Mustafa BALABAN

Ve hac yolunda...

Mustafa BALABAN

“Bu sene Hicaz’a gidilecek mi?”,  herkesin zinhinde büyük bir soru işaretiydi. 

Pandemi her şeyi etkilediği gibi hac ibadetini ve seyahatini de etkilemişti. Hacı adayları, onların yakınları, tur şirketleri, hizmet ve hediye sektörleri beklemedeydi.  Hac/umre olacak olmayacak, çıktı-çıkmadı kaygısı, sonra çıkınca biran önce Mekke’yi-Medine’yi görme arzusu ve sonra hac ibadetinin ifa edince memlekete kavuşma düşüncesi… Bunlar gerçekten güzel duygular, durumlar(dı). Nihayet hacı adaylarımız güzide mekânlarda, kutsi topraklarda.

Çocukluğumda ilk hicaz-hacı kelimesini dedemle ilgili duymuştum. Annemin babasına  “Hacı Dede” derdik. Zamanla yavaş yavaş hac bizim zihnimizde oluşmaya başlamıştı. Öyle ki, Hac demek hurma demekti, Hac  demek zemzem demekti, Hac demek tespih-takke demekti. Hacca gitmek yaşlanan amcaların-ablaların ölmeden gittikleri, adeta ahir ömründe gitmesi gereken gizemli bir yerdi. Temel dini bilgileri almaya başladığımızda, İslamın esaslarında biri olduğu da bizlere ezberletilmişti.  
Gençlik döneminde Hac ibadeti  zihnimizde şekillenmeye başlamıştı. Mekke, Medine İslam beldeleri, vahyin merkezi, Hz Muhammed’in  mücadele yerleriydi. Adeta peygamberimiz yaşıyor, müşrikler yaşıyor ve mücadele devam ediyordu.

Sonrasında zihnimizde oluşan sakallı, piri fani başında takke, elinde tespih  caminin müdavimlerinden amcalar, üzerinde beyaz tülbenti, elinde tespihi olan teyzeler vardı. Bu fotoğraflarda sonuçta bizim çocukluğumuzu süsleyen, gençlik dönemimize uhrevi bir hava katan öneme sahipti. Onlar hep masumluğun; beyaz takke gibi doğruluğun, beyaz tülbent gibi duruluğun simgeleriydi. 

Ama bu bir müddet başka şeyler duyar olduk. “Ne çıkarsa hacıdan hocadan çıkar.” beylik cümlesi ilk duyduğumuzda anlayamadığımız, algılayamadığımız bir tespitti. Önce iyi niyetlerle yaklaşırken, hacı-hocanın her konuda örnek ve önder olması anlamında düşlerken, bir de baktık ki; o beyaz takke kara, o beyaz tülbente karalama kampanyasının bir sonucuydu bu ifadeler. Ne yazık ki bunu destekleyen, hac ile dindarlığını taçlandırdığını düşünen ama güvenilir özelliği olmayan tipler vardı. Bunlar zaten sadece haccı değil, diğer ibadetleri de şeklen, madden yapan, ibadetlerin ruhundan uzak tiplerdi. Akademisyen Ejder  Okumuş’un  tespitiyle bu kimseler , gösterişçi dindarlık formatında olanlardı.

Gösterişçi Dindarlık mefhumunu kullanınca, sanal alemin ve sosyal paylaşım sitelerinin revâçta olduğu bir dönemde, haccın hikmetine odaklanmak yerine haccın farizalarını fotoğrafa dönüştürme yarışı da oluştu. Tamam sevenleri haberdar etme, tanıyanları teşvik etme amaçlı paylaşımlar yapılıyor. Ama tadını kaçırmadan, amaçtan sapmadan mahdut paylaşımlar yapılsa muhtemeldir ki helâliyet dairesindedir.

