Osman GERÇEK

Mimar Sinan'ın başına gelenler

Osman GERÇEK

Yaptığı ve ardında bıraktığı muhteşem eserler bakımından Dünya mimarlık tarihinde adından çokça bahsettiren Kayseri Ağırnas doğumlu Mimar Sinan, 1490 senesinde kaynaklara göre gayrı müslim bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Osmanlı payitahtından yetenek avcısı  paşaların, gayrı müslim ailelerin genellikle 8-18 yaş grubunda zeki, çevik ve yetenekli erkek çocuklarının devşirme usulü ile ilmi, siyasi, askeri ve bürokrasi alanlarında yeteneklerine göre yetiştirilmek üzere payitaht İstanbul’a götürdüğünü biliyoruz.

Bu usül daha çok yetenekli çocukların ailesinden koparılması şeklinden çok, ailelerin veya çevresindekilerin çocuğa daha iyi bir istikbal hazırlamak üzere yönlendirmeleriyle uygulanmıştır.

21 yaşına kadar Kayseri’de yaşayan, sayısal zekası, el becerisi ve sanata yatkınlığı bakımından herkesin gözünün üzerinde olduğu genç Sinan’ın bu üstün yetenekleri devşirme yaş ortalamasının çok üstünde olmasına rağmen, payitahta çağrılması, bize daha çok bu üstün yeteneklerle donatılmış gencin bir taşra kasabasında harcanmaması için ailesi veya çevresinin muhtemel talebiyle olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

21 veya 22 yaşlarında Payitahta çağrılan genç Sinan artık Acemi Ocağı’nın kadrolu elemanıdır. Kişisel istikbali ve yaşadığı dünyaya katkı sağlamanın yolunun, zaten o güne kadar yaşamak durumunda olduğu İslam ikliminden ve Bektaşi Ocağı’nın eğitiminden geçtiğini bilmektedir.

32 yaşına geldiğinde o artık Yeniçeri Ocağının bir neferi olarak Sultan himayesinde Osmanlı Ordusunun bir müntesibi olarak, ordu içinde sadece at üstünde veya yaya kılıç ve kalkanla savaşmakla kalmamış, her durumda yeteneği ve becerisiyle ordunun ihtiyacı olan mimari işlerde de  katkı sağlamıştır. Zaten Acemi Ocağı’na girişiyle beraber onun sahip olduğu görsel yetenekleri fark edenler, onu dönemin mimar ve ustalarına yönlendirmiş, zamanının bir bölümünü onların zenaatkarane himayelerinde geçirmiştir.

Kanuni zamanında yapılan Rodos ve Belgrad savaşlarına atlı sekban olarak katılmış, tarihi zafer Mohaç Meydan Muharebesi'nden sonra Zenberekçi başı olmuştur.

Zenberekçi ‘başı’ ile başlayıp, mimar başı (sermimar) oluncaya kadar artık Sinan, bulunduğu tüm konumlarda, idareci, yönetmen, ‘baş’ olarak tafdil edilecektir.
1538 yılında Hassa başmimarı olan Sinan, başmimarlık görevini Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat zamanında 49 yıl süre ile yapmadan önce de onlarca mimari eser vücuda getirmiştir.

98 yıllık bir ömre, sadece sermimar olduğu dönemde 375 adet muhteşem eser sığdıran Mimar Koca Sinan, yaptığı neredeyse hiçbir eserin kitabesine adını yazmamış, mimarlık mühründe "El-fakiru l-Hakir Ser Mimaranı Hassa" yazacak kadar mütevazı bir hayat yaşamıştır.

1588 yılında arkasında yüzlerce muhteşem eser bırakarak Rabbine kavuşan Mimarbaşı Sinan’ın dehası ve üstün zekası ölümünden 347 yıl sonra bir kısım çevrelerin dikkatini çekmiş ve böyle bir dehaya ev sahipliği yapan cismani kafatası nasıl bir etnik, fiziksel özelliklere sahiptir merakıyla Süleymaniye Camii’nin bitişiğinde olan, kendi yapmış olduğu türbesindeki mezarının açılması için özel izin alınmıştır.

1935’li yılların dünya konjonktürüne getirdiği ‘etnik köken’ arayışları, yaşayan insanları olduğu gibi yüzyıllar öncesi ölmüş olan insanların da sözde bilimsel kafatası ölçümleriyle bir kök ve asil kan mensubiyetine itmiştir.

İşte Sinan’ın kabri o yıllarda açılıyor. Şevket Aziz Kansu, mezara girip kafatasını temizliyor. Sonra da Almanya’dan ithal edilen âletlerle Sinan’ın kafatasını ölçmek üzere evine götürüyor: Kafatasının azami genişliğini azami uzunluğuna bölüp 100’le çarparak “kafatası endeksi”ni çıkarıyor. “Dorikosefal” çıkarsa Avustralyalı, Güney Afrikalı ve Aborjin yerlilerine mensup sayılacak, “Mezosefal” çıkarsa ya Avrupalı veya Çinli sayılacak, apotomosefal çıktığı takdirde Ermeni olduğuna karar verilecek, ancak “Brakisefal” çıkması halinde Sinan, “Türk” ilan edilecektir.

Bu faşizan biyolojik araştırmalar kısa süre sonra sonuç veriyor ve Mimar Sinan’ın kafatasının “Brakisefal” olduğuna karar veriliyor ve Mimar Sinan’ın ‘Türk’lüğü tüm dünyaya ilan ediliyor.

‘Mimar Sinan’ın Kayıp Kafatası’ kitabının yazarı Hakan Sökmen, çıkarılan kafatasının tekrar mezara konulmadığını, bunun yerine açılacak Antropoloji Müzesi'nde sergilenmesine karar verildiğini, ancak bu müzenin de hiçbir zaman açılmadığını belirterek şunları ifade ediyor:  ‘Önce depoda saklanılıyor diye bilindi. Sonrasında kaybolduğu ya da çalındığı anlaşıldı. Ardından ise bu konu tam bir şehir efsanesine dönüştü. Kimileri koleksiyonerlerin aldığını, kimileri ritüellerinde ve ayinlerinde kafatası kullanan tarikatların elinde olduğunu iddia etti. Kimileri ise kafatasının aslında hiç çıkarılmadığını, sadece o dönemde çıkan söylentilere karşı bir belge ortaya koymak için böyle yansıtıldığını dillendirdi. Sonuç olarak kafatası halen kayıp ve nerede olduğu bilinmiyor."

Atatürkün bilgisi ve takibinde yapılan, ‘Asil kan’ arayışlarının bu traji komik uygulamasının  bilinen örneği, hâlâ kafalarda çözülemeyen bir çok gizemli soruyu zihinlerde barındırıyor. 

Bu olayın nedeni ve nasılı ile ilgili birçok araştırmacı yazar kafa yormuş ama şu ana kadar hiçbirisi tatminkar bir sonuca ulaşamamıştır.

Bir merhumun öldükten sonra cesedine reva görülen bu hadsiz uygulama, Müslüman olarak yaşayan ve Müslüman olarak ölen bir merhumun, zinhar tasvip edip, müsaade etmeyeceği bir şekilde, ‘heykel’e dönüştürülen cismani formda anılıyor olması ne kadar garip ve hüzün verici değil mi?

Dönemin gazete küpürleri:


 

Yazarın Diğer Yazıları