Rasim ÖZDENÖREN

Özlem: Sisli perdelerin berisinde kalmak

Rasim ÖZDENÖREN

Madem özlemi dokunulur olmaktan yoksun kalma olarak betimlemek istiyoruz, öyleyse o gülümseyişin de bir takım saydam perdeler arkasında kaldığını söylemeliyiz. İlk bakışta sanılabilir ki, o gülümseyiş el altında durmaktadır. Eliniz onu yakalamaya doğru uzanır. Bir kere daha esef: o gülümseyiş parmak uçlarınızın kıyısındadır. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, saydam da olsa her şeye rağmen sisli perdeler arkasında duran o gülümseyiş bütün yakın mesafeleri hüsrana uğratır. Yüreğinizde yankısını bulduğunuz görüntü, o görüntünün bir yerlerden seslenen tınısı, özlem sahibinin ona yöneltilmiş kelimeleri, ona verilen cevaplar, söylemin kayda geçirilen bütün kelimeleri duyulur, kucaklanır, bağra basılır; gene de dokunulur olmaktan yoksun kalır.

Soyut gülümseyişin arkasındaki çağlayanın sesi de kulak zarında tını bırakır. Özlenenin sesinin tınısıyla bütünleşir. Bir anda içinde yer alındığı farz edilen mekânın bütün boyutları onun sesiyle, görüntüsüyle, gövdesiyle dolu dolu olur. İnsanın içine aniden bir şiir dolar. O şiirin, o gülümsemeyi taşıyan gövdeye, o gövdenin omuzları üstündeki başa ve o başın güzel yüzüne adanarak terennüm edilmesi gerektiği bilinir. Ancak kısıtlanılmışlık bir boyutlu değil ki! O şiir, ancak belli harfler kullanılarak inşa edilecektir. O şiir, ancak belli vuruşlarla sınırlı olarak inşa edilecektir. Bu kısıtlanmışlığına rağmen özleyenin fikrini, düş dünyasını, duygulanımını da yansıtacaktır, öyle mi? Mümkün müdür?
Özlenen, eğer sevgili mesabesinde duruyorsa her şey mümkündür. Özlenen, perdelerin sisi arkasında dursa da, mademki gülümseyen yüzün sakladığı gözlerdeki bakış özleyene yönelmiştir, mümkün olmayan hiçbir şey kalmamış demektir. O belki bilmiyordur sırtından görünen nehrin yakamozlanan dalgacıklarının onu nasıl güzelleştirdiğini ve dalgın bakışlarının ırmak boyunca nasıl akıp gittiğini... Arkadaki sarp kayalıklar, kayalıkların kırmızı çorak toprağı delen görüntüsünü nehrin yüzeyine serişini, yakamozlanan her bir dalgacıkta o muhteşem gülümseyişin bir çağrı haline geldiğini.. bütün bunların çıldırtıcı yansımalarını...
Nereden bilinebilir, kim bilebilir: yağmur vaat etmesine rağmen bir türlü yağmayan bulutların taşıdığı fırtınanın aynıyla özleyenin gönlünde de esip durduğunu. Bulutları ordan oraya savurduğunu, ırmağın suyunu boğaza kadar yükselttiğini, ırmak kenarından bilinmeyen bir okyanusa yarlar açtığını, açılan yarıklardan dalgaların tehdit edici bir gürültüyle hırçınlaşarak yükselişini ve yukarılarda bulutlara kavuşmasını... Gene de geride o unutulmaz görüntü kendini gösterecektir: yağmurlu camın arkasında ıslak gözler... Bir avuç cama dayanmış, öbür el kucağında mırıldayan bir kedicik yavrusunu tutuyor, sadece tutmuyor onu emziriyor...
Bu kez ıslak gözler özleyene bakmıyor. Heyhat! Onu aşıyor, kendi özleminin derinliklerine dalmış halde uzaklara, en uzaklara, galaksilerin bittiği yerlerdeki uzaklıklara dalmış gidiyor. Öyleyse bir trenin üzerimizde uyandırdığı görkemli vahaaahuu sesleriyle bağrımızı delerek uzaklaştığını, bağrımızı delerek oradan varlığımızın içlerine doğru doludizgin akıp gittiğini tahayyül edebiliriz. Niçin olmasın? Madem ki o, o trenin içindedir, özleyen de aynı trenin içinde olmak gerekir. Ayrı kompartımanlarda olsalar da, o kompartımanların kapıları hiçbir zaman birbirine açılmasa da. Kavuşma mümkün olmasa da özleyişi murat haline getirmek niçin düşünülmesin? Niçin?

Yazarın Diğer Yazıları