Mustafa BALABAN

İyi Huylu Momo

Mustafa BALABAN

Her çağın kendine mahsus bir alâmeti farikası vardır. Yaşadığımızın çağın en belirgin vasfı, teknolojinin hâkim olmasıdır. Esasında her buluş, insan yaşamını kolaylaştırmak için verilen uğraşıların sonucudur. Yazının icadı nasıl tarihi çağları öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırdıysa; teknolojinin icadı da aynı değerde ve derinlikte bir etkiye sahiptir. 

Hatırlarsak yazının icadı sonrası devirler dört döneme ayrılır: İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ ve Yakınçağ. Yakınçağ, 1789 Fransız İhtilali ile başlar, günümüze kadar devam eder. “Günümüze kadar” ifadesinin ucu açıktır. Bu açıklığı kapatalım desek, bu çağa ne isim verirdik? Teknoloji çağı desek çok mahdut kalır sanki. İletişim çağı desek, sonuçta bu gün teknoloji araçları bu işi etkin, iyi ve sürekli
kılıyor. Ama internetin teknoloji de mündemiç olması nedeniyle iletişim çağı ifadesi de kifâyetsiz kalır.

Yaşadığımız bu günlerde var olan bir sorunu görme ve çözümleme adına, “Cep Çağı” diyebiliriz. 

Bugün teknolojinin en yaygın, ulaşılabilir ve temel ihtiyaç haline geleni cep telefonu olsa gerek. Haberleşmenin en ilkel yöntemlerinden biri ‘dumanla haberleşme’ ise, en çağdaş olanı ise telsiz, ses ve görüntü ile olanı cep telefonudur.

Gün içinde eline telefon değmeyen kim vardır acaba? Cep telefonu ile birini aramasan bile, aranıyorsun. Birilerine yazmasan bile, iletiler geliyor farklı sosyal medya hesaplarından. Cep telefonuna bugün dokuz aylık çocukta dokunuyor, dokuz yüz aylık (yaşlı) insanda. Elbette genelde teknolojinin, özelde ise cep telefonunun hayatı kolaylaştıran, iletişimi etkili ve hızlı kılan, eğlenceli hale getiren, eğitimi etkin kılan, alış-verişi çeşitlendiren, zamanı verimli hale getiren yönleri de yok değil. Lakin son gelinen noktada; insanların bu iletişim aygıtına hâkimiyeti değil, mâhkumiyeti söz konusudur.

Öyle ki evde, işte, camide, arabada, toplu taşımada, okulda, tarlada, tatilde hülasa her yerde cep telefonu hâkimiyeti var. Neredeyse cep
telefonu değil, el telefonu diyebileceğimiz bir durum söz konusu.
Cep telefonunu bu kadar cazip ve canlı kılan, taşınabilir, ulaşılabilir olması ve internet kullanımına açık olmasıdır. Sadece iletişim, konuşma ve haberleşme dışında birçok hizmete, eğitime, eğlenceye ve alışverişe olanak sağlayan bir işleve sahip olması insanları daha bir bağımlı hale getiriyor. Sosyal medya imkânı ise cabası. Bu durum öyle bir hal aldı ki, uzmanlar ve psikologlar FOMO diye bir hastalığın/bağımlılığın yaygınlaştığını belirtmeye başladılar. Daha Türkçesi, “gelişmeleri kaçırma korkusu” denilen FOMO; yeni çağdaş hastalıkların en hızlı yayılanı. Kişiler hep var olduklarını, başarılı olduklarını, değerli olduklarını sosyal medya aracılığıyla ilan ediyorlar. Paylaştıklarının beğenilme oranında özgüven ve doyuma ulaşırken, beğenilme azlığında ise mutsuzluk, tedirginlik, ezilmişlik ve ötelenmişlik hissiyatıyla yaşıyorlar. Bu durum ise önce kişinin iç dünyasında, devamında ise toplumda ve toplumsal ilişkilerinde sorunlara neden olabiliyor. Sıhhi mahzurlarını da tababet ehline havale ediyorum.

