“Ferde, kendi yaşantısı yoluyla istenir tavırlar, davranışlar, alışkanlıklar, beceriler kazandırmaktır.” tanımı, eğitimin genel kabül gören tanımlarından biri. Eğitim genelinin “Niçin, neyi, nasıl öğretelim?” kadim sorusu, din eğitimi için de geçerlidir tabi.
El Rab, korunmuş kitabında, kulundaki istenir değişiklikleri açık seçik verdiği hâlde kullar, fırkalar, mezhepler ya da devletler; amaçlarının itikat ve ideolojilerinin farklılığı paralelinde istendik değişiklikler tasarlamışlardır. Rasulullah’ın vefatından sonra harekete geçen masa, kasa ve asa sahipleri; dini büsbütün yasaklamanın riskini göze alamamış ve kendi çıkarlarına uygun, paralel dinler inşa etmiş ve gerçek İslam’la uydurdukları dini tedricen tebdil etmeye başlamıştır. O günden bu tarafa kullara ve kul yapısı kaynaklara kutsiyet izafe ederek Allahın kitabını örtme gayreti günümüze kadar gelmiştir. İndirilen dini açığa çıkarma gayretindeki âlimlerimizin, akademisyenlerimizin nasıl linç edilmesi gerektiği de bu uydurulmuş dinde öğretilmiştir.
İçindeki küçük bir azınlık istisna, İlahiyat Fakülteleri, Diyanet ve Eğitim Bakanlıkları da bu tahrifattan nasibini almışken yani virüs doktora da bulaşmışken gerçek din eğitiminin ufukta görünmediğini söylemek, karamsarlık değil hakikâtin tespiti olur.
“Niçin öğretelim?”in cevabı; Allah’ın dinini bireysel ve toplumsal boyutlarıyla bireye ve topluma hâkim kılmak olmalıydı. Çerçevesini daraltmadan ve genişletmeden… Allah’ın koyduğu hükümlerden taviz vermeden ama hiçbir kulun da yama yapmasına müsaade etmeden. O’nun dininin bütününe talip olarak ve bütünlüğünü bozmadan… Ataların birikiminden yararlanarak ama ataları ululamadan… Zira nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsun, hiçbir kimsenin, grubun, mezhebin, milletin… dinden anladığı; dinin tamamı değildir, birçoğunun din adına anladığının tamamı da dinden değildir.
Bugün din eğitimi, sadece okullarda verilmiyor. Çok farklı amaçlarla, farklı mekânlarda, farklı kaynaklardan ve farklı tekniklerle din eğitimi yapılmaktadır. “Müslümanım.” diyenler arasındaki çok renklilik ve çok seslilik(?) bu farklılıklardan olsa gerek.
Dinin bütün hayatı kuşattığına inanan Müslüman’la, dini sakalıyla şalvarında yoğunlaştıran Müslüman; kendi kaynağından anlayan Müslüman’la ululadığı birinin iki dudağı arasına sıkışan Müslüman; dinin bütün emir ve yasaklarını benimseyen Müslüman’la belli sayıdaki farzlara indiren farzlara farz ilave eden Müslüman; onu evrensel boyutlarıyla kavrayanla, İngilizlerin çektiği sınırlar içerisinde anlayan Müslüman; üstünlüğün takvada olduğuna inanan Müslüman’la kendi şehrinde doğanları daha faziletli sanan Müslüman, muhakkik Müslümanla geleneği din zanneden Müslüman, “Gavurun topuna da Müslüman’ın topuna da maşallah diyen” Müslüman ve hatta Müslümandan tarafa olan Müslümanla Siyonizm- Haç ittifakından tarafa oynayan Müslüman… Hepsi aynı çarşıda.
Şekil tamam (Hatta fazla.) öz eksik. Oruç tutan, naamaz kılan çok, cuma ve teravih kılan daha da çok; dürüst ve adil olan az, tefekkür neredeyse yok.
Aslında meselemizin kaynağı, kaynak farklılığıdır. Kaynak farkılığını ya da gerçek kaynağın sair kaynaklarla tebdilinin insanı/ toplumu nerelere götürebileceğini şu günlerde anlayamıyorsak daha ne zaman anlayacağız? İslam’ın yanılmaz kaynağı, ancak Kuran ve “Yürüyen Kuran”dır. Sair kaynakların, hazretlerin, menkıbelerin… Furkan’la ölçülüp tefrik edilmemesidir.
