Yasin KARAKAYA

Mostar'da bir gün

Yasin KARAKAYA

Takvimler 19 Ekim 2004’ü gösteriyordu. Hayatının son dönemecine geldiği rengi solmuş tüylerinden, karası griye dönmüş göğsünden, ağaçlaşmış ayaklarından ve artık yorulmuş kalbinden belli oluyordu serçenin. Ailesi adını doğduğunda siyah ve gri tüylerinin tam olarak birbirinden ayrılması sebebiyle Alaca koymuştu. Alaca 4 Mart 1993 tarihinde iki katlı şirin bir evin oturma odasını görür vaziyette yapılmış mimarisi evin mimarisi ile aynı kuş evinde gözlerini dünyaya açmıştı. Camilerin, medreselerin duvarlarına bu kuş evlerinden yaparlardı eski zamanlarda şimdilerde pek kalmadı. Yağmurdan ve kardan korunaklı bir yuvaydı. Alaca’nın kendisinden hariç iki kardeşi daha vardı. Akşam namazıyla ailecek uyurlar, sabah namazından önce ailecek kalkarlardı. Serçeler tevekkül sahibi kuşlardı. Asla yiyecek biriktirmezler, sabahleyin erkenden rızık peşine düşerler, kolay kolay da aç kalmazlardı.

Alaca, yavaş yavaş büyümekle birlikte etrafı keşfetmek istiyordu. Yuvasından etrafı meraklı gözlerle izlerken, yuvanın tam karşısında oturma odasında oturan bilge ve vakur duruşlu adama gözleri ilişti. Bu adam kendileri gibi her sabah erkenden kalkıyor, namazını kılıyor, serçeler için biraz yiyecek bırakıyor ve erkenden evden çıkıyordu. Adam orta yaşı geçmişti ama çok yoğun bir yaşam temposu vardı. Alaca bu gayretli adama derinden bir saygı ve sevgi besliyordu. Biraz daha yavruluk dönemi geçince yakından takip etmeye ve arada sırada da verdiği yiyeceklerden yemeye başlamıştı. Aralarında tarifsiz bir dostluk oluşmaya başlamıştı. Günler günleri kovaladı aylar ayları. Alaca için ayrılık vakti geldi çattı. Alaca da artık kendi yuvasını kurmalıydı. Derken tüm kardeşler birer birer ayrıldılar yuvadan. Bu ayrılış hüzünlü ve matemli olmadı. Aile gözetiminde devam eden günleri artık bitmişti.
 

Alaca arada sırada yuvadan ayrılır ismi Mostar olan şehir üzerinde gezerdi. Mostar şehri adını Boşnakları ve Hırvatları birbirine bağlayan köprüden almıştı. Kültürlerin buluşma noktasıydı adeta. Mostar demek köprü, köprü demek Mostar demekti. Mostar 1566 yılında Osmanlı zamanında Mimar Sinan’ın öğrencisi tarafından yapılmıştı. Köprüde 456 kalıp taş kullanılmıştı. Alaca her gün Mostar’a gider, üşenmeden 456 kalıp taşı tek tek sayardı. Köprünün ruhani havası adeta büyülemişti Alaca’yı. Hem köprü etrafında yiyecek bir şeyler bulmak da çok kolaydı. Çekirdek yiyerek köprüden Neretva nehrine atlayan gençleri izlemek de çok zevkliydi Alaca için. Gerçi bir sebeple atlıyordu gençler ama o pek anlamamıştı bu işi ta ki bir gün kendisinin başına da benzer bir durum gelene kadar.
Yine günlerden bir gün Neretva nehri üzerinde uçarken, cıvıl cıvıl bir serçe gördü. Serçe o kadar güzeldi ki sanki gümüşe batmış çıkmıştı. Ailesi bu sebepten gümüş koymuştu adını.. Gümüş renkli bu dişi serçe aklını başından almıştı Alaca’nın. Ne yapıp edip kendini ona fark ettirmeliydi. Gençler ve Mostar köprüsü geldi aklına.O da bu cesaret gösterisini yapmalıydı, köprünün tam ortasına geldi.

