Prof. Temel, pirelerle ilgili deney yapacak ya… Pireyi masanın üzerine koyuyor ve komut vermeye başlıyor:
-Yürü pegayum! Pire yürüyor.
-Koş pegayum! Pire koşuyor.
-Atla pegayum! Pire atlıyor.
Sonra Prof. Temel asistanına dönüyor ve:
-Pirenun ayaklarinu çes, diyor.
-Efendim Hocam?
-Ayaklarinu çes daa!
Asistan, pirenin bütün ayaklarını kesiyor. Prof. Temel pireye aynı komutları veriyor:
-Yürü pegayum! Pirede hareket yok.
-Koş pegayum! Pirede hareket yok.
-Atla pegayum! Pirede hareket yok.
Prof. Temel, aradığını bulan bir bilim adamının sevinciyle bağırıyor:
-Puldim oni!
-Neyi buldun hocam?
-Ha uşağum anlamayi misun, ayakları çesulen pirenun kulaklari da tuymayi, daaa!
Bilmek ve düşünebilmek, birbirinin işbirlikçisi, birbirinden doğan, birbirini doğuran kavramlar. Bazen biri diğerinin önüne geçse de çoğu zaman atbaşı gider. Birlikte ilerlemediklerinde ya da birinin ihmali hâlinde insanın yanlış, çarpık sonuçlara varması muhtemel. Bir konuda bilgili insanla bilgisiz insanın düşünmesi muhakkak ki farklı. Ancak biz yüzyıllardır bu evliliğin düşünebilmek tarafını ihmal ettik galiba. Düşüncenin ihmali; birbiriyle çelişip çatışan, yanlış, gereksiz, kalıplaşmış bilgilerin zihnimize üşüşmesine sebep oldu ve beynimiz, evinde çöp biriktiren insanların evleri gibi oldu.
Bilmenin ve düşünebilmenin, her babayiğidin harcı olmayan bir ileri merhalesi düşündürebilmek; her babayiğidin harcı değil, çünkü düşündürebilme seviyesinden başka öğretmenlik sanatı olan düşündürebilme sanatını da gerektirir. Ancak oraya varmadan bilmenin ve düşünebilmenin iki muhtemel sonucundan bahsedelim: Birinci sonuç amel.
“Salih amel” demedim, çünkü “bilgi” dediğiniz şey; kötünün elinde fosfor bombası, iyinin elinde ilaç olarak tezahür edebilir. Kuran’daki “salih amelin” karşılığının eğitim kitaplarındaki karşılığı istenir/ istendik davranış olduğu düşünülebilir mi? Bir kere salih ameli Alllah, istenir davranışı kullar belirliyorsa ikincinin, kaynağı çok olduğu için tanımı ya da algısı da çok olacaktır. Vahiyden koptuğunuzda yeryüzündeki insan sayısı kadar ya da bu insanları güden otoriteler kadar “istenir/istendik” çıkar. Ahirete yakinen inanmayan, dolayısıyla da sömürebilmeyi eksene alan otoritelerin de sömürü karşısında cıyaklamayan insan tipini istenir kabul etmesi tabiidir.
Bizim bu görüşümüze karşı olanlar, “Sanki ‘Müslüman’ım’ diyenler arasında bir mutabakat mı var?” derlerse haklarını hemen teslim ederim. Çünkü bugün Müslüman olduğunu iddia edenlerin çoğu vahye sırt dönerek, tek ilahî ve korunmuş kaynağı sarfınazar ederek yine kullar tarafından oluşturulan kaynakları eksene almaktadırlar. Yüzyıllarca kemikleştirdikleri muharref ve bir bakıma paralel İslam’a, Allah’ın dinini doğru anlatanları çapraz ateşe alacak kadar sıkı sarılmışlardır. Dolayısıyla bu “dindarlar”, dini sömürü aracı olarak görmekte ve “dinsizden” daha zalim ve tehlikeli olabilmektedirler.
Fıkra bu ya, Bir İngiliz, Afrika’da gezerken kendini adam yiyen bir kabilenin içinde bulur. Yerliler İngiliz’i kaptıkları gibi kazana atarlar ve etrafında dans etmeye başlarlar. Bu arada İngiliz dans edenlerden bir yerliyi tanır:
-Ben seni tanıyorum.
-Tabi tanırsın, ben Oxford mezunuyum.
-O halde beni nasıl yiyebilirsin ki?
Elinde kargıyla dans etmeye devam eden yerli:
-Tabi ki çatal ve bıçakla, der.
Bizim Müslümanlar(?) da diğer kardeşlerini tabi ki “Allahu Ekber!” diyerek öldürüyor, hatta öldürmeye çıkmadan namaz kılıyor, öldürdükten sonra üstüne içtiği soğuk suyu da besmele çekerek ve üç parçada içiyor. (Amacım kulların oluşturduğu kaynakları yok saymak değil; o kaynakların, Kuran’ın yerine ikamesine dikkât çekmek.) Velhasıl, bilmek ve düşünebilmek imandan ve amelden kopamaz; ancak bu iman gerçek iman, bu amel salih amel olmayabilir.