Müsaade ederseniz, yazının başlığını hatırlayalım: FOMO’ya karşı Momo.

Yazıya konu olan Momo, çocukların dünyasında travmalara sebep olan Momo ile  aynı değil. Uzaktan yakından bir ilgisi yok. İsim benzerliği var sadece. Bizim Momo internette bir oyun olan, siber zorbalık diye de tavsif edilen çocukları yanlış davranışlara yönlendiren Momo’dan farklı ve farkındalık yaratan fantastik bir kitabın kahramanı. Michael Ende’nin aynı isimli kitabındaki iyi yürekli bir kahraman kız çocuğu. Gelelim asıl mevzuya. Gelişmeleri kaçırma endişesi FOMO ya da telefon bağımlılığı denilen NOMOFOBİ’nin en çok insanlara kaybettirdiği, genel anlamda zaman olsa gerek. Çünkü her şey zamanın içinde oluyor. Denilebilir ki, zamanı ele geçiren her şeyi ele geçirebilir.

Kitabın baş kahramanına dönelim tekrar: Momo, “zaman hırsızları”na meydan okuyan küçük bir kızdır. Her daim var olan mahareti, karşısındaki kişileri iyi dinleyen biridir. Vakit sorunu yaşamamaktadır. Elinde belki sevgiyi temsil eden bir çiçek, koltuğunun altında canlılarla ve doğadakilerle barışık olduğunu sembolize eden bir kaplumbağa. Yalnız gizemli bir üstadı vardır, Hora Usta. Bu gerçeğin farkında olan Momo, fantastik öyküdeki ‘duman adamlar’, insanlardan (ç)aldıkları zamanla büyüyorlar ve yaşıyorlar.
Ve bu duman adamlar insanları ikna ederken zaman tasarrufu yaparak kendilerine, geleceklerine, ailelerine ve topluma faydalı olacakları gerekçeleri ile insanları avlıyor; insanlar
zamandan kazandık düşüncesiyle, ellerindeki zamanı kaybediyorlar. Ne zaman ki Momo isminde küçük bir kız çocuğu bunu fark ediyor, insanlara fark ettiriyor; bu durumda duman adamlar insanları aldatamıyor.

Dijital çağın çocukları, bu vasatın içinde doğdular. Adeta suyun içinde doğan balık gibiler. Ellerindeki herhangi bir dijital materyale zaman sınırlaması getirilmesini istemiyorlar. Çocuklar, gençler hayatından memnun: okula gitmeden bilgiye ulaşma, aile çevresinden veya yaşadığı muhitten birine dokunmadan sosyalleşme, kimseye bir şey sormadan merak ettikleri hatta etmedikleri konuları öğrenme, tek başına oyun oynayabilme, müzik dinleyebilme, tanımadıkları insanlarla iletişime geçebilme, yemek sipariş edebilme, yaşlarından önce bazı şeyleri erkenden keşfedebilme… Hele ki metaverse denilen sanal evrene yelken açmış ve açacak olanları düşünemiyorum. Artık gerçek(lik) yetmiyor, artırılmış gerçeklik çocuklarımıza verilmeye çalışılıyor.

Evlerimiz emin değil, güven içinde değil gençlerimiz. Ya da hepimiz: çocuk-genç, yetişkin ihtiyar, kadın-erkek. “Bizim çocuklar evde, odasında pek dışarı çıkmaz”, diyen ebeveynler sorunla karşılaşınca durumun vahametini anlıyor: derslerde düşüş, düşüncelerde aykırılık,  konuşmalarda değişiklik, giyim-kuşamda tuhaflık, yeme-içmede yenilik, müzik tercihinde çeşnilik, aileye bakışta gevşeklik…

Çocukların, gençlerin yaşadığı mekanlarda, akşam geç saatlerde “artık yatın” diye ışıklarını kapattığımızda onları telefonunun ışığı aydınlatıyor(!) onların yüzlerini ve yüreklerini. Bize yansıyan ya da yansımayan psikolojik sorunları var. Bireysel alandan toplumsal arenaya çıktığında belki o zaman, yetişkinler olarak durumu fark edeceğiz. Nasıl ki covid virüsü her yaştan insana doğrudan ya da dolaylı olumsuz durumlar yaşattı ise, dijital virüs de insanların zihinlerini ve fikirlerini çok boyutlu ve buutlu etkiledi daha da etkileyecek.

