“Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.” Diyen Mevlana’nın yaşadığı dönemde hala söylenmemiş söz olabilir ama bugün için söylenmemiş söz kalmamıştır. Bugün söylenen sözlerin tamamı dün söylenmiştir. Dolayısıyla bugünün, dünün tekrarından ibaret olduğunu unutmamak gerek.
İnsanın varoluşsal boyutu “aşkın”la bağını koparmak istemiyor. Hiçbir dine yaslanmadan kendisini ve dünyayı inşa etmeye çalışan birisi bir süre sonra en dünyevi olan bir şeye bile “metafizik” bir boyut katıyor. Dolayısıyla insan “aşkın” ötesi ile irtibatını istese de koparamıyor. Burada şu soruyu sorabiliriz. “Aşkın” olmayan bir şeye “aşkın” değeri yüklersek sorunu çözmüş olur muyuz? Tabi ki hayır. O zaman varoluşsal boyutta olan problemimizi çözmek için gerçek “aşkın” ile bağ kurmak lazım.
Postmodernizmin tanrılaştırdığı birey (mikro tanrı) en dünyevi olan şeye metafizik (aşkın ötesi) anlam yükleyerek kendi ve eşya ile arasındaki anlam ve anlamlandırma krizini çözmek yerine daha da derinleştiriyor. Akıl-bilgi, duygu-sezgi birlikte olmayınca ya materyalist ya da mistik bir kişilik, kimlik oluşuyor. Kişiye sorumluluklar yüklemeyen, dünya ile gerçek bir irtibat kurmayan din; afyondur, narkozdur, uyutur, oyalar. Nitekim postmodernizmin mikro tanrısı olan bireyin, dini böyledir.
İnsanın anlam arayışında “aşkın” ötesi ile bağını koparmamasına yardımcı olacak iki unsur vardır. Birincisi ulemâdır. Referansı kitaplardır. Ulema, geçmişten geleceğe doğru bir projeksiyon tutarak toplumları yörüngede tutar. Kişi ve eşya arasında zamanla oluşabilecek sorunlara çözüm (içtihat) önerisi sunar.
İkincisi annedir. Referansı gelenektir. Anne, eşya ile değersel boyutta bağ kurar ve bu değerleri yaşayarak yaşatır. Bir yandan günlük ibadetlerini yaparken komşuları ile iyi ilişkiler kurar; diğer yanda yardımseverdir, misafirperverdir, annedir, teyzedir, yengedir, haladır. Düğünde gülen, cenazede ağlayandır. Anne, gelenekten aldığı birikimle “aşkın” ötesinin eşyaya ve kendisine yüklediği manaya uygun ilişkiyi, yaşamda somutlaştırandır.
Şimdi kendi kendime soruyorum. Annemin dini mi, ulemânın dini mi? Şayet böyle bir ikilemde kalıyorsam “aşkın” ötesi ile ilişkilendirerek varlığımı anlamlandırmamda ve eşya ile gerçek/sahici bir bağ kurmamda kim yardımcı oluyorsa onun dinini tercih ederim. Bu arada postmodernizmin tanrılaştırdığı bireyin tuzaklarından da ancak böyle korunabileceğimi düşünüyorum. Allah’a kul olmamak için yola çıkan yarı tanrı birey, kendi zihin dünyasında “metafizik” boyut kazandırdığı dünyalık birçok şeyin hem kulu hem de kölesi oluveriyor.
Hep “aşkın” ötesi deyip durdum. Neye, kime göre “aşkın” ötesi? “Aşkın” ötesi ne? Yarı tanrı kimliğine bürünen bireyin en dünyevi olan şeye bile metafizik bir boyut katıyor olması zihinleri bulandırabilir. O zaman Kuran, sünnet ve mütevatir haberler, ana kaynağımızdır. Akıl-bilgi, sezgi-duygu da hakikate ulaşmada ihmal etmememiz gereken araçlardır. “Aşkın” ötesi; evren ötesi, bütün varlıklardan farklı.
Aşkın olan; başı ve sonu olmayan, zaman ve mekândan münezzeh, her şeye gücü yeten yaratıcıdır.
Anadolu irfanıyla yetişen annelerin sezgilerine, kendinizi teslim edebilirsiniz. Benim annem, İslam’ın yaşamda somutlaşmasında gördüğüm en güzel örnektir. O kadar iş yoğunluğuna rağmen hiç namazını terk etmedi. Dilinde dua eksik olmadı. Hep itidalliydi. Yaratan’a şükretmeyi ihmal etmezdi. Hiç şikâyet ettiğini işitmedim. Paylaşmayı çok severdi. Dini hikâyeleri (mitos) vardı ama aslı gölgelemiyordu. Dini hikâyeleri; yaşamı süslemek, güzelleştirmek için kullanıyordu. Bu vesileyle Nesli tükenmek üzere olan Anadolu irfanının hakikat temsilcisi annelerin, özelde annemin cennetin ana yurdu olan ayaklarının altından öpüyorum.