Köprüden suyun yüzeyi yirmi dört metre kadardı. Tüm hesaplamalarını yaptı. Serbest düşme hareketiyle kendini baş üstü bıraktı. Suya doğru inanılmaz bir hızla gidiyordu. Suya girmeye bir metre kala kanatlarını açtı ve suya sıfır vaziyette suyun yüzeyinden uçmaya başladı. Genç ve kanatlarının güçlü olması bu hareketi kendisine kolay kıldı. Bir felaketle de sonuçlanabilirdi. Gümüş bu heyecan verici atlayışa kayıtsız kalamadı o da merak ediyordu bu cesur kuşu. Bu atlayışla, birlikte bir yuva kurmanın yolu açılmıştı. Çok fazla zaman geçmeden Alaca ile Gümüş bir yuva arayışına girdiler. Alaca Mostar’da bir yuva kurmak istiyordu ne zamandır bunun hazırlığını da yapmıştı. Her gün saydığı 456 kalıp taştan bir tanesi yuva yapmaya çok müsaitti. Bu taşta bulunan kovuk, minik yuvaları için biçilmiş kaftandı.. Gümüşe de gösterdi bu yeri, o da çok beğendi. Yuva suya yakındı, yiyecek bulmaya da çok müsaitti. Hızlıca yaptılar yuvayı. Saadet dolu günler başlamıştı artık. Arada sırada Bilge adama ve Alaca’ nın doğduğu iki katlı kuş evine de gidiyorlardı. Oranın manevi havası ikisi için de çok farklıydı. Kopmamışlardı köklerinden. Bu huzurlu ortam tüm streslerini attırıyordu.
Üç yavrusu oldu Alaca ve Gümüş’ün, her biri birbirinden sevimli. Yavrularını birlikte büyütüyorlardı. Onlar için her gün ayrı bir mücadele veriyorlardı. Nöbetleşe yavruların yanlarında kalıyorlardı. İki aydır duydukları patlama sesleri onları bu tedbiri almaya itmişti. Eski tadı ve tuzu yoktu hayatlarının. Hem gündüz hem de gece ailecek tedirgin bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Bilge adam da çoğu zaman eve gelmiyordu. Yoğun bir mücadele verdiği belliydi. Gündüzleri yoğun patlama sesleri oluyordu. Neyse ki gece devam etmiyordu.

Takvimler 8 Kasım 1993’ü gösterirken bir Hırvat tank Mostar civarına geldi. Onca yıllık tarihi bağrında taşıyan Mostar’a doğru ateş açmaya başladı. Her top atışı Alaca ve Gümüş’ü telaşa düşürüyordu. Yavruları bağırmaktan yorgun düşmüştü. Top atışları köprüye isabet ettiği de oluyordu neyse ki köprü dayanıyordu. Artık top atışları yuvalarına çok yaklaşmıştı. Gümüş yavrularını kanatları altına aldı. Alaca kendisini siper ediyordu yavrularına ve eşine. Gündüz korku dolu anlar gece ile birlikte sona ermişti. Akşam kısa da olsa felah bulmuştu ailesi. Alaca, Gümüş ve 3 yavru o gece yorgunluğun da verdiği etkiyle çok güzel bir uyku uyudular. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kızılca kıyamet kopmuştu. Gümüş çok korkuyordu yavrularına bir şey olacak diye. Yavrular tir tir titriyordu. Alaca çaresizlik içerisindeydi. Bir patlama sesi duyuldu. Hırvat tank top atışıyla birlikte köprünün kilit taşına isabet ettirmişti. Köprü büyük bir gürültüyle yıkılıverdi. Gümüş ve üç yavru köprüden düşen taşla Eretna nehrinin sularına gömülü verdiler. Alaca çaresizce bakakaldı. Alaca’nın gözlerinden iki damla yaş düştü, gönlüne koca bir ateş. Koskoca bir tarihi taşıyan huzur bulduğu köprüsünü ve en değerli hazinesi olan ailesini kaybetmişti. Ne yaptığını, niçin yaşadığını bilemedi. Hayalini süsleyen ne varsa bir top ateşiyle sona erdi. “Daha çekilecek ne acı kaldı ki?” dedi içinden. Tarih 9 Kasım 1993’ü gösterirken tüm hayalleri kayıverip gitmişti ellerinden. Anlamsızca açtı kanatlarını uçtu uçtu. Günlerce, aylarca uçtu. İki yıl kadar bir mana ararcasına gezdi dolaştı. Bu iki yılın birçok süresini Sarı Saltuk Tekkesindeki ağaçlarda geçirdi. Derken bir gün aklına Bilge adam geldi. Bilge adama derinden bir özlem duydu. Ona ulaşmak için günlerce yol aldı nihayet baba evine vardı. Bilge adam da savaş yıllarında çokça sıkıntı çekmiş, birçok arkadaşı ve akrabasını kaybetmişti. Bütün derdini sıkıntısını Allah’a arz etmiş ve inancı sayesinde motive bulmuş, başarı elde etmişti. 

