Büyümeyen Büyükler(!)
Mustafa BALABAN
Hatırlıyorum da, çocukluğumda beni camiye bağlayan en önemli sebeplerden biri müezzinlik yapmaktı. Ezan okumak, kamet getirmek ve tesbihatı yaptırmak, haz ve heyecan verici bir şeydi. O zamanlar merkezi sistem yoktu ama çocuklara hoş bakmayan ihtiyar amcalar çoktu. Yani çocuklar ezan okumak için hocaya daha yakından durur, cemaate daha saygılı olur ve yaşından büyük bir vakurla davranırlardı. Hoca efendiler de çocukların bu iştiyakına karşılık verir, “Bugün öğleyi sen oku, akşamı sen oku,” diyerek görevlendirme yaparlardı. Ancak bazı amcalar her nedense bu işlerin çocuklar ergen de olsa onlar için erken olduğunu düşünür, saçlı sakallı birilerinin okumasını yeğlerdi. Çocuklara cesaret vermek yerine, iyi niyetlerle engellerlerdi.
Unutmuyorum, hele Ramazanlar bizim için bulunmaz zamanlardı. Neden? Çünkü merkezi sistem olmadığı için mutlaka her caminin görevlisi kendi ezanını okuyordu. Ramazan ayında ise mahalle imamımız özellikle bize ezan okutuyordu. Belki davetli olduğu için, belki teravihe hazırlık için ya da belki cemaat olmadığı için çocuklar rahat okusun, alışsın diye. Mahalle camimizde o zamanlar minare de yoktu; mikrofonu alır, dışarıda ezan okurdum. Sonraları imam-hatip lisesine de gidiyor olmamız nedeniyle müezzinlik hep bizimdi artık. Ramazanda ise garanti bizimdi çünkü okul-müftülük iş birliğiyle özel görevlendirme yapılırdı.
Gelelim bu günlere... Bizler de aynı süreçlerden geçmiş bir öyküye sahibiz. Ben de, kardeşim de, birkaç arkadaşım da imamlık görevini ifa etmekteydik. Artık camiler görev yerimizdi. Cemaat, küçüğüyle büyüğüyle, kadınıyla erkeğiyle hizmet kitlemizdi.
Aldığım eğitim sonucu şimdi ben de cemaatimizdeki ihtiyarları geçmişimiz, gençleri ise geleceğimiz olarak görüyorum. Yetişkin cemaatimin taleplerine yetişmeye çalışıyor; bazen oğlu, bazen torunu, bazen arkadaşı, bazen sırdaşı oluyorum. Ama istiyorum ki çocuklar, gençler de cemaatim olsun, cami şenlensin. Bu sebeple çocukları camiye bağlamanın bir yöntemi olarak müezzinlik yaptırmaya çalışıyorum. Ancak çocuklara, “Cami adabına uyalım, büyüklere saygılı olalım, gürültü yapmayalım,” diyorum. Hele öğle ve ikindi vakitlerinde, “Şimdilik müezzinlik yapmayın, cemaat fazla oluyor. Belki küçüksünüz diye engel çıkaran olur, kızan olur. Şimdilik akşam vakitlerinde müezzinlik yapın,” diye tembihliyordum. Bu nedenle çocukların hepsi akşamları müezzinlik yapıyordu. Kendi çocuğum ise öğle ve ikindi vakitlerinde, “Baba, müezzinlik yapayım mı?” diyordu; ben de “Sakın ha, bak bir sıkıntı olur, yapma,” diyordum. Tabii bu arada vaazımda, hutbemde, normal zamanlarda çocukların camiye ve cemaate alışması gerektiğini, peygamberimizden örneklerle anlatıyordum. Yine de yaşlıların hoşgörüsünü zorlamak istemiyordum.
Ve bir gün beklenmedik bir olay oldu. İkindi namazında sünnetler kılındı, farza başlanacak; öndeyim, arkamdan bir çocuk sesi, müezzinliğe başladı. Şehadet sözlerine gelmişti ki… Cemaatin ileri gelenlerinden biri: “Sus, otur! Burası çocuk bahçesi mi?” demez mi! Tam bir gerilim yaşandı, cemaat o kişiye anında tepki gösterdi. Çocuk ağlayarak camiden çıktı. Herkes şoktaydı. Ben soğukkanlı davrandım, davranmaya çalıştım.
Hiçbir şey demedim, ayağa kalktım, mihraba doğru ilerledim ve kameti getirmeye başladım. Kendi kendime sabır telkin ettim. “Allahü Ekber,” dedim ve namazdayım; ama kafam karışık. Ne yapmalıyım? Bu psikolojiyle namazda olmak zordu. Aklıma -bu bilginin sahihliğini bilmiyorum ama- Hz. Ömer’in “Ordularımı namazda düzene koyardım,” ifadesi geldi. Bir çözüm üretmeliydim. Müezzinliğe ben mi devam etmeliydim, söz konusu amcaya ne demeliydim, cemaati nasıl teskin etmeliydim? “Esselamü aleyküm ve rahmetullah.” Bitirdim ama müezzinliğe cemaatten birinin devam etmesini istedim. Bekledim, üç-beş saniye geçmedi ki cemaatimden biri devam etti. Bu iyi, ya sonrası? Tesbih halinde düşünüyorum. Dua faslı da nihayet erdi.
