Niçin bu iki önemli ve şerli konuyu dile getirmek istedim derseniz. Çünkü bu iki konunun bir ileri aşaması uyuşturucuya varıp dayanıyor. Geçen haftalarda yaşadığım iki olay bu iki konunun ülkemiz, şehrimiz hatta dünya için artık hayati bir öneme sahip olduğunu bana gösterdi. Bu nedenle bu konulara parmak basmak, dikkat çekmek istedim. Tabii özellikle de Kayseri açısından da bu iki konunun artık hayati hale geldiğini çok yakından görüyoruz.
Zaman zaman duyuyoruz, Kayseri’de uyuşturucu kullanımının veya zararlı alışkanlık oranlarının arttığına dair istatistikleri. Buna bağlı olarak da tabii bir başka olumsuz gelişme boşanma oranlarının had safhada arttığı ile ilgili de istatistikler yayınlanıyor. Bu istatistiklerin kaçı değerlendirilip üzerinde duruluyor acaba bilemiyorum tabii. Mesela bir mahalle muhtarının deyimiyle son 10 yılda içki satan yerlerin sayısı dörtten sekize çıktı yani yüzde yüz arttı diyor. Hayırdır nüfus ikiye mi katladı veya anormal ne gibi bir durum oldu ki tekel bayisi sayısı ikiye katlandı. Bunlara nasıl bu kadar kolay ruhsat verilebiliyor. Bir okulun 100 m. ilerisinde kanuni uzaklıktan bile az bir mesafede nasıl ruhsat alıyor bu mekanlar.
Bu olumsuz şer işle ilgili illa vatandaşın şikayet mi etmesi gerekiyor. Devletin, belediyelerin denetim elemanları ne iş yapıyor. Zamanın moda bir işi var. Her şey CİMER’e şikayet edildikten sonra mı harekete geçilecek. Çünkü birçok konuda öyle oluyor. Bizzat yaşadığım tecrübelerden gördüğüm kadarıyla işlerin yürümesi için mutlaka CİMER’e isteğinizi veya şikayetinizi yazmanız gerekiyor. Çünkü haklı bir talebiniz bile, “ya CİMER’e yazın da öyle işlem yapalım” diye karşılık buluyor. Şaka yapmıyorum kaç defa yaşadım bunu ben, özellikle elektrik, su, doğalgaz gibi bazı hizmetlerde de bazı yakınlarım hemen hemen tüm işlerini kurumlarla hiç muhatap olmadan direk CİMER’le hallettiler. Ve sonra bir gün yakın bir komşularına kendilerine verilmeyen hizmetin taa kapılarının önüne kadar götürülmesine söyleyecek söz bulamadılar. Tabii kızgınlık hariç. Ve tabii ki bir yerlere isyan ettiler. Ve bu durum istisnai bir hal değil maalesef. Ayrıca CİMER’e şikayet ettikleri insanların veya görevlilerin daha birkaç saat geçmeden iş yaparken bile bizi şikayet etmişsiniz tavırlarına muhatap oldular. Bu nasıl iş böyle arkadaş. CİMER’i kime şikayet edeceğiz peki. Yani benim şikayet ettiğim kişiye tekrar benim şikayetimi göndermek kadar saçma bir şey olabilir mi. Meseleleri yerinde çözmezseniz veya iş yapması gerekenlere iş yaptırmaktan aciz kalırsanız böyle abuk subuk durumlar olur elbette. Bir yakınım ruhsatını alıp yaptırdığı bir evi için olmadık sıkıntıları yaşayıp oraya buraya ricalar minnetler ve hatta neler neler yapmaktan bıkıp usanıp yahu keşke şu karşıdaki evler gibi bende ruhsatla hiç uğraşmasam bir vaktini bulup küçük bir şey kondurup kendimi ihbar edip elektrik, su ve bİlimum ihtiyaçlarımı giderseydim demek zorunda kaldı. Ve bu durum yani kanunsuz iş yapıp kendini ihbar etme artık yaygın ve oturmuş bir sistem daha doğrusu sistemsizlik haline geldi. Maalesef özellikle müteahhitlerin her işini yaptırmak için bir şeyler verme alışkanlığı sıradan vatandaşın bir iş yaptırırken olmadık taleplerle muhatap olmasına sebep oluyor. Neyse bunlar meselenin daha doğrusu başıboşluğun bir boyutu. Bununla ilgili ayrıca bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü gerçekten bu durum