Çok üzgünüm. Kürsüye bir kılıçla çıkıp o kılıcı başbakanımıza doğru sallamadığı kaldı.
Aile mahkemelerindeki trajikomik zulümlere şahit oldum, bazı avukatların: "Hocam, aile mahkemelerinde erkeklerin davasını pek almak istemiyoruz, büyük bir ihtimalle kaybediyorlar." sözleriyle çok yaralandım. Merhum Erbakan gibi dünyayı avucunda taşıyan bir liderin, Yekta Güngör Özden'in karşısında ifade vermesi sırasında çok ağladım.
Haşim Kılıç'ın Anayasa Mahkemesi başkanı olmasıyla "Adliye Saraylarının", bazı cübbelilerin sarayı olmaktan tam anlamıyla çıkmayacağını biliyordum ama yine de ümitlenmiştim. Artık mahkemeler, seçilmiş insanları azarlayan, kendilerini seçilmişlerin üzerinde gören kurumlar olmaktan çıkabilir diye…
Çok üzgünüm ve benim seçtiğim insanı azarlama hakkını kendinde gördüğü için ve bana bu travmayı yaşattığı için, ümmetin düşmanlarını bu kadar sevindirdiği için Haşim Kılıç'a hakkımı helal etmiyorum. Ta ki özür dileyene kadar…
O öfke dolu yüzü, daha bu dünyada bile kayda alındı. Niyetinin ne olduğu da Rabbimin kamerasıyla ortaya çıkacak. Ben buraya sadece bazı cümlelerini aldım. Şu cümlelerine bakar mısınız:
"Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır."
Çok doğru da ya cübbelilerin keyfi davranışlarını kim sınırlayacak Haşim Bey?
"Yargı, milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır. Son dönemde yargı bu konuyla ilgili olarak paralel devlet ya da çete diye nitelendirilen çok vahim çok ciddi ve çok ağır bir suçlama ile karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışıp kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir. Bugün itibariyle bırakınız ceza davalarını en basit alacak davaları bile tartışamaya açılmış ve yargıya olan güven ağır yara almıştır. Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruların % 70'inin adil yargılanma konusundaki şikâyetler olduğu gözetildiğinde, yargı organlarımızın topluma sunduğu adaletin hangi düzeyde olduğunu sorgulamak zorundayız.''
Aynen katılıyorum. Özellikle de yargıya olan güvenin ağır yara almasına… Size bu husus % 70 olarak yansımış ama bu mahkemelere güvenmeyenlerin oranı bu sayının da çok üzerinde. Hatta aile mahkemelerinde yaşadıklarımı yaşamamış olsaydım da başka biri anlatmış olsaydı belki de inanmazdım. Bunlar doğru, malumun ilanına ne gerek? Ancak yargıya olan güven ağır yara almışsa bunun en önemli nedeni seçilmişler mi; nefsinin, gururunun, belki bir partinin, cemaatin, belki de global çetenin, militanı gibi çalışan bazı yargıçlar ya da savcılar mı? Ya da davayı manipüle etmeyi profesyonellik addeden bazı avukatlar mı?
''Gerek yargıda gerekse yürütme organı içinde var olduğu iddia edilen bu kişilerin başka illere tayin edilerek ya da yerleri değiştirilerek sorunları çözmenin anlamsızlığı açıktır."
Emredersin(!). Şu cümleyi dikkatle yeniden okur musunuz? Şu cümle bir Anayasa Mahkemesi başkanının üstüne vazife mi Allah aşkına? Bir ülkenin güvenliğini tehdit eden yapılanma karşısında hükümetim tedbir almayacaksa biz onları niye seçtik? Bizim can, mal, akıl, nesil, din emniyetimizi sağlasın diye seçmedik mi onları? Yasamaya ve yürütmeye talimatlar verme hakkını cübbenizde sanıyorsanız cübbenizi çıkardığınızda geriye ne kalacağını iyi düşünün.
"Demokratik hukuk devletlerinde tehdit ederek, korkutarak sorunların çözüldüğüne ilişkin örnekleri göremezsiniz." diyor.
Hiç kusura bakma! Seçilmiş insanlar beni tehdit etmiyor, korkutmuyor. Millet onları istemediği zaman gönderir. Ben sizden korkmaya başladım, göreviniz olmayan şeylere karışmanızdan, size ait olmayan yetkileri kullanmanızdan, iç hukuk yolları bitirilmeden bazı davalara -hem de öne alarak- bakmanızdan korkuyorum.
Bunlarla da kalmıyor, sığ bir muhalefet ağzıyla, başbakanın gömlek değiştirmesine kadar gidiyor. Bu sözü 1930'lu yılların gömleğiyle gezen Kılıçdaroğlu'ndan duymaya alışmıştık ama bir Anayasa Mahkemesi Başkanına yakıştı mı bu söz? Biz Başbakanımızı terakkiye talip olduğu için, gelişebildiği için seviyoruz. Biz, değişemeyen, kör kilitler vurulmuş zihinlerden korkuyoruz.
Çok üzgünüm, çünkü yargıya olan güvenim; Haşim Kılıç'ın bu konuşmasıyla daha büyük yaralar aldı.
Beş benzemezin cumhurbaşkanı adayı olabileceği üzerinde duruluyor ama sanmıyorum. O, aday olabilmek için bu konuşmayı yapacak kadar onursuz bir insan değil. Son zamanlarda nefsine, bilgi eksikliğine ve öfkesine yenik düşmüş olabilir ama mazisi temiz. Sami Selçuk ısrarla belirtir ya: "Biz sadece önümüzdeki dosyaya bakarız." diye. Önlerindeki dosyadan büyük resim görünmüyor; Mısır'ın, Suriye'nin nasıl bu duruma düşürüldüğü, küresel sermayeyi de ele geçiren Siyonizm ve Haçlı ittifakının, Müslümanları köleleşmek ve ölüm arasında nasıl bir tercihe zorladığı, müstevlilerin artık ülkeleri içeriden işgal ettiği o dosyalarda görünmüyor. Herkesten de bir Cemil Meriç bir Tayyip Erdoğan olmasını bekleyemezsiniz.
Gerginliğin ülkeye verdiği zararı anlatırken ülkeyi bu kadar germek; ne büyük çelişki ne büyük talihsizlik. Ne olur, Ömer Egesellerden, Savaş Vurallardan, Yekta Güngör Özdenlerden, Ahmet Necdet Sezerlerden, Abdurrahman Yalçınkayalardan, Sabih Kanadoğlulardan… farklı olduğunu ortaya koysun ve hukukçuların da gülebildiğini, ağlayabildiğini göstererek çıkıp millettin temsilcilerinden özür dilesin. Böyle bir davranış onu küçültmez, büyütür.
Başbakanımıza gelince… Temel'i asmaya götürürken son dileğini sorduklarında: "Ha pu pağa ters olsun. (ha bu bana ders olsun)" demiş ya… Bu çatıkkaş, "Her şeyi ben bilirim, benim dışımdaki cümle âlem cahil…"tavırlı bazı hukukçuların yerine empati yapabilen, bu dünyanın bir devremülk olduğuna, dolayısıyla gerçek hayatta kendilerinin de hesap vereceğine inanan, hakkın tecellisi için kılı kırk yaran hukukçuları yetiştirmek için galiba Hukuk Fakültelerinin ıslahından; yetmezse inşasından başlamak gerekiyor.
Selam ve dua ile…