Hac konusunda toplumumuzda, “hacca erken gitme, tutamazsın” anlayışı da sorunlu bir anlayış. Sanki hacdan önce işinde, sosyal, siyasi ve ticari hayatında rahat yaşa. Erkek-kadın ilişkilerinde mahremiyet, yeme içmede de helâliyet mühim değil gibi gizil bir kabul vardı.  Kafana göre takıl yani. Hak-hukuk tanıma. “Helal haram ver  Allahım, âsi kulun yer Allahım”, de. Sonra da hacca gider, hacda tövbe eder yeni doğmuş bir bebek gibi günahsız gelirsin düşüncesi. Oysa iyi bir Müslüman, güvenilir bir insan olmak için Hacdan önce bizi düzeltecek, ifadeler ve ibadetler vardı: tevhit ve şehadetle zihnimizi, namazla-oruçla  ruhumuzu temizlemeye, zekâtla helal rızkı hedeflemeye, kurbanla rabbimize kurbiyete vesileler  aramaya.

Ve sonrası öğrendik ki, hacca gidenlerin  biletleri aynı  ama niyetleri farklı farklıydı. Kimi ibadet, kimi  ziyaret, kimi  ticaret, kimi seyahat ve yaşı başı geçti hacca gitmiyor demesinler diye mecburiyet. Esasında bunların toplamı olmalı hac. Ama bunlara ruh katacak olan haccın insani, İslami ve evrensel mesajı olmalıydı. Şu an İslam coğrafyasında ve özelde orta doğuda yaşanan süreçte, hac ümmet için bir ortam olmalıydı. Ne var ki gidenlerin yaş ortalaması, eğitim seviyesi, bilinç durumu buna müsait değil(di). Ha genç gidenler, eğitimli gidenler hac ibadetini nûsük düzeyinde, rûkünler bağlamında ifa etmekte rahatlar, hiç zorlanmıyorlar. Ama yapılan haccın sadece formu, formalitesi. Yine Hacca giden yaşlı ve gençlerin ortak bir tespiti var; hac işi genç işi. Ama burada vurgulanan haccın özü ve ötesi değil, haccın farzlarında-vaciplerinde zorlanmamaları, ilgili mekanları kolayca gezebilmeleri, görevlerini rahat bir şekilde yapabilmeleri. Çünkü gençlerde Arapça, İngilizce bilmeyince sadece birbirlerine tebessüm edebiliyorlar, selamlaşıyorlar. Yani hac işi genç işi değil, genç de olsa yaşlı da olsa önce bilinç işi.
Her şeye rağmen hac  ibadetini erken yapmalıyız. Toplumda maalesef yanlış kriterler de var: “Çocuklarımın mürüvvetini görmeden olmaz.” Burada amaç maddi toparlanma, düğün dernek yapmaksa bir yere kadar tamam. Belki bu mazereti olan İslamdaki zengin tanımına girmiyordur. İyi niyetlerle hayatında hedefler belirlemiş onları yapmaya çalışıyor. Ama zengin olanların çocukların evi-evliliği, işi gücü gibi mazeretlere sığınmadan gitmeleri  en doğru hareket olacaktır. 

Yaşanmış bir olaydır-yaşlanmadan ve bilinçli gitmek gerekir- Arafat’tan Müzdelife’ye intikal edip, orada bir müddet vakfe yapılırken yaşlı bir amca görevliye, “Neyi bekliyoruz, burada ne yapıyoruz*” der. Görevli de, “Hacım burası Müzdelife mevki, vakfe yapmamız gerekiyor”, dediğinde,  “Bizi buraya niye getirdiniz,  burası dağ-taş, durmayalım gidelim”, cevabını  verir. Vaziyet vahim. 