özellikle yerel yönetimlerde yaşanan organizasyon eksikliğinden, koordinasyonsuzluktan ve kurumların birbirinden habersiz hareket etmelerinden kaynaklanan sıkıntı direk olarak iktidara yansıyor. Nüfuzlu bir kişinin işini yaptığınızda işi bir şekilde aksayan onlarca kişinin ciddi anlamda iktidara sırf çok basit yapılabilecek bir işin yapılmaması veya karşı tarafın o basit işinin çok basit bir şekilde yapılmasının doğurduğu tezatı insanlar görüyor ve bu insanların isyanına sebep oluyor. Bunun hesabı da direk olarak ne o görevliye ne de yerel yönetimlere kesiliyor. Direk iktidara kesiliyor. Yerel yönetimlerde iktidarın büyük kan kaybetmesinin sebebi bu organizasyonsuzluk ve adam ayırt etmenin artık ayyuka çıkmış olmasıdır. Elbette bu adaletsiz uygulamalar rahat rahat tekel bayilerinin, içki satan yerlerin ruhsat almasını kolaylaştırıyor. Kimsenin bu yerlere ruhsat verirken bir mahallede bilmem kaç tane var veya okula falan yakınlığı araştırdığı var mı? Yok. Çünkü işler bir şekilde halledilebiliyor.
Yani içki, kumar ve benzeri olumsuz alışkanlıklar bu koordinasyonsuzluğun, bu organizasyonsuzluğun tam göbeğinde. Aslında bir koordinasyon olsa bu kadar fazla içki satılmasına hiçbir aklı başında ülkenin için vermesi söz konusu bile olamaz. Hele hele bunun çağdaşlık, yaşam tarzı üzerinden meşrulaştırılması akıl alır gibi bir akıl tutulması değildir. Bunu geçtiğimiz hafta bizzat yaşadığım iki olay üzerinden anlatmak istiyorum. Geçtiğimiz hafta annemin geçirdiği küçük bir kaza sebebiyle Devlet Hastanesi acil servisinde birkaç saat geçirdim. Burada gelen giden hastaları gözlemlemeye çalıştım. Bir çocuk getirildi. Bağıra, bağıra sedyenin üzerinde ambulansla geldi. Orasını, burasını kesmiş, doğramış ben yaşamak istemiyorum, ben hiçbir şeyi hak etmiyorum. Durmadan kavga ediyorlar, gibi ailesinden de şikayet eden ve bazıları da anlaşılmayan şeyleri sayıklayıp duruyordu. Bunları duyunca üzüldüm hemen yanına gittim. Yavrum kaç yaşındasın, niye bu kadar hayattan ümidini kestin. Ne yaşadın ki seni bu kadar etkileyecek şeyler oldu. Bir besmele çek, bir Allah de bakıyım dedim ama çocuk tabii beni dinliyor ama bunlara tepki verecek halde değil. Çünkü ağzı acayip şekilde alkol kokuyordu. Yani açıkçası ne yaptığının, ne söylediğinin farkında değildi. Daha 16 yaşında bir çocuk, ölmek istediğini söylüyor, hayattan ümidini kesmiş zaten her tarafını yaralamış. Yanlarındakilerde adeta bu çok normalmiş gibi benim çocuğun başını okşadığımı ve birtakım telkinlerimi duyuyorlar ama hiçbir tepki vermiyorlardı. Sanki ya hocam boşuna uğraşma bu zaten böyle boşuna nefesini tüketme der gibiydiler. Bir süre sonra mecburen bırakmak zorunda kaldım. Ardından doktor da kızdı tutun şunu, hareket ettirmeyin dikiş atmamız lazım yaralarına, ya tutarsınız ya da bir şey yapamam dedi haklı olarak. Sonra genç, telefonumu getirin diye bağırmaya başladı. Tabii birkaç dakika başında bu nasihatleri vermeye çalışsam da çocuğun beni dinleyecek ve kafa yoracak bırakın halini kendinde olduğu bile söylenemezdi. Bu yüzden daha fazla ısrar etmenin bir anlamı olmadığı için bırakmak zorunda kaldım. Peki daha 16 yaşında bir çocuğu bu hale getiren sebeplerin neler olduğu üzerinde kim kafa yoracak. Hiçbir inanç belirtisi olmayan, kendisine o kadar zarar verdikten sonra ölümü isteyen fakat ölümün ne olduğu ile ilgili en küçük bir fikri olmayan bu sabiynin bu halinin hesabını nasıl vereceğiz.