Dijital ve teknolojik materyaller gençlerin sadece eğitim hayatını değil, iş, meslek ve evlilik hayatını olumsuz   etkileyebiliyor. Ya iş kazalarına ya da işverenle farklı sorunlara sebebiyet verebiliyor.
Tabii ki mezkur materyallerle yeni iş, girişim ve üretim yapanları tenzih ediyorum.

Evlenmeden önce ailesiyle, evlendikten sonra da eşiyle iletişim ve güven sorunu yaşayabiliyorlar. Çocukluktan gelen, gençlikten kalan sanal geçmiş, sahici âlemde can sıkıcı meselelere kapı aralayabiliyor.
Biz büyükler elbette dijital aygıtlardan ve âlemden çok da azade değiliz. Çocuklarımıza sevgi, gençlerimize ilgi göstereceğimiz vakti, sosyal âlemde sosyal iş, ilişki ve faaliyetlere ayırabiliyoruz.

Esasında alternatifler üretmek zorundayız. İnternette kültürümüzle, değerlerimizle barışık içerik üretmek zorundayız. Bu konuda bizler yeterli bilgi ve donanma sahip olamasak da, bu konuda girişimci insanları harekete geçirmeli ya da bu minval üzere olan gençlerimizi desteklemeliyiz.

Ahmet Mete Işıkara, biz yaştakilerin aşina olduğu isimlerden. Deprem Dede diye maruftu merhum. Büyük depremlerden birinde mealen şunu demişti: “Biz deprem kuşağında bir ülkedeyiz. Depremle yaşamayı öğrenmek zorundayız.” Hani bu cümleden mülhemle: “Artık dijital araç ve aygıtlar hayatımızın bir parçası. Biz de, çocuklarımızda bunlarla yaşamayı öğrenmeliyiz.” Hemen bu tespitlere benzeteceğim bir olgu daha var: Televizyon. Yaklaşık otuz yıl öncesinde, televizyonla ilgili çocuk dostu olan Mustafa Ruhi Şirin’de defaatle yazılarında, eve televizyon alma konusunda mütereddit olanlara, televizyonun varlığını kabul edip birlikte yaşamamız gerektiğini belirtir(di).

“Cep Çağı” diye tavsif ettiğim bu çağda biz büyüklere, bu konuda da model olmak düşüyor.

Evde, işte ve sosyal ortamlarda insanların yüzüne bakmamız, göz teması kurmamız, birlikte bir şeyler yapmamız gerekiyor. Telefonu birkaç saat bırakabilme, sosyal medyayı sınırlı kullanabilme, uygun zamanları tercih etme işimizi kolaylaştırabilir.

Bizler iletişimde daha iyi ve ileri olduğumuzu düşünürken, gittikçe kendimizden, dostlarımızdan ve çocuklarımızdan-belki de çocuklarımız da bizden- kopmaya başladı(k). Eğer Momo gibi olayı fark edip, etrafımıza da fark ettirirsek hem zamanı kazanacak, hem de zamandan kazanacağız
demektir.

Yorumlar 3
Cezmi Eşelioğlu 13 Ekim 2024 10:27

Kaleminize sağlık hocam. Dertli bir konuya değinmişsiniz. Yaşamayı bilebilmek, yaşamayı bilmeyi öğrenebilmek lazım vesselam. Var olun.

Ali Osman 13 Ekim 2024 09:25

Dijitalin olumsuzluklarından nasıl korunacağımız konusunda maalesef çok yetersisiz. Bu güzel makale için teşekkürler

Doğan İŞLER 12 Ekim 2024 23:06

Çok isabetli ve güzel bir yazı olmuş herkesin okumasını tavsiye ederim. Kaleminize yüreğinize sağlık Mustafa hocam.

Yazarın Diğer Yazıları