“Dini nasıl öğretelim?” sorusuna geçmeden öğrenmenin kısa bir tahlilini yapmakta fayda var:
Yaşantı yoluyla elde edilen yeni bilgilerden bazıları zihne ulaştığında, orada daha evvel bulunan bilgilerle uyum içinde yerine geçip oturur. İlgili konuda hiç bilgi yoksa merdivenin ilk basamağı olur, orada aynı konuda bilgiler varsa da (şimdilik) son basamağı. Ancak zihindeki bilgilerin ve zihne ulaşan bilgilerin hepsi bu kadar uysal değil, çünkü yeni giren bilgilerle mevcut bilgiler arasında hır çıkabilir. Bu bilgiler birbiriyle bağdaşmayabilir, çelişebilir, çatışabilir.
Bağnaz insanlar bu çatışmayı çok kolay halleder. Zihnindeki kıdemli bilgilerle çelişen yeni bilgileri reddeder, araştırma zahmetine girmek istemediğinden ya da kendinde araştırma gücü bulamadığından yeni bilgilere hayat hakkı tanımaz, belki de bu yeni bilgilere ve bu bigilerin kaynağına saldırır.
Muhakkik insan, anahtar sorusunu sorar: “Ya eski bilgilerim yanlışsa?”
“Bütün mesele bu sorunun başındaysa soruveririz ya da sorduruveririrz adam!” demeyin. Bu soruyu sormak o kadar kolay olsaydı Kuran’daki “İnsanların çoğu” ya da “İnsanlar” diye başlayan ayetler olumsuz bitmezdi. Bu soruyu sorabilecek insanın önyargısız olması gerekiyor. İnsanları ululamaması, bazı insanlara karşı da yargısız infazda bulunmaması gerekiyor. “Benim atam, benim köyüm, benim şehrim, benim âlimim, benim mezhebim, benim liderim, benim ehl-i şiam, benim ehl-i sünnetim…” engellerini dünden aşmış olması gerekiyor.
“Ya yanıldığımı anlarlarsa?” kaygısından kurtulmuş olması, hatta bir iki adım daha giderek yanılgısının ortaya çıkmasına sevinmesi gerekiyor. İnsanları mutlak âlimler ve mutlak cahiller olarak ayırmaması, insanların bazı sahalarda âlim bazı sahalarda cahil olabileceğini bilmesi gerekiyor. En önemlisi de İlah’ı ilah yerinde, kulu kul yerinde görmesi gerekiyor.
“Ya önceki bilgilerim yanlışsa?” sorusu, meseleyi masaya yatırmanın ilk adımıdır. Tahkik neticesinde önceki bilgi pekiştirirlip yeni bilgi reddedilebilir, yeni ve eski bilgiler bağdaştırılablir (uzlaştırılabilir) ya da eski bilgiler reddedilebilir.
O konudaki eski bilgilerin tamamı reddedilecek öyle mi? Bunca emek, bunca çaba, merdivenin bunca basamağı… Evet, gerekirse tamamı. Bu, döneklik olmaz mı? Hayır, terakki olur.
İyi de bunca nüfuzu, bunca parayı zihnimizdekiler sayesinde kazanmışsak? Zihnimizdekilerin reddi, bunların da reddini gerektirirse? İmtihanın püf noktası da burası mı ne?
İmtihanı başarıp salih insan olmaya karar vermişsek eski bilgilerle yeni bilgilerin çatışması sürecini bulanıklık kabul ederek bundan korkmak niye ki? Hem pınarı temizlemek isteyeceksiniz hem de onun bir müddet bulanık kalmasına razı olmayacaksınız.
Bütün bunları toparladığımızda “İki günüm birbirine eşit olmasın.” diyorsak görüşlerimizi dondurmamak, doğru zannedilen bazı bilgilerin zamana ve mekâna göre doğru ve yanlış olabileceğini hesaplamak zorundayız. Hele hele de anahtar soruyu sormak: “Ya ben yanlış anlamışsam?” Bu soru çok bildiğini zanneden insanların kibirlerini hakikatin üzerinde bir perde olmaktan da çıkarabilmeli ve insanı meselenin tahkikine götürmelidir.
Bugün insanlar, gruplar harıl harıl din tebliğ ediyorlar. Kendilerine göre de din eğitimi faaliyeti içindeler. Bunların birçoğu sevap kazandığını zannediyor ama kendi spastik özürlerini başkalarına da bulaştırmaktan başka bir şey yapmıyor.