Bir kişi, bilerek ve düşünerek kıstasları Kuran’la belirlenen gerçek imana ve salih amele ulaşırsa muhakkak yalnızlaşacaktır ki ikinci sonuç budur. Çünkü toplum, gerçek ilahından koptuğunda sahte ilahlar üretecektir. Cahilî toplum, sonra da sahte kutsallar ve bu sahte ilahlar etrafında kenetlenir. Bir sahte kutsala karşı mücadele eder görünenler de kendi tabusu adına yürütür bu kavgayı. Birbirine karşıymış gibi görünen ama aslında birbirinin simetrisi olan yanlışlardan birine adamanız gerekir kendinizi. Gelenekleşen, kutsanan, çerçeveye alınan ve masayı, kasayı, asayı elinde tutan tuğyan güçleri tarafından zaman zaman formatlanan bu yanlışların dışına çıkmanız hâlinde toplumun neredeyse tamamının hışmına uğrarsınız; çünkü o toplumu da tagut kendi çıkarları ekseninde biçimlendirir. Ya sağcı olacaksınız ya solcu, ya Sünnî olacaksınız ya Alevî, Ya ateist olacaksınız ya da insanların uydurduğu egemen dine / ataların dinine / paralel dine tabi olacaksınız. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bütün hayatınızı kuşatması gereken gerçek dine teslim olmamanız durumunda sahte dinler bütün tavırlarınızı, alışkanlıklarınızı, davranışlarınızı murakabe altına alır; nasıl, neye inanacağınıza, nasıl yaşayacağınıza o karar verir; evinizdeki perdeye kadar o seçer, kızınıza nişanda bindallıyı, düğünde iki bin dallıyı o giydirir. Ve sizi Rahmetli Karakoç’un veciz ifadesine getirir:
“Namussuzluk yapın.” derler, yaparız;
El uzatır, “Öpün” derler, öperiz;
Put gösterir, “Tapın.” derler, taparız;
Biz ne bilek beyim; böyükler bilir.
Bilmek ve düşünebilmek, gerçek imana ve salih amele ulaşırsa da düşündürebilmek merhalesinden önce mündemiç (içkin) değişiklikler yapar/ yapmalıdır. İnançlarımızı yapılandırır, yine bizde Allah tarafından istendik tavır, alışkanlık, davranış değişikliklerine sebep olur. Böyle olmuyorsa bunların hamallığını neden yapıyoruz ki?
Daha ileride olan düşündürebilmek; aşkındır, bilmenin ve düşünebilmenin dışa açılmasıdır. Bu dışa açılım, kelimelere bakarsanız, bir paylaşımdır ve yalnızlığınızı gidermeyi çağrıştırır. Ancak küçük bir azınlıkla paylaşmaya, dayanışmaya sebep olsa da toplum genelinde sizi yalnızlaştırır. Çünkü doğru düşünen ve doğru düşündürmeye çalışan insan, toplumun hapsolduğu çerçeveleri dışarıdan göstermek isteyecekse ya da çerçevenin dışındaki tasavvurları göstermeye çalışacaksa toplumu çerçevenin dışına çekmeye çalışacaktır. Bu da yalnızlaşmaktan da öte, dışarı çıkmamak için direnen toplumun şiddetini çekmeyi göze almanızı gerektirir.
Tarihin her döneminde, bilmek, düşünebilmek ve düşündürebilmek yolculuğunda yalnız da kalsa şiddet de çekse yola devam edenler, hatta canını bedel edenler olmuştur. Ancak Rahmetli Cemil Meriç’in ifadesiyle “nasların peçesini sıyırıp” bir İamam-ı Azam, bir Mehmet Akif, bir Cemil Meriç seviyesini yakalamanın kaç kişiye nasip olacağı ayrı mesele, o seviyelere ulaşsanız bile onların ödediği bedeli de ödemeniz gerekecek.
Peki, şu yalancı dünyada “uyup hazır olan topluma / daha doğrusu toplumu biçimlendiren erklere ” rahat rahat yaşamak varken mütefekkir neden düşündürebilmek için bunca çileyi göze alır? Hatta zamanla ne olur da çilesini sevmeye, zevk edinmeye başlar? Muhakkik ve takva sahibi Müslüman için “sorumluluk bilinci” diyelim; Galileo neden giyotini göze alarak dünyanın döndüğünü haykırmak zorundaydı ki? Bilmek düşünebilmeyi, düşünebilmek bilmeyi doğuruyor ama her iksi, belki de birleşerek düşündürebilme isteğini, azmini üretiyor olmalı. Bu paylaşma, düzeltme, düşündürebilme azmi; fıtratımızda olmasın? Allah’ı kendi aklınca tanımama azim ve kararı kulun olsa bile fıtrat / sünnetullah Allah’ın. Yani münkir, Allah’ın arzında, O’nun koyduğu sebep- sonuç yasaları zinciri içinde, O’nun çalıştırdığı ciğer’den, O’nun verdiği nefesle, O’nun verdiği sesle O’nu güya yok saymaktadır. Neden “güya” dediğimi isterseniz Mısır’da yaşanan bir olayla anlatmaya çalışayım:
Avrupa’da tahsil görüp Kahire’ye dönen biri arkadaşına:
-Ya, belki kızacaksın ama ben ateist oldum; demiş.
Arkadaşı:
-Hayır, inanmıyorum; deyince de;
-Vallahi ateist oldum bak! diyormuş.
Fikir mahpuslarının dönüp dönüp bildiğini, düşünebildiğini, alıştığını okuması; dışarıyı görenler için tabi ki anlamsız. Ancak düşündürebilme azmindeki insanın düşünemeyenlerden şikâyeti de bir bakıma kendi var oluşlarının inkârı olmaz mı? Paranın parayı çektiği gibi tefekkür de tefekkürü çekiyorsa mütefekkir için geriye dönüş / irtica giyotinden daha da dayanılmaz olacaktır. Bu doğruysa ve yola devam edeceklerse çilelerine âşık olmaktan başka ne kalıyor ki?
Niyazi Mısrî’nin felsefesini eleştiririm, ama şu beyti özellikle bu bağlamda ne güzel:
Bürhan sorardım aslıma, aslım bana bürhan imiş;
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.
Yorumlar 1
Sinan Zengin 28 Eylül 2016 11:17
haktan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhan yüzü... saygilarimla muzaffer hocam