Kurgular üzerinden bir hayat yaşıyoruz. Ne gerçeğe saygı, ne de tahrifata kaygı var. Bırakın etrafımızla uyum içerisinde yaşamayı, kendimizle bile çelişkiler içindeyiz.
Yetiştiğimiz kültür, inandığımız değerler, bağlı olduğumuz din, okuduğumuz (!) kitap… Bunların hepsi ama hepsi bize barıştan, kardeşlikten, mazlumun yanında olmaktan, zalime karşı durmaktan bahseder.
Ama bize bir şeyler oluyor.
Algılarımızı istila etmelerine ne ara müsaade etmişiz. Düşünme, akletme, feraset gösterme yetilerimizi hangi bahara sakladık acaba? Üzerimizde tepine tepine savaş tamtamları çalanlara alkış tutarak nasılda ritme ayak uydurmuşuz…
1994 yılında Ruanda da yapılan soy kırımı hatırlar mısınız? 100 gün süren iç savaşta 1 milyona yakın insan vahşice katledilmişti. Bugün üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen etkileri halen devam eden soykırımın geçerli hiçbir nedeni yoktu. Ama sömürge ülkelerin böl, parçala, yönet anlayışına hizmet edecek, ayrışmaya, bölünmeye çok müsait bir halk kitlesi vardı.
Tutsiler ve Hutular. Ülkede farklı sosyal sınıflar olarak bilinse de, birbirinden kız alıp veren, birlikte yaşama kültür ve dengesini oluşturmuşken birileri geliyor diyor ki; ‘’sizin etnik kökeniniz farklı’’. Etnik kökeni belirlemenin yolu ise burunlarını ve boylarını ölçmekti. Belçika sömürgesi yıllardır bir arada aynı dine, aynı millete, aynı ten rengine sahip bu insanları böyle ayrıştırdı. Burunlarını ölçerek sen Hutu’sun, sen Tutsi’sin. Üstelik kimlik kartları oluşturdular ve halka dağıttılar. İnandırdılar farklı olduklarına…
Okullarda Tutsiler bir tarafa Hutular bir tarafa oturtulmaya başladı. Ayrılıkçı muamele eğitimden hayata her tarafa yayılırken, bir taraftan da radyolardan kışkırtıcı propagandalar yapılıyordu.
Beraber yaşama arzusu yok edildi. Aynı sofrayı paylaşan insanlar birbirinden nefret eder hale getirildi.
Nefret, kıvamını bulduğu anda bir kıvılcımın atılması yetecekti ve öyle de oldu. Hutu Devlet Başkanının uçağının düşmesiyle birlikte kıvılcımda atılmış oldu.
Her şey planlanmış, askerler silahlandırılmış (Fransa’nın desteğiyle), halka palalar dağıtılmıştı. Öldürmezse öleceğine inanan insanlar 100 gün süren katliamlarla tarihin en acı soykırımlarından birini ne uğruna olduğunu bilmeden alet oldular.
Bir milyona yakın insanın katledildiği soykırım için dönemin Fransa Cumhurbaşkanı; ‘’ Bu tarz ülkelerde soykırım yaşanması o kadarda önemli değil’’ demişti.
Oyun her yerde aynı aslında.
İstilacı güçler toplumlar içerisinde kendine yakın bir grup yakalıyor. Sonra onları diğerlerinden farklı ve üstün olduklarına inandırıyor. Dolayısıyla yetki ve hakların öncelikli sahibi olduklarını, karşı tarafın bundan kendilerini mahrum ettiklerine ikna ediyorlar. Ve bu ayrıştırma politikalarının sonucu malum. Bölünme, parçalanma, zayıf düşme ve nihayetinde kolay lokma olma.
Toplumları savaşa, hatta iç savaşa sürüklemenin formülüne baktığınızda hep aynı aşamaları görürsünüz;
-Ayrıştırma; Onlar ve Bizler
- Yaşamsal farklılıkları öne sürerek, tarzlarını garip göstermek, abartarak aşağılamak,
-Nefret söylemleriyle simgelemek, uydurma hikayelerle kin ve nefret oluşturmak,
-Propaganda sürecinin sonunda ise senaryonun kurucuları ile figüranların bir araya gelip ayaklanmanın başlamasını sağlamak.
Sizi birbirinize kırdırdıktan sonrada kendileri gelir, sizin söz sahibi olmadığınız bir yönetim oluşturarak tüm varlığınıza el koyarlar.
Dünya bunun örnekleri ile dolu iken biz niye hala oyuna, gaza, spekülasyonlara malzeme oluyoruz? Toplumsal olaylardan ders çıkarmama konusunda niye bu kadar inatçıyız.
Tarih hep tekerrür etmez, ders çıkarılmayan tarih tekerrür edermiş.