Cemaate şöyle seslendim: “Cemaati müslimin! Çocuklar bizim geleceğimiz. Çocuklarımıza sahip çıkmalıyız. İstiyorum ki çocuklarımız camiye, cemaate alışsın; kötü alışkanlıklar edinmesin. Vakitlerini ve kişiliklerini güzel geliştirecekleri ortamlarda değerlendirsinler. Bu sebeple ezan, kamet ve müezzinlik yaptırmak istiyorum. Onlara karşı hoşgörülü, yumuşak olmalıyız. Peygamberimizin çocuklarla münasebetini hatırlayın. Evet, eksikleri var, heyecanları var. Zaten belki yanlış yaparlar diye kalabalık vakitlerde müezzinlik yapmayın diyorum. Amcalarınız müezzinlik yapsın; akşam sizin saatiniz diyorum. Ama onlar meraklı, istekli. Lütfen çocukları hor görmeyelim, hoş görelim. Benim çocuğum olduğu için bunları söylemiyorum; başka bir çocuk da olabilirdi. Bu yapılan da sanırım fevri oldu; amcamız da müteessir oldu. Bundan sonra daha dikkatli olalım,” dedim.
Namaz bitti ama müdahale eden amcaya tepki bitmedi. Cemaat hâlâ söyleniyordu. O da mahcup, “Hocam, bilmiyordum senin çocuğun olduğunu,” diyor. “Ben de, hacı amca, mesele kimin çocuğu olduğu değil; başkasının çocuğu olsa tepkim belki daha ileri olurdu. Neyse ki benim çocuk, lütfen çocuklara karşı daha dikkatli olalım,” dedim.
Tabii cemaat, hacı amcaya kızıyor; “Niye çocuğu üzdün, niye karıştın?” diyor. Hatta bir tanesi, “Bir daha senin arkanda namaz kılmayacağım,” diyor (ben camide olmadığım zamanlar bazen o namaz kıldırıyordu). Sesini yükseltiyor, kızıyor. Kendince çocukları sahipleniyor. Neyse, ben tekrar yatıştırıcı sözler söylüyorum. Camiden yavaş yavaş çıkıyoruz. Kimileri yanıma geliyor, “Hocam kusura bakma, bu hep böyle,” diyor. Bazıları hacı amcanın geçmiş defterlerini karıştırıyor, olumsuz bilgiler veriyordu. Ben de “Lütfen karıştırmayalım, şu anki mesele önemli. Hacı amca da üzüldü,” diyorum.
Ama aklım karışık, ortam gergin. Oğlum camiden soğur mu? Çocuklar artık müezzinlik yapar mı? Amca, tepkiden dolayı camiden uzaklaşır mı? Ne yapmalıyım?
Eve geliyorum, çocuğum üzgün, gözleri hâlâ nemli. Öpüyorum, “Amca da üzüldü,” diyorum. Sakinleşiyor. Neyse ki çocuk, şoku erken atlatıyor. Ertesi gün yine geldi, akşam namazında müezzinlik yaptı.
Aradan iki gün geçti ama ortalıkta hacı amcamız yok. Neyse, o günün akşamı kandillerden biriydi. Kandil programı başladı, yatsı kılındı, geceye özel ve özgün duayı yaptım. Gözüm hep hacı amcayı aradı, yine göremedim. Namaz bitti, cemaatle tebrikleşme oldu. Herkes dağıldı.
Meseleyi gurur meselesi yapmadan evine gittim. Kapıya vurdum, kızı: “Baba, Hoca Efendi geldi,” dedi. Hacı amca mütebessim: “Hayırdır hocam, bir sorun mu var?” dedi. Ben de: “Bir sorun yok, sen yoksun. Bizim için bulunmaz bir değersin. Zaman zaman ayrı düştüğümüz noktalar olabilir. Eğer o gün herhangi bir şey seni incittiyse af buyur. Yine camide ol, çocukları sana alıştıralım, bizim onlara alıştığımız gibi.”
Bir daha ki akşam yine beraber camideydik. Çocuklar yine ezan, kamet okuyordu. Amcamız yine mihrabın yanındaydı, sadece izliyordu.
“Ya hacı amca, nerelerdesin, kandilde de yoktun. Kendi kendime, ‘Hacı amca galiba hasta, kandilini tebrik edeyim,’ diye düşündüm,” dedim. Camideki sorunla ilgili bir şeyler söylemesini bekliyordum; gözlerimin içine bakıyordu. Ancak ben bir şey demedim. O da konuyu açmadı; belki ailesine de açmamıştır diye düşündüm. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, olay yaşanmamış ve benim için hiç sorun değilmiş gibi davrandım.
“Hocam, kendimi iyi hissetmedim. Gelmeyi çok istedim ama gelemedim. Sağ olasın, zahmet etmişsin,” dedi. Eşimle ve çocuklarımla ilgili sorular sordu. Hemen çay ve meyve ikram etti. Sağdan soldan konuştuk. Hacı amcanın beden dili zaten mahcubiyet içinde olduğunu gösteriyordu, o da doğal davranmaya çalışıyordu. “Vakit geç oldu,” dedim, müsaade istedim.
Hiç istemediğim bir konuda sorun yaşamıştım. Ama kısa zamanda olayı çözmenin mutluluğu vardı ruhumda. Ne oğlumun camiye küsmesine ne de cemaatimden birinin camiden soğumasına fırsat vermiştim.