Osman ile Ali uzaktan beri arkadaştırlar. Osman iri kıyım kara yağız bir delikanlı. Ali de ondan geri kalmaz. O da kumral, güçlü kuvvetli bir genç. Osman ile Ali’nin yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Osman nerdeyse bir bakarsın Ali de hemen onun yakınlarında bir yerdedir. Köyün kahvesinde her gün ikindi namazına doğru buluşurlar. Namazı birlikte eda ederler. Sonra hem kahvedekileri görmek hem de iki laflamak için kahve köşesinde bir yere çekilirler.
Yine böyle yapmışlardı. Camiye ilk gelen Osman oldu. Köy camisi tek katlı, yeşil renkli şirin mi şirindi. Bahçesinde bir bankı, köşe de bir çeşmesi vardı. Her gelen bu çeşmeden kana kana içerdi. Osman beklemeye başladı.
-Nerde kaldı bu Ali? Hoca ezanı okudu, okuyacak.
-Buradayım, buradayım. Öyle serzenişte bulunup durma. Şurada çeşmenin arkasında seni seyredip duruyordum. Yine abdestsiz geldin değil Mi?
-Hee ne olacak?
-Ben sana abdestsiz gezme demiyor muyum?
-Her yer çeşme, her yerde su var. Taze taze alıyorum ben. Sen bayat abdestle namaz kıl bakiim.
Ezan okuyor. Hadi abdestini al da namazı kılalım.
Hep son dakikada abdest alıyorsun. Farza ancak yetişiyoruz.
Tamam, tamam beni oyalama hemen alıyorum.
İki arkadaş güle oynaya camiye girip namazlarını kıldılar. Sonra caminin beş yüz metre ilerisinde bulunan köy kahvesine doğru yol aldılar.
-Allah kabul etsin kardeşim.
-Seninkini de kardeş.
-Beni de dualarına ekledin inşallah.
-Nerdeee, ben kendime ancak dua ediyorum.
-Ne biçim adamsın! İnsan kardeşine dua etmez mi?
-Eder, etmeli ama bazen de insan hali tam manasıyla duaya kendimi veremiyorum.
- Orası da doğru. Neyse sen dualarında bana da yer ayır.
- İnşallah. Hadi kahveye girelim bakalım. Durmuş amca ne anlatacak bugün?
Durmuş amca saçı sakalı ağarmış. Köy kahvesinin neşesiydi. Bazen doğru konuşur, bazen yanlış konuşurdu ama durmadan o konuşurdu. Bazen ava gider, bazen aya gider. Bazen hazine bulur. Bazen de korkunç rüyalar görürdü.
Bir de her şeyi bildiğini zanneden köyümüzün akıl danesi Dilbaz Veli vardı. Her şeyi bildiğini sanır. O konuştu mu? Kendince en doğruyu konuşurdu. Hemen her konuda mutlak bir hükmü vardı. Yüzeysel düşünmekte üstüne yoktu. O yüzden de söyledikleri pek tutmazdı. Köyün en uç noktasında otururdu. Öyle yanına pek giden de olmazdı.
Köy sakinimiz Mehmet amca atını kaybetmiş. Dilbaz Veli de giden at dönmez geri. Boşa bekleme demiş. Ben bilirim bu işleri. Uzak bir yerde kurtlar parçalamıştır onu. Geçenlerde kurtların uzakta bir şey yediğini gördüm. O kesin senin attır. Böyle söyleyince Mehmet amcayı çok üzmüştü. Durmuş amca da onu teselli etmeye çalışıyordu.
Yaa Mehmet’im işte böyle. Geçen sene kaybolan at. Dokuz köy gezmiş. Şehre bile inmiş. Nasıl etmişse çıkıp bize geldi. At doru ama ne doru olmuş. Çilelenmiş, dağ otlarını yiye yiye ne güzel bir hayvan olmuş. Bunu aldım dağa oduna gittim. Bir yük vurdum buna. Bana mısın demedi. Belli olmaz senin at da gelir geri. Mehmet amca biraz olsun moral bulmuştu. Durmuş amca anlatmaya devam ediyordu.
Eve dönerken, yolda bir ihtiyar gördüm. Bana bir hikaye anlattı ki beynimden vurulmuşa döndüm.
Bak evlat bu hikaye Sadi Şirazi’nin Gülistan ile Bostan adlı esrinde geçer. Hikaye şöyle:
Bir akbaba, çaylağın birine; “Uzağı görmekte benden üstün kuş yoktur.” dedi. Çaylak buna itiraz etti; “Söylemekle olmaz. Havalan bakalım, ovanın etrafında ne görüyorsun, anlat!” Bunun üzerine akbaba, bir günlük yol tutan yükseklikten aşağılara bakarak gururla söylendi; “İnanır mısın, ovanın tam ortasında gövermiş bir buğday tanesi görüyorum.” Çaylak, bu işe şaştı kaldı. Dayanamadı, havalanıp yukarıdan aşağı doğru birlikte süzülmeye başladılar. Akbaba tam tanenin yanına gelmişti ki, ayağı ipten tuzağa yakalandı. Boşuna debelenmeye başladı. Zavallı akbaba, taneyi yemek düşüncesiyle inerken, feleğin ayaklarına kement attığını bilemedi. Her sedef nasıl inci tutamazsa, her nişancı da daima hedefini vuramaz. Neyse çaylak, debelenen akbabayı görünce öğüt verici bir dille konuştu; “Yahu sen, düşmanının tuzağını fark edemedikten sonra taneyi görmüşsün, ne fayda!” Ne yapsın akbaba. Boynu kemendin içinde başlamış yakınmaya; “Kaderden kim kaçabilmiş ki, ben de kaçayım!”
Ecel, akbabanın kanına kastedince; kaza, keskin gözlerine perde çeker. Kıyısı görünmeyen denizde, yüzücü boşu boşuna gururlansın dursun, ne fayda!”
Ali bu hikayede bir iş var. Hadi gidelim. Nereye? Sen gel, yolda anlatırım.
Durmuş amcanın sözlerinden ve Veli amcanın yüz ifadesinden anladığım kadarıyla.
Dilbaz Veli bu atı tutuyor. Hemen gidip evine bakalım.
Tamam hadi bakalım gardaş.
Gerçekten de Ali ile Osman, atı Dilbaz Velinin ahırında buldular. Atı alıp hemen Mehmet amcaya getirdiler. Mehmet amca bu işe çok şaşırdı. Öteden beri Dilbaz Veli’nin üçkağıtçılığını bilirdi ama bu kadarını da yapacağını bilememişti.
Osman şöyle dedi Mehmet amcaya. Uzağı gören değil, tuzağı gören olmak lazım. Sonra Ali’ye döndü.
Bu altın değerinde dersi hayatımızın her yerine uygulayalım Ali!
Az söz çok şey anlatmalı insana. Bakan değil, gören olmak lazım.