Son zamanlarda ülkemizde BM ve Avrupa Birliği gibi örgütlerin destekleriyle faaliyet gösteren yabancı vakıfların çalışmaları ile sıkça karşılaşıyoruz. Öyle ki seçtikleri pilot Anadolu şehirlerinde konumlanıp çeşitli kurumların ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerini davet ederek eğitimler, çalıştaylar belli programlar çerçevesinde uygulanmakta.
Programların eğitimcileri, düzenlendiği çok yıldızlı otel salonları, ve sınırsız ikramların yer aldığı toplantılara baktığımızda bu işler için ciddi fonlar ayrıldığını görüyoruz.
Bu tarz projelerin konusu ise genelde; göç, uyum, kadının güçlenmesi, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi başlıkları yapılan faaliyetlerin merkezini oluşturuyor. Ne kadar da masum görünüyor aslında.
İşimin bir parçası olarak son 15 yıldır çokça katıldığım bu türden toplantılarda, bir misyonun parçası olarak hizmet veren bu kuruluşlara karşı temkinli olmayı önemli buluyorum.
Evet; şiddete karşıyız, ama her türlüsüne. Evet; ayrımcılığa karşıyız. Herkes doğuştan gelen barınma, korunma, güven ortamında yaşama, beslenme gibi insani haklara insan olması hasebiyle sahiptir sahip olmalıdır.
Ama bunu bana kendi ülkesinde ayrımcılığın önüne geçememiş, göçmen sorununu aşamamış, kadın ve çocuk istismarlarını önleyememiş, ırk, dil, din faşizanlığından kurtulamamış batımı yapmalı?
En acımasız katliam ve soykırımlar tüm dünyanın gözü önünde yaşanırken, milyonlarca insan yerinden edilirken, kadın, çocuk ve dahi insan hakları can çekişirken ‘’ dur’’ diyememiş, durdurmamış, birincil vazife edinmemiş bu kuruluşlar bizden ne istiyorlar?
Bize ne yapmak istiyorlar? Ya da bizi ne yapmak istiyorlar?
Neden bizim gündemimiz onların elinde şekil alıyor?
Her toplumun yapısal özellikleri, öncelikleri, sorunlara yaklaşım biçimleri farklıdır.
Yetiştiği kültür, dini dili, edebiyatı, habitatı gereği böyle de olmalıdır.
Ancak farklı toplumsal yaklaşımlarla, bize nasıl düşünmemiz gerektiğini, neye nasıl tepki vermemiz gerektiğini, önceliğimizin ne olması gerektiğini, neyi dert etmemiz gerektiğini nazikçe enjekte ediyorlar farkında olmadan.
Sonra ne oluyor?
Sonrada başka bir tarihsel döneme, başka bir ekonomik sisteme, başka bir siyasal ve sosyal bağlara ait olan kültürü bizim kültürümüzün yerine inşa ediyorlar.
Düşünmek istediğinizde farklı bir toplumun kültürünü kendi kültürünüz olarak düşünüyor, kendimize ait olmayan dertlerin muhatabı oluyoruz.
Kendi toplumsal gerçekliğimizle uyuşmayan problemler nedeniyle feryat ediyoruz.
Netice itibariyle batılı toplumların kendi tarihsel, siyasal ve ekonomik şarlarına ait olan dertleri ve ızdırapları bizim derdimiz tasamız oluyor. Ve onların ideallerinin bir parçası oluyoruz.
Topyekün değil elbette.
Bir kısmımız öyle, bir kısmımız böyle, bir kısmımız bambaşka… Toplumsal fırkalaşma ve farklılaşmayla birbirinden ayrıştırılmış bir toplum.
Aile içine kadar bir birinden ayrı düşürülmüş bireylerden geçilmiyor neredeyse.
Misyonun en önemli parçası da bu zaten; bir araya getirilmemek, birlikte hareket ettirmemek…
İnanç, kültür ve değerlere bağlı birlikteliği bozmak…
Büyük bir savaş veriyoruz.
Dışarıda içeride açılan cephelere karşı çok büyük bir savaş.
Ya kendi kimliğimizin farkına varıp kendi önceliklerimizin derdine düşeceğiz,
Ya da kıyamet kopacak…