Geçenlerde okuduğum Meşa Selimoviç’in “Derviş ve Ölüm” isimli eserinde beni çok etkileyen bir diyalog vardı. Ahmet Nurettin, romanın başkahramanı “Derviş” yani, bir gün en yakın arkadaşı Hasan’la camiden çıkarken Hasan, Ahmet Nurettin’i göstererek bir meczuba sorar:
Ahmet Nurettin’i tanıyor musun? Meczup “ O daha görünmüyor.” der. Çünkü Derviş hiçbir günaha henüz bulaşmamıştır. Aradan zaman geçip birçok günaha bulaşan Ahmet Nurettin, bir gün sokakta meczuba rastlayınca bu soruyu tekrar sorar. Meczup, “Ahmet Nurettin’i kim tanımaz?” der küçümser bir tavırla. Bu diyaloğu okuduktan sonra herkesin beni tanımasından o kadar çok korktum ki anlatamam.
Bir Cuma vaktiydi. Ellerimi kocaman açıp Ey Koca Rabbim herkesin beni tanımasından sana sığınırım diye dua da etmek için camiye girdim.
Onunla da Cuma namazında karşılaştım. İmam, Fetih suresini okuyordu. Herkes Gazze’deki “Kızıl Elma” için bir gül bahçesine girer gibi giren mazlumlar için ellerini açmış gözyaşlarıyla dua ediyordu. Aynı saftaydık. O, üç arkadaş daha soldaydı. Sağına soluna bazen tedirgin, bazen hatıralarına kaydeder bir nazarla bakıyor, hafızasının bilinmez dehlizlerine bizi de sürükleyip adeta hepimizi kendinden bir parçaya dönüştürüyordu. Dudakları mütemadiyen pıtırdıyor, ne söylediğini sadece kendinin anlayacağı bir dille dualar okuyordu. Garip bir alemle temas kuruyor gibi bir ruh hali vardı. Dualarının karşılığını aldığını düşündüğünde gülümsüyor, ellerini yüzüyle buluşturuyor, uzun uzun yüzünü ovuyor, tekrar ellerini kocaman açıp yeni bir istek için yalvarıyordu. Onunla aynı safta olmaktan önceleri tedirgin oldum. Sonra aynı safı bana kısmet eden Rabbime ellerimi onun yaptığı gibi açıp şükürler ettim. Senin kadar saf değilim ama seninle aynı saftayım dedim, sevindim.
Zaten camiler böyle yerlerdir. Zenginle fakiri; amirle memuru; deliyle kendini akıllı zannedeni aynı safta buluşturuverir. Çünkü hepimiz biliriz ki Allah insanların suretlerine, zenginliklerine, makamlarına bakmaz; kalplerine bakar. Bu bakımdan camiler belki de sadece kalplerimizle kalakaldığımız yegane mekanlardır. Bir tatlı huzur almaya geldim dediğimiz zamanlar vardır ya huzur için Huzur’da olmak lazımdır vesselam.
Bize Huzur’da olduğumuzu unutturan ve bizim huzurumuzu bozan bir tek şey vardı; o da nerden geldiğini bilmediğimiz bir kameranın bilmem hangi haber kanalına haber yetiştirmeye çalışan muhabirinin kamerayla bizi kaydettiği anlardı. Ne lüzumu vardı şimdi dedim, içimden. Asıl kaydedeni unutup şimdi de kameraya gülümseyecektik. Birden kendimi saf bir kalpten safi bir bedene, yani dünyaya ait ne kadar istek varsa onunla dopdolu olmuş bir halde yakaladım. Gözlerimi yumdum, ellerimi üç arkadaş solda olan saf gönüllünün yaptığı gibi daha içten kaldırıp camiye girdiğim ruh halini yakalamaya çalıştım. Uzun bir süre bunu başarabildiğimi söyleyemem. Bu halimle beni kaydettiler mi acaba; akşam hangi haber kanalında dua ederken görüneceğim, dostlarım veya beni tanıyanlar, “Bak, bu bizimki, nasıl da ellerini içten kaldırmış huşu içinde dua ediyor.” derler düşüncesi, içimdeki bütün huzuru yok ediyor ve bu düşünceden kendimi bir türlü kurtaramıyordum. Beni yine de kendime getiren kalbimin tarafından üç arkadaş ilerde olan dudakları hafif sağa kaymış, gözleri kapalı sesli sesli dua eden o oldu. İçime gömülüp kameraların gitmesi ve tekrar Cenab-ı Hakk’a kendisiyle baş başa kalma sevincini bana vermesi için dua ettim.
Dışarı çıktığımızda onu sordum yanımdaki arkadaşa. Bilmem dedi. Adı Hakkı işte. Buralara yeni geldi. Kilis’in bir köyünden. Geldiği günden bu yana camiden çıkmaz. Konuşmaya çalıştım ama ne diyor inan anlayamıyorum. O da bunu anlıyor olacak ki bazen “boş veer” der gibi elini sallıyor. Üstü başı tertemiz. Bilmem ki şimdi nereye gitti.
Gerçekten dışarı çıkınca birden gözden kayboldu. Yalnız çok ilerden bana baktığını gördüm. Uzaktan bir tanıdığını görüp de hatırlamaya çalışıyor gibi bir hali vardı.
Ne yalan söyleyeyim; içimden, kendisiyle daha önce hiç karşılaşmadığım, konuşup sohbet etmediğim bu adam, inşallah beni tanımaz dedim.