Bugün de onu takip edeceğim. Her gün süslenip püslenip çıkması hiç hoşuma gitmiyor. Huylanıyorum, gıcık kapıyorum, nefret ediyorum ondan. Dudaklarına kırmızı ruj sürüyor, saçını başını düzeltiyor, lacivert bir fular takıyor. Neymiş efendim, gözlerinin rengini ortaya çıkarıyormuş. Çıkarırım senin o gözlerini. Kulaklıklarını takıp gülümseye gülümseye, zıplaya zıplaya bir yürüyüşü var ki gören bu dünyada olmayan bir yere basıp yürüyor zannedecek. Ne kadar da yapmacık, ne kadar da sahte.
Nihayet şimdi evden çıktı. Kırmızı ruj, lacivert fular sokağın hemen başında bez çantasından cep aynasını çıkardı. Dudaklarını kırmızıya boyadı. Dudaklarını birkaç defa emip patlatırcasına dışarı bıraktı. Şıkıdım şıkıdım giyinmiş, kulağında yine kulaklık, otobüs bekliyor haspam. Şimdi ona görünmeden aynı otobüse nasıl bineceğim?
Telefonuna bakıyor. Belli ki müziği değiştirecek. Bir süre telefonla oyalandı. Telefonu kapatıp küçük, süslü bez çantasına koydu. Sonra bir şey hatırlamış gibi tekrar çıkardı telefonu. Saati kontrol ediyor. Bereket, otobüsü beklememeye karar verdi. Şu yokuşu inmek kolaydı nasıl olsa. Aşağı indi mi vitrinlerin kenarından kıvrıla kıvrıla buluşmak için gideceği pastaneye varması, yirmi dakikasını almazdı. Kulaklarını ve o pis içini dolduran müzikle bunu yapması ona daha hoş mu göründüğünden mi nedir yola koyuldu. Kendisini takip ettiğimden haberi yok. İçim nasıl da kin dolu. Beni görürse de görsün. Görürse her şeyi yüzüne tükürürcesine söylerim. İntikamım kötü olacak. Fotoğrafını çekip sesini kaydedeceğim. Görsün bakalım böyle sevinçle yürüyüp aşk ateşi içinde gezinmek neymiş. Şapkamın altında kendimi güvende hissediyorum. Taktığım gözlük de beni yeterince gizliyor zaten.
Yokuşu nerdeyse koşarak indi. Vitrinlerin olduğu caddeye çıkınca bir çirkin komiklikle karşılaştım. Her vitrinde kendine bakıyor bizimki. Kırmızı ruj, lacivert fular, boyalı iskarpinler, pileli etek. Bir insan her vitrinde kendine bakar mı? Ne kadar da yapmacık Allah’ım. Ne kadar da gıcık. Saçlarını düzeltmeler, gözlerini açıp kendine bakmalar, fuları düzeltmeler, dudaklarını emip patlatırcasına dışarı bırakmalar, bir sağa bir sola dönüp kendine bakmalar… Seni hain, yolacağım senin o permalı saçlarını.
Gideceği pastaneyi biliyorum. Ben de o pastanede Samim’le buluşmuştum. Samim ikimizi de idare ediyormuş. Ona da öfkeliyim, ona da hıncım çok büyük, patlarcasına ama en çok Neriman’a. Bu kız bir, bir pislik böceği. Aklıma gelmiyor işte, en çirkin sözleri söylemek istiyorum ona.
Pastanenin hemen yanındaki bijutericiye girdi. Belli ki güzel bir koku alıp sürünecek. Ondan hemen önce pastanenin en dip köşesine gidip onu bekleyeceğim. Samim çoktan gelmiş telefonuyla oynuyor. Onları en iyi göreceğim en yakın yere oturdum. Maskemi takıp kırmızı ruj, lacivert fuların gelişini bekliyorum.
Neriman, bizim komşumuz. İki katlı evleri var. Biz, onların yanındaki bahçeli evde oturuyoruz. Her şeyimi onunla paylaşırdım. Beraber ders çalışır, beraber gezer, okula beraber giderdik. Hatta bazı elbiselerimizi birbirimize verir, değişerek giyerdik. Bütün sırlarımı biliyor. Samim’i de. Samim; kumral saçlı, beyaz tenli uzunca boylu bir çocuk. Üniversiteye gidiyor. İlk ben gördüm, ilk ben sevdim onu. Neriman’a söyledim de. Neriman’ın da olduğu bu pastanede onunla kaç kere oturduk. Güldük, kahkahalarımız hep Samim’in güzel, manalı, derin gözlerinin içinde ve onun buğulu o ne konuştuğunu hiç duymadığım sesinde kaybolduğum zamanlarda eridi.
Neriman, Samim’i ne kadar sevdiğimi biliyordu. Neriman’ın sevmediğim bir özelliği vardı. Ben; yeni bir elbise, yeni bir telefon, saat veya fular alsam onlardan hep kıskançlıkla bahsederdi. Kendisinin de aslında alacak gücü varmış da şimdi almanın ne lüzumu varmış. Biliyorum kıskanıyor beni. Hem ben ondan daha uzun boyluyum, daha güzelim, daha çalışkanım. Bir gün sonra benim aldığım elbiseye benzer bir elbise, bir saat veya bir fular aldığını görürdüm. Babası da illallah etmişti. Evlerinden hep bağırtılı, çağırtılı, ağlamaklı sesler gelirdi. Zavallı adam, dayanamaz bir gün sonra gidip istediklerini alırdı. Adeta nispet yapar gibi bir gün sonra sanki hiçbir özenme bezenme yokmuş gibi şıkıdım şıkıdım beni çağırır çarşıya çıkarırdı. O günlerde hep neşeli, hareketli içi müziklerle doluyormuş gibi sevinç içinde olurdu. Sanki için için benden intikam almış ve beni yenmiş hissiyle bana bakardı.
