Murat SERİM

Teknoloji sanatın ruhunu yakalayabilir mi?

Murat SERİM

Değerli dostlar, Küçük Ayasofya’da Hattat Fuat Başar ile hüsn-i hat konulu söyleşimize devam ediyoruz.

Teknoloji sanatın ruhunu yakalayabilir mi?

Hocam, hat sanatında icazet müessesesi nasıl çalışmaktadır? Hat sanatında icazet nasıl alınır ve hat icazeti ortalama kaç yılda alınır?

Meşk etmeye başlayan kişi, kabiliyet istidadına göre her gün yazmak şartıyla bunun asgarisi sekiz saattir. Yolculukta bile olsa elinde kalem varmış gibi ya bir kalem tutmak yahut Osmanlı Devri’nde yaptıkları gibi zeytin çekirdeğini parmak uçları arasında döndürmek. Elinde kalem varmış gibi el hücreleri kalem varmışçasına hissetsin, o his devam etsin diye her gün yazıyorlar ama asıl Hasan Çelebi Hoca’mızın dediği gibi günde 30 saat yazmak lazım. 24 saatten artan zamanları yarınlardan borç alarak devam ettirmek lazım. Bu söz çok mübalağalı gibi gelir ama hakikatin ta kendisidir. Çünkü çok büyük müzisyenler, dünya çapında tanınmış müzisyenler bile her gün 8 saat çalışırlar, parmakları tuşlara bastığındaki o basıncın derecesini hissetsin ve kaybetmesin diye. Ne kadar süreyle basacak, kaybetmesin diye onlar da çalışırlar. Beyin belki unutmuyor ama el hücreleri, sinir uçları o yönden biraz nankör, hafızası yeterince değil, unutuyor. Unutmaması için her gün yazmak lazım. Hatta el o kadar hassaslaşır ki şunu söyleyeyim: Hamit Bey yazı yazarken geceleri çok fazla uyumazdı. Elinde kalem, vavın kuyruğunu çekerken anında uykuya geçerdi ama elindeki kalem yazının neresinde ise oraya mıhlanmış gibi durur, 5 dakika 10 dakika bir şekerleme yaptıktan sonra kalkar, oradan devam eder. İnsan o hâle geliyor yani kişinin eli kalem oluyor. O derece ciddiyetle ele almak lazım. Beş yıl kadar çalıştı diyelim. Aşağı yukarı estetiğini tutturdu. Bunda gerçek manada biraz güzel yazabilmek için insana abartısız 100 yıllık ömür lazım. Bu da eski büyüklerimizin tecrübesi sonucu ortaya çıkmış bir cümledir. Biyografileri istendiğinde diyorlar ki: İnsana yazıyı yazabilsin diye iki tane yüzyıllık ömür lazım. Birinci yüzyılda biraz öğrensin, ikinci yüzyılda da biraz yazabilsin. 

Ömür o kadar değilse ne olacak hocam?

Yani işte karınca misali ‘’Yola çıktım, hacca gideceğim, gidemezsem bile o yolda ölürüm ya.’’ aynı düşünce. Çünkü niyet hayır akıbet hayır. Şimdi hoca baktı ki epey bir yazıyor, ona yazdığı yazıların imzasını koyma yetkisi verdiğine dair icazet vermeyi düşünür, icazet metnini hazırlatır. O da genellikle eski büyük ustalardan birisinin yazısını takliden yazmasını ister. Asıl olan budur. Bakar ki güzel. Yazdıklarının altına imza koyma yetkisini verdim, der. Burada o kişi yalnızca yazdıklarının altına imzasını koyar ama öğretme yetkisi verilmemiştir. Hoca bakar ki bunun öğretme kabiliyeti çok iyi değil, o yetkiyi vermez. Bir kısmına da kabiliyetli ise ‘’İmza koymak ve talebe yetiştirmek, öğretmek yetkisi verdim.’’ der. En eskiden bu işler bir merasimle olurdu. Osmanlı'nın son zamanlarında okullarda diplomalar şeklinde olmaya başladı. Allah'tan yazıdan icazet geleneği hâlâ yürüyor. Yalnız bu ara bir şey söyleyeyim:

Buyurun hocam.