Sadece cenaze törenlerinde anlatılan dine baktığımda beni bir yeis sarıyor ve “Allahın dinini doğru anlatabilmek için nereden başlanmalı?” sorusu beynimi zonklatıyor. Çünkü ben de hiçbir yetkim olmasa ve dokuzuncu bölükten biri olsam bile bu toplumun içindeki bir mükellefim ve bu imtihandan bana da bir pay düşecek.
“Niçin, neyi öğretelim?” sorusunun cevabını netleştirmeden “Nasıl öğretelim?” sorusuna nasıl geçeceksiniz? Onlarda olduğu gibi bu sorunun cevabını ararken de Kuran ve bilimsel gerçekler sarfınazar edilmiş ve onun yerine bir tarafta din adına anlatılan İsrailiyat, Yunan felsefeleri ve bunlarla beslenen atalar kültürü; diğer tarafta Batı kaynaklı kirli, çelişkili moda söylemler egemen olmuştur.
Amaç, konu ya da yöntem… Gerçek din eğitimini kurmanın tek yolu, tevhit algısını doğru kurmak, bunun için de tek korunmuş kaynağı merkeze almaktır. Aksi hâlde, “Elin dini tahrif edildi, bizim dinimiz tahrif edilmedi.” edebiyatı ve kulların rızasını kazanma amaçlı moda söylemler, bizi ne bu dünyada ne öbür dünyada kurtarabilir.Tahrif edilemeyen, sadece Kuran’dır. Hani şu ölülere okuduğumuz, pazar payımızı genişletmek için törenlerde okuduğumuz, “Tümden gavur olmuş” demesinler diye düğünlerde “Dilara” ve “Salla Yavrum Salla” arasında gözümüzü yumup yüzümüzü ekşiterek okuduğumuz Kuran var ya, işte o. Hani din eğitiminde bile anlamaya yanaşmadığımız, anlama zahmetine girmediğimiz ama “Ne güzel!” okuduğumuz, “ne güzel okunması” eğitimini verdiğimiz kitap…
“FETÖ” ile mücadele önemlidir, ancak daha önemlisi “FETÖ”ler yetirştiren ortamı sorgulamaktır. Din eğitiminin bu bilinçle yürütülebilmesi için fiilî duaya çağırarak…
Bir fiilin yada bir ictihadın Kur'an a uyup uymadığını her birey kendisi anlaya bilir mi? Rasûlullah buyuruyor ki; haram belli helal belli, bunların yanı sıra bir cihetle harama ve bir cihetle helale benzeyen şüpheli şeyler var. Kimde şüphelilerden uzak durur ise dinini ve ırzını korumuş olur. 4 büyük mezhebin imamları haram yada helal olanı degil zaten insanların kafasında karışıklığa sebep olacak meseleleri içtihat etmişlerdir kendi getirdikleri deliller yada kıyaslarla. Eski bildiklerim hadi yanlışsa? sorusu hak olan hükümleri bırakıp dini akıl ve mantığa indirgeyen reformistlerin peşinden gitmeye sevk etmez mi kişiyi? Yenilik adına haşa Allah gaybı bilmez diyen çıktı. Ademin babası var, Kur'an söylüyor diyen çıktı ve aynı adam maymunlarla bir yerde birleşiyoruz dedi. Başka bir aydın profesör yada düşünür adını siz koyun çıkıp bende daha iyisi var meryem anamız aslında aynı zamanda meryem babamızdı çünkü o çift cinsiyetli idi!! demedi mi? Buna benzer profesör bozuklukları, ayakkabıdan kurban olur, iki gencin nikah olmadan birbirleriyle para elde etmeden cinsel münasebetleri zina olmaz demedi mi? Çıplak namaz kılınır diyenmi dersin, abdestsiz Kur'an a el sürülür diyenmi dersin daha neler neler hepsini nasıl sayalım be üstad... Bütün bu yenilikler eskiye kurban olayım dedirten türden şeyler degilmi. Eli haram degmemis hiç bir dünya menfaati gözetmeksizin ölçüsü yalnız Kur'an ve sünnet olan milyonlarca alim dururken cahil ve perspektifi batınınkine benzeyen batının demokrasi ve insanlık anlayışına dinimizi uydurmaya calışan sahtekarları ölçü almak veya eskiler yanlışsa? sorusunu kendimize sormak onların emeklerine saygısızlık olmazmı? saygılarımla...