiyet) gibi metodlarla, muhkem yapıyı sarsmayı hedeflemektedir. Bu yüzden de, postmodernite ve din arasında kan uyuşmazlığını bilelim.

* Teknik bilgi uygulanabilir bir bilgidir, küçümsenemez elbet. Ama teknik bilginin arkasında onu besleyen ve organize eden bilgi teorisini görmezden gelirsek, onu üreten sistemi ve dayandığı dünya görüşünü ıskalarsak, teknoloji zeminindeki baş döndürücü gelişmelerin ayartıcı dünyasında, zamanla epistemoloji kayma yaşarız. Bu da ötekileşmek, iddiasını yitirmek, ontolojik bunalımlara yelken açmakla eşdeğerdir.

Yazarımız sunumunu şu anekdotla bitirdi. Ali Şeraiti yurt dışında burslu okumakta ve bu baskıdan kurtulmak için çalışarak okumayı  planlıyor. Bir firma bir sosyolog arıyor. Bir firma sosyolog arıyor. Başvuru yaptığında mülakattaki kişiler hocalarıdır, şaşırıyor. Hocalara sosyologla bu arap firmasının ne alakası olduğunu sorduğunda, üretilen arabaların elde kaldığı ve pazar bulunması için geri ülkelere-özellikle Afrika’ya gidilmesi gerektiğini söylerler. Orada bir kabile reisiyle görüşürler. Bunun özel atları vardır ve her gün  8 km bu atlar üzerinde gezer. Bu reisle görüşürler bu seyahati  atla değil, lüks bir arabayla yapması için hediye ederler. Sonra 8 km’lik bir yol yapılır, sonra yol üzerine benzinlik yapılır, burada  hizmet veren iki bayan çalışmaya başlar. Bunu gören diğer kabile reisleri/üyeleri bu işi sevmiştir. Zamanla bunlar ihtiyaç haline gelmiş ve arabalar artık kolayca satılabilir hale gelmiştir.

Yazan: Mustafa BALABAN

 

 

Bakmadan Geçme