Günümüzün teknolojisinin başımıza bela oluşuna dair bir örnek. Bir kişi online yazı dersi alıyor. 

Uzaktan eğitim alıyor.

Veya videolardan öğrenmeye çalışıyor. O kişinin icazetini bilgisayar mı verecek? 

Kimse veremeyecek.

Durum komedi, durum komedi. Sanat; her zaman insanın kendisinden, ruhundan, beyninden, elinden, gözünden, zuhur eden bir kavramdır, tenekeden değil. Bilgisayarda harfleri programın içine atıp oraya çek, buraya çek, ayet yanlış olmuş, teşrifatı bozulmuş, baskısını aldıktan sonra altına imza koymanın sanat ahlakı ile asla bir ilgisi yoktur. Üstelik geçmişlere ve onların emeklerine çok büyük saygısızlık ve terbiyesizlik vardır. Kişi kendi sanat kudretiyle sanatını ortaya koymalı. Efendim işte bu şimdi bir kolaylık burada durup Japonya'daki birine ders veriyorum. Yazının nice büyükleri var. Onlara demişler ki: Bu seviyeye nasıl geldin? Cevapları şu: Kulaklarımı hocanın sözlerine verdim, gözümü kaleminin ucuna diktim ama gönlümü de hocanın gönlüne raptettim. Bilgisayarın neresine gönlümüzü raptedeceğiz? Sanat asla mekanik bir şey değildir. Ruhtan doğar, ruhtan doğması Cenab-ı Hakk'ın ona ilham ve bağışlaması ile olur. Yani günümüzün bu ilericilik, çağdaşlık efendim teknoloji, kolaylık atılımları zaten batıldır, sanat da batıl oğlu batıldır. Öyle şey olmasın. Emeği veren biz mi olmalıyız, bilgisayarlar mı olmalı? Yani hem büyük bir akılsızlık hem de haksızlık. Kaldı ki yazı eğitiminde alınan çok güzel maneviyat terbiye vardır, bilgisayar eğitiminde böyle şeyler yok. İşi ruhsuzlaştırmanın mekanikleştirmenin adını koymuşlar modernlik. Modernlik bize asla lazım olmayan bir şey. Sözlerimiz tabii çok su kaldıracak, üstümüze çok gelenler olacak fakat cahilliklerinden dolayı bunu yapacaklar. Gerçekten düşünebilseler bu sözlere hak verirler. Kendileri yazsın. Azerilerin bir atasözü vardır. Derler ki: 

Ne demişler hocam?

Başkalarının gölgesinde yatanların kendi gölgesi yok olur. Biz; öyle ulu çınarlar olacağız ki gölgemiz uzun olsun, önümüzdeki asırlara gölge salalım. Yoksa dünyanın bu insanı kavuran yanlış yollara yönlendirmeleri insanı çok gölgelere muhtaç bırakacak, görünen o. O açıdan benim tavsiyem kişilerin kendisi işin ehli hocaya gitsinler. Son derece edep içerisinde hocaları ölünceye kadar devam etsinler ama hocaları ölse bile irtibatlarını kesmesinler, arkasından Fatihalar yollasınlar. Günümüzün bazı azgın bozguncu ilahiyatçıların dediği gibi yapmasınlar. Onlar diyor ki: Ölünün arkasından hiçbir şey okunmaz. Acep öyle mi? 

Elbette ki bir Fatiha, elbette ki Kur'an-ı Kerim'den bir parça okunur.

Bakın, işte dinde modernleşmenin getirdiği sonuç da bu. Hocasını unutturuyor. Öyle şey olmaz. 

Dinde yenileşme denen bir kavram bu aslındagetirdikleri.

Maalesef. Din her zaman yenidir, kıyamete kadar da hep yeni kalacaktır. Yeniliğe filan reforma şuna buna hiç ihtiyacı yoktur. 

 

3. bölümün sonu

 

Yazarın Diğer Yazıları