Aklıma Filistinli çocuklar geldi. Başlarına yağan bombalarla şehit olurken dillerinden hiç düşürmedikleri “SÜBHANALLAH” lafzı celalini maalesef ben yanı başımda hiç de öyle bombaların altında falan olmayan bir gence söylettiremedim. Bir tarafta şehit oldukları için üzüldüğümüz Filistinli çocukların o muhteşem tavırlarındaki asaleti ve bizim çocuklarımızın ise acınacak halini düşündüm.
Bir diğer örnek, geçen haftalarda bir maç için gittiğim stadyumdaki insan veya daha doğru bir tabirle genç manzaralarını görünce de yine benzer şekilde kahroldum. Ağızlarının içi küfürle dolu, ağızlarından neredeyse hayır namına bir tek kelimenin çıkmadığı, muhtemelen maçtan sonra kafa çekmeye, iddia oynamaya veya bir kumar masasına gidecekleri belli olan genç yığınlarımızı nasıl heba ettiğimizi görüp bir daha kahroldum. Yine geçen haftalarda okullar arası bir maç vesilesi ile gittiğim bir stadyumdaki erkek ve kızların tavırları, tutumları ahlakın, edeb gibi kelimelerin artık yanlarına hiç uğramadığı belli olan, halleri, tavırları ve kılık kıyafetleri ile kimin ve nerenin evlatları oldukları pek de belli olmayan genç yığınları yine kahretti beni. Önlerine geçip bir şeyler söylemek istedim ama buna doğrusu cesaret edemedim. Hastanede tek olduğu için o çocuğa yapabildiğim teklini maalesef o yığınlara yapamadım. Çünkü artık bu olumsuzlukları kanıksadık gibime geliyor. Benim gibi bu rahatsızlığı her gittiği ortamda çevresine bu gözle bakan kimse kaldı mı bilmiyorum. Eğer kalsaydı buralarda bir şekilde müdahale edecek cesareti kendimizde bulabilirdik. Ve maalesef bu stadyumlardaki olumsuz örnekleri bir takım nüfuzlu çevreler tarafından desteklendiğinin, bu tavırlarının adeta ödüllendirildiğini öğreniyoruz veya daha açık konuşmak gerekirse biliyoruz. Bu etkili yetkili çevrelere de artık akıllarını başlarına almaları gerektiği hatırlatılmalı diye düşünüyorum. Geçen yıl yazmıştım futbol liginin son haftasında Kayseri maçında Filistinle ilgili bir tepki gösterelim. Bir pankart, slogan olsun bir farkındalık oluşsun istedim ama böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını maalesef bizzat yaşayarak gördüm. Her maçına Filistin hassasiyeti ile çıkan İskoçya’nın Celtic takımına özenmenin Müslüman bir ülkede boşuna olduğunu görmek acı bir tecrübeydi fakat bununla yüzleşmek de gerekiyormuş demek ki. Demek ki adında Müslüman yazması insani hassasiyetlere sahip olmak için yetmiyormuş.
