Nihat KURTOĞLU

Cadıların kazanı Ortadoğu

Nihat KURTOĞLU

      Ecdadımızın kurduğu son Osmanlı İslam devletinin yıkılışıyla genelde bütün dünyada özelde de orta doğuda denge düzen kalmadı. Bu coğrafyanın petrol ve türevleri bakımından zengin oluşu sömürgeci Avrupa Amerika ve Rusya’nın iştahını kabarttı. Tıpkı daha dünkü Irak ve Afganistan işgalleri gibi bir de Suriye vardı ele geçirmek ve sömürmek istedikleri. Aslına bakılırsa zaten Baas rejimleri aracılığıyla dolaylı olarak bu işi yapıyorlardı.

        Ne oldu da Suriye ve Irak Amerikan boğasıyla Rus ayısının çatıştığı bir arenaya döndü? El cevap; Arap baharıyla başlayan emperyalizme başkaldırı ve Ortadoğu’nun yerli halkının kendi kaderlerini tayin etme ve geleceklerini planlama, yönetme arzusu. Tabi durumun vehametinin ve ciddiyetinin   farkında olan dünya efendileri(!) ve güçleri Musa(as.) adlı bir saray sığınmacısının firavunun saray ve saltanatına tehdit oluşturduğunu hakikaten ve cidden anlayan Firavun 2.Ramses gibi, kölelerini kaybetmenin korkusu ile o ana kadar savuna geldikleri bütün demokrasi ve hümanizm kutsallarını cahiliye arapları gibi birer birer yemek suretiyle iktidarlarını, emperyalist hedeflerini ve de petrol gelirlerini kurtarmak amacıyla gerekli girişimlere başladılar. Mısır’da demokratik seçimlerle iktidara gelen Muhammed Mursi gibi, Türkiye’de uzun yıllar tek başına iktidarda kalmayı başaran kadrolar da hiç ummadıkları ve istemedikleri halde demokrasinin nimetlerinden yararlanarak işbaşına gelmişlerdi ve bunların ılımlısına bile güven duyulamazdı. Ortadoğu’da ipler ellerinden tamamen çıkmadan bir şeyler yapmalıydılar. Mısır’da plan hazırdı zaten, ipleri ellerinde olan güçlü kuvvetli Sisi vardı. Bir tek düdük çalmaları darbeyi başlatmaya yetti de arttı bile. Zaten darbelerle diktatörlerle yönetilen Mısır’da ciddi bir mukavemet beklenmiyordu. Dört-beş bin kadar Müslümanın kanının dökülmesi de önemli değildi. Nitekim öyle de oldu. Darbe başarılıydı uluslararası birkaç zayıf kınama dışında ciddi bir direniş olmamıştı. Suriye’de durum çok daha vahim idi. Tam bir iç savaş vardı. Muhalifler paramparça olmuşlar bizim KUVAY-I MİLLİYE gibi bir birliktelik oluşturamamışlardı. Diktatör Hafız Esed’in diktatör oğlu Beşşar Esed halkının vergi ve petrol gelirleriyle almış olduğu bütün konvansiyonel ve kimyasal silahları vicdansızca halkının üzerine boşaltıvermişti. Ona göre 400bin Müslüman değil, terörist(!) öldürülmüştü. Binlerce bebek, kadın ve yaşlı terörist(!). Suriye halkının yaklaşık 1/3’i mülteci durumuna düşmüştü ve halleri dramatikti. Türkiye başta olmak üzere Ürdün, Lübnan gibi birkaç ülke bu yükü yüklenmişlerdi. Bu zaman zarfında Batı’da Amerika’da en çok kar eden, reyting yapan kuruluşlar silah sektöründekiler idi.   Her ne kadar eski İsveç başbakanı gibi akl-ı selim sahibi birileri Ortadoğu’nun dengelerini sağlayan Osmanlı Devleti’ne Avrupalıların minnettar olması gerektiğini ve onun yıkılmasına katkı sağlamanın çok büyük bir hata olduğunu vurguluyor ve Osmanlı’nın dünyada bir denge unsuru olması konusunda hakkını teslim ediyorduysa da,  ne yazık ki bu gerçeği dillendiren çok fazla devlet adamı yoktu. Hele Amerika’da ve Avrupa’da silah fabrikaları tam kapasite çalışıyor yine de yetiştiremiyorlarken hangi Amerikalı veya vahşi batılı böylesine mantıklı olabilirdi. Silah depoları da boşalmış, işler yolundaydı, Müslüman ülkelere dünya kadar silah satılıyor, kendileri milyarlarca dolar kazanıyorken bundan daha iyi bir kâr olur muydu? Hem üstelik akan kan da Müslüman kanı idi. Bir taşla iki değil birçok kuş vuruyorlardı. Daeş gibi ucube bir terör örgütü peyda edip alanda istedikleri gibi operasyon yapabiliyorlardı. Kanser mikrobunu kendileri vücuda zerk etmiş ve yine kendileri onunla mücadele ediyormuş görüntüsünü veriyorlardı. Yani senaryoyu kendiler yazıyor, oyunu da kendiler oynuyordu. Yine dünyaya Hollywood filmlerindeki gibi kendilerini kahraman olarak gösteriyor. Sam amca Süpermen ya da Rambo rolünde idi ve algı operasyonlarıyla sempati toplamaya çalışıyordu. Kendileri bunu başarırken dünyada İslamofobi’yi hortlatmaya ve böylece hızla yayılan İslam’ın önünü kesmeye bir miktar muktedir olmuş görünüyorlardı. Genel olarak operasyon tamamdı. Arap baharı kışa dönmüş, yüzbinlerce Müslümanın özgürlük hayalleri suya düşürülmüştü.