Günleri ve yılları Bilge Adamla birlikte geçti Alaca’nın baba evinden çok çıkmadı. Arada sırada Mostar’a gitse de anıları depreşti, gönlü kabardı, gözleri yaşardı. Bilge adamla geçirdiği vakitler ona benzemesini sağladı, yoksa kendini kaybetmesi an meselesi idi.

Bir gün yine baba ocağında dururken yaraları depreşti ve kaybettiklerinin acısını yine yitirdiği yerde dindirmek için kanat çırptı. Artık kanatları da yorulmuştu. Ne kadardı ki bir serçenin ömrü? Ömrünün sonlarına geldiğini hissediyordu artık. Uçarak geldi, Mostar üzerine bir takım hareketlenmelerin olduğunu gördü. Yeniden inşa süreci başlamıştı Mostar Köprüsünün. Köprü yükseldikçe Alaca da yükseldi. Bilge adam ondaki değişimi fark etti. Yaşı ilerlemesine rağmen bilge adam da bu durumdan çok memnundu. 

Bir yanda ümit yelleri eserken bir taraftan da poyraz vurdu Alaca’yı.  Yılların yorgunluğu bilge adamı, can yoldaşını da vurmuştu. Tarihler 2003’ü gösterirken bir gün sessizce o da bırakıp gitti Alaca’yı. Demek yaşanacak acı kalmış ki bu da başına gelmişti. Bu çok ağır oldu Alaca için. Bilge adamın peşinden binlerce insan ağladı. Alaca günlerce ağladı. Ömrünün çoğunu birlikte geçirdiği can dostu bu dünyadan göçüp gitmişti. Buna dayanmak çok güçtü. Bilge adam gitti, Alaca’nın kulağında gerçek ismi kaldı kadim dostunun; Bilge Kral Aliya .

 Köprü nihayet 2004 yılında inşası bitti. Alaca taşlarını tek tek saydı, Mostar’ı eksiksiz yapmışlardı ustalar. Bir yanı hüzün dolu bir yanı sevinçle uçtu Mostar civarında Alaca. Son günlerini yaşadığını hissediyordu. Neretva nehri üzerinde uçarken artık gençliğinden eser yoktu. Kalbi yorulmuş, tüyleri canlılığını yitirmiş, göz çukurları çökmüştü. Anılar ve acılar dün gibi tazeydi. Yönünü Neretva nehri üzerine çevirdi. Tarih 19 Ekim 2004’ü gösteriyordu. Kısa yaşamında çok şey çekmiş, çok şey görmüştü. Şüphesiz her inanan sevdiklerine kavuşacaktı. Bu inançla son nefesini çekti ve kayboldu Neretva nehrinde. 

Yazarın Diğer Yazıları