Kısaca söylemek gerekirse, bizim toplumumuz için olmazsa olmaz şey olan ahlak ve dinin bağını kopardık. Dinden bağımsız bir ahlak olabileceği yanılgısını, toplumun içine “laiklik” uygulamaları adı altında iyice soktuğumuzda aslında bu değerleri kaybettiğimizin farkına bile varmadık. Zehir yavaş yavaş işledi bünyeye. Oysa biz “laiklik” olmadan da hani o doğru gibi söylenen tabir var ya. “Farklı inançların, farklı yaşam biçimlerinin bir arada yaşaması” diye bir zehir saçan tabir işte bu tabirin aslında bir yakım olduğunun farkına varamadık. Laiklik gerekli canım, her şeyi dine bağlamayalım, herkes Müslüman olmak zorunda değil diyerek kendi değerlerimizi yitirip hepsini “laiklik” denen kireç kuyusunda yok edip erittik. Oysa bizim 1000 yıl boyunca farklı inançları bir arada yaşatan ama ahlakını ve edebini de asla kaybetmeden insanları barış içinde yaşatan bir tecrübemiz vardı. Batılılar hayran oldukları bu değere “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)” adını verdiler. Bunu biz vermedik batılılar vermişlerdi ama biz birlikte yaşama tecrübesini sizden alalım diye batının kuyruğuna takılınca gelip tosladığımız duvar işte burasıdır. 1789’dan yani Fransız Devriminden önce insanlar sanki bir arada yaşamıyordu. Belki akla gelebilir bütün bunların ahlak ve edeble ne alakası var diye. Çünkü bazen bunları anlatıp sözü buraya getirdiğim zaman Vedat hocam ne alakası var Fransız İhtilali ile bizim ahlakın diye cahilce tepki verenlerin olduğunu bildiğim için bunları da özellikle belirtiyorum. Meselenin kökenlerini tespit edemezsek tedavi uygulayamayız ki. Hastasına teşhis koymadan tedavi uygulayan bir hasta görebilir miyiz. O yüzden önce biz nerede yanlış yaptık neyi kaybettik iyi tespit edelim. Yoksa havanda su döveriz. Bataklıktaki sineklerle uğraşırız ama orada bataklık durduğu sürece bu beyhude boş bir uğraştır.
Müslümanların kendi gözlerinin önünde nesillerinin heba olmasına daha fazla göz yummaması gerekiyor. Şu söylenebilir. Efendi, Osmanlıda içki içen yok muydu. Evet vardı ama belli mekanlarda belli yerlerde. Örneğin İstanbul’da Pera ve buradaki Pera Palas Oteli kafa çekmek isteyenlerin gittiği bir mekandı ve burası herkes tarafından bilinirdi ki, Pera ve Pera Palas Oteli gayri Müslümlerin ve kendilerini özgür hissedip istedikleri gibi içebilecekleri bir mekan olarak bilinirdi. Diğer şehirlerde de, gayri Müslimlerin uğrak yeri olan mekanlarda etrafa asla rahatsızlık vermemek şartıyla bu işler yapılırdı. Yani şeriatın gayri Müslümlere verdiği özgürlük sınırı çerçevesinde onlarda bu haklarından yararlanırlardı. Bu 1000 yıl boyunca böyle oldu ve bundan gayri Müslimlerde o kadar memnundular ki, toplumun asayişinin bozulmaması için bu kuralların elzem olduğunu onlarda çok iyi biliyorlardı.
Peki ya şimdi. Kendi ellerimizle yetiştirdiğimiz çocuklarımız ve gençlerimiz artık ahlakla ilgili, edeble ilgili, haya ile ilgili hiçbir şey duymak istemiyorlar. Hatta bu kelimelerden nefret ediyorlar diyebilirim. Daha da ileri gidiyim kendi değerleri ile ilgili her şeyden nefret ettikleri gibi. Tıpkı Osmanlıdan nefret ettikleri gibi. Osmanlıdan, medeniyet ve kültürümüzden nefret ettirmeyi bir meziyet gibi görerek bunu bir tarih bilinci olarak eğitim yoluyla aşıladık. Evet geldiğimiz nokta da aşı tuttu. Tuttu ama bu aşının meyvesini hiç düşünmedik. Bu meyve zehirli bir meyve. Bizi de tüm toplumu da zehirledi. Sahte bir özgürlük anlayışı ile beyinleri yıkandı. Anne, babasını değerlerini özgürlük adına reddederken, adeta taptığı gençlik grupları, sporcular, müzik grupları ortaya çıktı değil mi. Peki nasıl bir özgürlük bu. Sahte ve göz boyayıcı bir özgürlük. Bu sahte özgürlük rüyasından uyandırmak gerekiyor gençleri.