      Yalnız bu kadar mülteci beklemiyorlardı. İki buçuk milyon Suriyeli’yi Türkiye’ye sığınmaya zorlamışlardı. Bu Türkiye’ye ekonomik bir darbe olarak da düşünülmüştü. Türkiye şimdiye kadar yaklaşık beş milyar $ harcamıştı ve bu rakam az para değildi. Bu süre zarfında kendileri de 250 bin $ kadar bir çerez parası vermişlerdi. Bir o kadar Ürdün ve Lübnan’da sığınmacı vardı. Umurlarında değildi. Yeter ki kendilerinin keyifleri kaçmasındı. Ama sığınmacılar onların da kapılarına dayanmıştı. Bunu hiç beklemiyorlardı. Huzuru kaçan insanların huzur kaçırabileceklerini hesap edememişlerdi. Bombalar peş peşe farklı şehirlerde patlamaya başlamıştı. Liderler hep bir ağızdan teröre lanet okudular. Çiçekler koydular mumlar yaktılar. Onlar teröristti, olurdu böyle şeyler. Büyük amaçlar uğruna küçük kayıplar kaçınılmazdı. Aynen kaz gelecek yerden tavuk esirgenmeyeceği gibi. Yalnız ufak bir sorun vardı. Türkiye’de hala o devrilmesi gereken aynı kadrolar iş başındaydı. BM’de yok “Dünya beşten büyükmüş”, yok “One minute! İmiş”, sürekli dünyanın o büyük(!) abilerini eleştiren, emperyalizme zulüm ve haksızlıklara karşı çıkma cüretini gösteren bir Müslüman iktidar hala iş başındaydı. İHH’dan TİKA’ya insani yardım kuruluşlarıyla Gazze’den Arakan’a, Eritre’den Etiyopya’ya kadar uzanabiliyor, insanlara umut oluyor ve mazlumların kalplerine, gönüllerine ümit aşılıyordu. Geziler, 17 ve 25 aralıklar fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Tek parti iktidarının kaçırılmasıyla 7 haziran’ da biraz umutlanmışlardı ancak koalisyon oluşmamasıyla 1 kasımda yapılan tekrar seçim neşelerini kaçırmıştı. Anadolu aslanının sırtı bir türlü yere getirilemiyordu. Bu ise kendileri açısından risk oluşturuyordu. Neyse şimdilik konjonktürel(!) sebeplerden dolayı bu kadroyla barış çubuğu tüttürmek gerekiyordu. Hani şu Kızılderili reisi olan Oturanboğa’nın barış çubuğundan. Tıpkı  1700-1800’ lerde olduğu gibi. Hem de Rus ayısı Putin’in Suriye hamlesinin olduğu bir coğrafyada. Türkiye ne de olsa Nato üyesi stratejik bir dost(!)tu. Ama Türkiye’nin gerçek dostunun kim olduğunu Türkiye çok acı tecrübelerle öğrenmişti artık. Ne bu şarkı burada bitecek, ne de bu kutlu mücadele sona erecekti. Hem Allah© Kur’an ayetinde ne buyuruyordu?;”Ey iman edenler müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin.” Ne mutlu Allah’ı dost edinen iman erlerine, ne mutlu Allah’ın dost edindiği mümin kullarına!..

Yorumlar 1
Oğlun 04 Haziran 2016 20:13

Muhteşem güzel insan en degerlim

Yazarın Diğer Yazıları