Bunların dışında aslında iyi kızdı. Babasıyla annesinin kavgalarını anlatırken o kadar içten, o kadar saf, o kadar ağlamaklı konuşurdu ki onu kucaklar, başını boynumun üstüne koyar, saçlarını okşayıp avuturdum. Bir gün sonra kıskançlığı geçer, aldığı yeni elbiseleri benim de giymemi ister, benim üzerimde daha güzel duracağını söyleyip ısrar eder; giyene kadar beni buna mecbur bırakırdı. Sonraları Suna’ya- ikimizin de ortak arkadaşımız- Berrin’in üzerindekiler benim elbiselerim; giymek istedi sevinsin diye ben de izin verdim dediğini de duydum. Seni bitirmez miyim ben. O sahte o melun gözyaşları…
Samim’i gördüğü o ikinci gün kafasına koymuş. Nasıl oldu bilmiyorum ayartmış işte onu. Samim onda ne buldu bilmiyorum. Bir kere içi boş, okumuyor. Bütün bildikleri instangramda gördüklerinden ibaret. Bildiği şeylerin tamamını ben söyledim ona. Ne Reşat Nuri’yi bilir, Ne Sabahattin Ali’yi ne de Loreena Mckennıtt’ı. Onlarla hava atacak şimdi Samim’e.
Rastlantı icabı gördüm onları. Okuldan erken çıkmıştı. Yine dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj ve lacivert fularla Samim’in kollarında caddede her şeyden habersiz kol kola uçarcasına geziyordu. Benim sizi göreceğimden de mi korkmuyorsunuz?
Beynimden vurulmuşa döndüm. Her gün çarşıya benimle çıkmak için adeta bana yalvaran kız şimdi hep yalnız çıkmaya başlamıştı. Sokağın hemen başında bez çantasından çıkardığı küçük el aynasına bakarak kırmızı rujunu sürüyor, lacivert fularını takıyordu. Ben de intikam hırsıyla onu takip ettim. İşte bugün Samim’le daha önceleri buluştuğumuz pastaneye geldi.
Onunla eliyle koluyla sahte kahkahalar ata ata konuşuyor. Onu gördüğü andan beridir nasıl sevdiğini anlatıyor. Seni hınzır, seni yalancı, seni dişlek.
Efendim, insanları kalbinde kutucuklara koyuyormuş. Her biri farklı renkte kutucuklarmış bunlar. Mavi kutucuklara umut dolu insanları, sarı kutucuğa günü kurtarmak için kısa süreli birliktelik kurduğu insanları, yeşil kutucuğa yarına dair hayal kurduklarını, turunculara ise acısını ve sevincini birbirine karıştırdığı insanları koyuyormuş.
Sırf edebiyat. Hepsini benden öğrenmişti. Kahrolası uzun kahkahalarını duyuyorum. Nefesimi kesen sahteliği beni boğuyor artık. Neşesini söndürüp yüzüne tükürürcesine bağırıp onları burada mal gibi bırakıp gitmek de var ama akşamı bekleyeceğim. Nasılsa ses kaydını aldım, fotoğraflarını da çektim.
Kalbe kutucuk koymak, insanları bu renkli kutucuklara hapsedip onlara anlam yüklemek ne kadar da bayağı durdu onun sözlerinde. Anlattıklarının hepsinde ben varım aslında.
Hesabı ödeyip parça parça ve dağılmış bir vaziyette dışarı çıktım. Yalnızlığımın ve hep kendimi yaşadığım bu ikindi vaktinde tanıdık biriyle karşılaşmamak için dolambaçlı yollara düşüyorum. İçim hep ortadaymış ve herkesin gözünün önündeymiş gibi gerginim ve tedirgin bir kuş gibi tetikte yürüyorum.
Saate bakıp duruyorum. Ne yapacaksam saatin kaç olduğunu? Örneğin saatin altıya on var olması hangi problemimi çözecek? İçimdeki pandülün hep sallandığı ve bir duvar saati gibi çalacağı zamanı bekleyen, zembereği bozulmuş bir zaman aleti olmaktan kurtulamadıktan sonra. İçim, tik takları boğan bir komiklik acısı taşıyor. Çocukları, yeni açan çiçekleri, kızların anlamsız neşeleri, birbirine dertlerini anlatan kadınları, güneşin batışını bekleyen suskun erkeklerin ekmek kırıntısına bekleyen halleri beni artık rahatsız ediyor. Hepsini gözlerimden çıkarıp bir yerlere süpürmek istiyorum.
Kırmızı ruj, lacivert fular görecek bu akşam. Neymiş hayata, insanlara, saate, pandüle, ekmek kırıntılarına inat yaşamak görsün bakalım.
Akşama Cezmi amcaya kızının bu briyantinli pis oğlanla ne konuştuklarını telefonda anlatacağım. Neriman’ın aşk dolu sözlerinin tamamını babasına dinletip onu fiştekleyeceğim. Onu rezil edeceğim. İçimde kaybettiğim sevincimi ancak böyle bulabilirim.
Akşam olmuş bile. Eve geldim. Babası şimdi geldi. Neriman da sokağın başında belirdi. Küçük el aynasına bakıp korka korka dudaklarını silip kendine çeki düzen vererek evlerine giriyor. Belli ki geç gelmesi sebebiyle babasının onu azarlayacağını biliyor.
- Aloo, Cezmi amca!
- Efendim Berrin kızım!
- Size bir kayıt dinleteceğim, sonra da bazı fotoğraflar göndereceğim. Kızınız hakkında. Artık siz bilirsiniz.
- …
- Ooh!