Dindarlık, dini-darlık olunca mühim mefhumlar mevhum oluyor. Kurban ibadetinden yanımıza et-ziyafet, hac ibadetinden ziyaret kaldı/kalıyor. Bu eksik, eksiltili ibadet anlayışında ülkemizdeki dindarlık algısı, hac ibadetine bakıştaki kırılganlık; Suud-i Arabistan yönetiminin ev sahipliğinde  sakatlık var. Bir kere mevcut yönetim haccı bir inanç turizmi olarak görüyor. Haccın temel felsefesi sadelik yerine Kâbe’ye nazır oteller, marka alış veriş merkezleri inşa ediyor. Haccı inancın dışında bir varoluş, bir toplanış ve bir duruş olarak algılamayı da sevmiyor/istemiyor. 

Hacdan yanımıza kalan sadece hacı sıfatı olmamalı. Bu ibadetlerin hepsinin öncesinde ve sonrasında bizim öncelikli sıfatımız İslam ve bizler Müslümanız felsefesi olmalı. Hacca giden insanlara, kendi dışındakilerin ‘hacı’ diye tavsif etmesi normal. Belki bir iltifat,  belki bir ulvi bir paye. Ama hacca giden bazı kimselerin illa ki bana hacı deyin/densin beklentisi yanlış. Haccın amaçlarından biri de insanları eşitlemek değil mi? Esasında bütün bu sözlerim geçenlerde, hacı sıfatıyla ilgili Hayrettin Karaman hocamızın bir açıklamasıydı. Demişti ki: 'Namaz, oruç, istiğfar/tevbe, tasadduk gibi ibadetler de temizleyici, bağışlanma vesilesi ibadetlerdir. Mü'min bütün bu ibadetleri, kesintisiz kulluk bilinci içinde yapmalıdır. Bir mü'mine hacdan önce neler yakışmıyorsa hacdan sonra da onlar yakışmaz'  
Karaman Hoca, ayrıca yıllardır hac ibadeti yapan kimseye 'hacı' denilmesini doğru bulmadığını  belirterek, 'Mü'min 'namazcı, oruçcu, haccı, zekatçı...' değil, mü'mindir, müslümandır. Yapılan ibadetler mü'mine unvan olmaz, olmamalıdır' tespitinde bulunmuştu.

Hatırlar mısınız bir dönem popüler olmuş, kült olmuş bir roman vardı. Yazarı  Paulo Coelho, kitabın ismi Simyacı. Bu kitapta Santiago isimli delikanlı birçok macera yaşar ve son duraklarından biri de Mısır’dır. Orada bir Müslüman billuriyeci vardır. Bu şahsın bir hayali vardır, Mekke’ye gitmek. Ama bir taraftan da kararsızdır.  Santiago sebebini sorar,  O da : “Beni hayatta tutan Mekke'dir. Hepsi birbirine benzeyen günlere, raflara dizilmiş şu vazolara, iğrenç bir aşevinde öğle-akşam yemek yemeye katlanacak güç veriyor bana. Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak”,  der.  

Elbette bizlerde Mısırlı billuriyeci gibi düşünelim demiyorum. Ama diyorum ki, hac hayalimiz hacı sıfatıyla sınırlı kalmasın. Hacdan yanımıza kalan hurmanın tadı, zemzemin adı ve yaşadıklarımızın hatırası olmasın. Hac hayat olsun.

Pekala Hacca gitmeyi düşleyenlerden ve gidip dönenlerden beklentimiz ne olsun. İsterseniz üstad Muhammed İkbal söylesin.  İkbal hac sonrası kendisini ziyaret edip, hediye getirenlere soruyor: “Hac’dan bize ne getirdiniz?” Şöyle cevap veriyorlar: “Takke, tespih, başörtü, zemzem, hurma vs.” Fakat İkbal’in beklentisi farklı. Hacılara beklentisini şöyle açıklıyor: “Hz Ebu Bekir’in imanını ve sadakatini, Hz Ömer’in adaletini ve cesaretini, Hz Osman’ın hayâsını ve edebini, Hz Ali’nin ilmini ve irfanını getireniniz yok mu? Ben sizlerden onlardan birinin boyası ile boyanıp gelmenizi beklerdim.”

Fazla söze ne hâcet.
 

Yazarın Diğer Yazıları