Bu zehirle yetişen nesiller bırakın dindar falan olmayı, ahlakla, edeble ilgili hiçbir şeyi akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Duymaya bile tahammül edemiyorlar. Bazen uyarılarda bulunduğum tepkiler karşısında şok oluyorum. Peki nasıl oldu kim yaptı bunları biz kendi ellerimizle yaptık. Nasıl o bombalar altında şehit olurken “SÜBHANALLAH” lafzı celalini ağızlarından düşürmeyen çocukları yetiştirenler, anne, babaları, hocaları varsa bizim çocuklarımızı da maalesef yetiştiremeyen anne, baba, hocaları olduğunu görmemiz gerekiyor.
Devlet Hastanesinde gördüğüm münferit bir örnekti. Sadece birkaç saat kaldım eğer biraz daha fazla kalsaydım nelerle karşılaşırdım orası da ayrıca doktorlarla görüşülmesi gereken bir durum. Stadyumlarda gördüğümüz yani milyon milyon örnekler ise topluca kıyımı gösteren acıklı bir tablo. Bir tarafta ağızlarında “SÜBHANALLAH” nidaları ile şehit olan ve neyi niçin söylediklerinin gayet bilincinde üç, beş, on, yirmi, otuz yaşlarında şehit olan fakat “… onlar diridirler…” ayeti kerimesinin canlı örnekleri gençler ve çocuklar. Diğer tarafta diri diri yaşarken toprağa gömdüğümüz, yaşamlarında bir yerlere gelseler bile hayattan hiçbir beklentisi olmayan, belli zamanlar kafayı dumanlayıp dertlerinden kurtulacağına inanan ve artık üniversite gençliği arasında içki içmeyenin neredeyse olmadığı heba olmuş zavallı bir gençlik.
Bunun çözümü artık daha fazla vakit geçirmeden, cart curt eden ciğeri beş para etmezlere aldırmadan, ipin ucunu elimize almamız ve gerekeni yapmamızdır. Artık kibarlıkla, naziklikle, yaşam tarzına müdahale etmeyelim aman her isteyen istediği haltı yesin diyerek hoş görünerek bu işlerin olmayacağını, olamayacağını görmemiz gerekiyor. Sadece şu günlerin popüler tartışması olan asgari ücret konuşarak bir yerlere varamayız. Asgari ücret bir sonuçtur. Asgari ücrete mahkum eden faiz düzenini konuşmazsanız, asgari ücretten şikayet etmenin hiçbir anlamı yoktur. Sistemi konuşmaya başladığımız zaman söylenmekten bir şeyler söylemeye başladık demektir. Haksızlık ve adaletsizliğin baş müsebbibinin faiz ve bugün ki bankacılık düzeni olduğunu, bunun da Osman Altuğ hocanın muhteşem tespiti ile üç kağıt ekonomisine yani liberal ekonominin olmazsa olmazları olan “borsa, döviz ve faize” dayandığını göremez bunları ekonominin bir gereği sayarsak orada zaten zokayı yutmuşuz demektir. Bunlarsız bir dünyanın olamayacağına inanmak baştan adaletsizliği, haksızlığı ve bu ekonomik düzeni baştan kabul etmek demektir. Bu da ayrı ve uzun bir konu fakat bu kadar değinmek buna da işaret etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kısaca içerde yeniden bir re-organizasyona, yeniden bir toplumsal kabullerimizi gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Bu olmadığı takdirde önümüzde zor zamanlar var. İçerdeki bu asayiş olaylarının, insanların bu kadar gergin olmasının sebeplerinin bu alışkanlıklar olduğunu düşünüyorum. İnsanların birbirlerine basit bir trafik konusunda bile tahammül edememesi, trafik kazalarının yüzde 80’inin alkol bağımlılığı yüzünden olması, saldırı olaylarının birçoğunun altında alkol ve uyuşturucunun artık gizlenemez olması bir şeyler yapılması gerektiğini ve bunun artık tünelden önceki son çıkış olduğunu görelim. Bu çıkmaz tünele bir girersek geri dönüşün olmadığını düşünmemiz gerekiyor. Toplumun ikna olmayan kesimlerinin de artık ikna edilmesine uğraşmak aptallık olacaktır. Sonra her şey için çok geç olabilir.
Bizi bizden daha iyi bilen, yaratan ve yaşatan ve hali hazırda yaratmaya ve yaşatmaya devam eden, yeryüzünün ve gökyüzünün bütün hazineleri elinde olan Cenab-ı Hakkın, “İçki, kumar, fal okları (her türlü şans oyunları) şeytan işi pisliklerdir” düsturu hayatımıza rehber olmadığı sürece toplumların düzelmesi mümkün değildir. Faizle ilgili ekonominin gereği mereği diyerek işin içinden çıkılması bir büyük akıl tutulmasıdır fakat bu meretlerin yani içki ve kumarın açtığı yaranın ilerleyen aşaması uyuşturucuya çıkıyor bunu görmüyor muyuz? Bir tarafta faiz adaletsizlik yarasını artırırken öbür taraftan uyuşturucu ile beyinleri yok edilen nesiller. Tabii son 10 yılın dijital bağımlılığını da ayrıca konuşmak gerekiyor.
Peki somut olan bu içki ve uyuşturucu zararları ile ilgili Yeşilay nerede. Bu yaşananlar, gençlerin bu hali karşısında yer yerinden oynaması Yeşilay’ın Türkiye çapında bunlara savaş açması gerekiyor. Bu konuda da Kayseri öncü olabilir. Topyekün bir savaşın içindeyiz ve bari bundan sonraki nesillerimizin heba olmaması için artık, bu tür zararlılara karşı hoşgörülü olalım söylemi ahmaklık demektir. Gerekenin yapılması sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde gençlere ulaşılması şarttır. Bu arada kimsenin nema lazım dememesi gerekiyor. Gördüğümüz olumsuzluklar karşısında o anda ben ne yapabilirim refleksini asla yitirmemek gerekiyor. Aman ne derler diye aklımıza getirince hiçbir şey yapamıyoruz maalesef.
Prof. Dr. Mustafa Merter hocanın “Hekatonla Son Tango” kitabında dediği gibi, küresel çapta bir savaşın içindeyiz. Bizlere “toprağınız falan sizlerin olsun, nesilleriniz bizim olsun” diyorlar. Yarın bir gün etkili mücadeleye başlamazsak hiç top tüfek kullanmadan anahtar teslimi ülkeyi teslim alırlarsa hiç şaşırmayalım. Mücadele büyük, mücadele zorlu ve artık hoşgörülü olalım, nezaketli olalım gibi tabirlere yer yok. Neyle karşı karşıya olduğumuzu ve buna karşı ne gerekiyorsa onun yapılması gerektiğinin mesajı açık ve seçik olarak verilmelidir ve bu da uygulanmalıdır. Bunları uygulayacak resmi veya sivil kuruluşlar vardır yeter ki bu irade gösterilsin. Gençlerimize neyle karşı karşıya olduklarının ve tehlikenin açık ve seçik anlatılması gerekiyor. Şu kendileri bulsunlar saçmalığından vazgeçelim. Tecrübesiz ve hiçbir şeyin farkında olmayan gençler neyi nasıl kendileri bulacaklar. Birilerinin yol göstericiliğine, doğruyu göstermelerine ihtiyaçları var. Aman dokunmayalım, aman kırmayalım diyerek her istediklerini yaparsak korkarım felaketlerini kendi ellerimizle hazırlamış oluruz.
Ümitsiz miyim asla. Eğer ümitsiz olsaydım oturup saatlerimi verip bu yazıyı yazmazdım. Öyle bir dönem öyle bir ahir zaman ki bu. Ecir ve sevaplar sağanak sağanak yağıyor. Nasıl derseniz, ne yapmanız gerektiğini bilip ona göre hareket etmeye çalışırsanız. Merhametli, vicdanlı, ahlak ve edepten, hayadan yana olursanız kazanacağınız ecir sevabın hesabını Allah’tan başka kimse bilemez. Bu bile başlı başına bu şekilde uyanık olmak, ayakta olmak için yeterlidir diye düşünüyorum. Her kul yaptığının, söylediğinin karşılığını alacak elbet. Önceki gün idrak ettiğimiz mübarek üç aylar ikliminden ne kadar fazla faydalanabilirsek ne mutlu bize. Ve “Emri bil maruf nehyi anil münker” prensibini de hayatımızın merkezine yerleştirirsek düzelmeyecek hiçbir olumsuzluk yoktur diye düşünüyorum. Vesselam.