Siyasal İslamdan haz etmeyen ve her fırsat ve ortamda tenkit eden (sözde) demokrat (aydınlıktan mahrum) aydın sıfatlılar konu siyasal yahudilik (siyonizm) ve haçlı hristiyanlığı (evanjelizm) olunca dut yemiş bülbüle dönüyorlar! Neden diye sormuyorum, çünkü nedenini biliyorum!
İdeolojinin dinleşmesi!
*
Tamam, Batı, değerlerini dizi ve filmleri ile dünyaya pazarladı da, ne oluyor bizimkilere, aldatma, aile içi sapkın ilişkiler, ahlaksızlık maceraları kurgulu dizileri hem ülke insanına, hem de bizi sevenlere izletme gayretinde, Batıya tur atma sevdalarının aslı ne ola ki?
Para değil mi?
Tutuyor bu senaryolar çünkü. Ama seni tutan olmayacak ey sureti güzel, sıfatı bozuk!
*
Hiç birimiz anamızın rahmine: ’Falan ırka mensup doğmak istiyorum’ dilekçesi ile düşmedik. Kürt, Türk, Ermeni, Laz, Çingene, İngiliz, Arap, Alman, siyah, beyaz, sarı her ne isek hepimiz özde en önce sadece insanız. Sonradan sonradan kimi insan, insanlığını pekiştirir, insana özgü yaşar; kimi de koloni hayvanları gibi ve sonra her iki taife de ölüp toprağa karışır. Bakide sermaye çürümeye mahkum bir beden ve var ise belki ancak bir eser… Bedenin gidene gram fayda/zararı yoktur; ancak bir eser sahibi olmak istisna…
En baba Türk ırkçısı öldüğünde, çürüyen vücudu bir zaman sonra en baba Kürt ırkçısının vücudu oluverir.
Irkıyla hava basanlar
ölümle kırkılacaklarını
ve her vücut sahibi gibi
önce şişip sonra
tıslayacaklarını
unutmamalılar.
Kastım kısaca şu:
Malazgirt’e gelenlerden değil de, oranın yerlisi olabilirdiniz. Bir Yunan da olabilirdiniz, tehcir edilen Ermeni de. Irak’ta, Afganistan’da da doğabilirdiniz.
Sizin tayin etmediğiniz bir şeyle kendinize değer biçmeniz, sizi sonuçta yüz buruşturulan bir yerlere götürür.
Değer, ellerinizin kazandığıyladır.
*
Gün geçmiyor ki bir meslektaşımız borç yükünü taşıyamama sebebi ile hayatına son vermesin.
Bu ülkeye acil bir aklı selim idare lazım. 10000lerce hukuk talebesi ben de avukat olacağım diye hayaller kuruyor.
Niteliksiz eğitim veren yüzlerce hukuk fakültesi açıldı. Hakim savcı sınavını kazanıp mülakatta referans bulamadığı için elenenler dahil, her hukuk mezunu nasıl olsa avukat olur, hayatımı belli bir standartta yürütürüm diyerek mesleğe yöneliyor.
Lakin realite farklı. İş artık aslanın ağzında değil, kalın bağırsağında. Avukatlık hele ki yeni başlayanlar için asgari standartlara bile yetmeyen bir meslek artık günümüz Türkiye'sinde.
Devlet bu mesleği en azından 20 30 yıl önceki seviyesine getirmek için okulda eğitim kalitesini artırmalı, çok ve niteliksiz hukuk fakültelerinin sayısına sınır getirmeli ve avukatların en azından yeni başlayanların ekonomik durumlarıni düzeltici tedbirler almalıdır.
*
Bir işveren, evli 3 4 çocuk sahibi işçisine, asgari ücret verip, bir de hayır kurumlarına zekat, sadaka veriyor ise, bırakın müslümanlığını, insanlığından şüphe duymak gerekir.
Asgari ücret vermesine değil sözüm, bunu verip, artandan hayır yaptığını sanması garipliğine vurgu!
Sağlam ahlaka sahip olmayan birini günde 10 kez camiye girip çıkarken görseniz şöyle düşünebilirsiniz: Çalacağı ayakkabıların keşfini yapıyor.
*
Birinin vermek istemediği bir şeyi
ondan zorlamadan almanın türlü türlü yolu var.
Gasba lüzum yok.
’Etik mi değil mi’yi sonra tartışırız.
Mesela:
Onda olmayan meziyeti onda varmışcasına
olgun bir sunumla ifade edersiniz.
Suratsızın tekine ’çok manalı bakışlarınız var’ demek, ona da başta inandırıcı gelmeyecek;
ama ısrar ederseniz suratsız,
pohpohunun devamı hatırına
size bir ücret lütfedecektir.
böylesi tavırlara
ve tavır sahiplerine
özellikle siyasiler,
güç sahipleri,
varlıklılar
ve güzellerin civarında
çok rastlanır.
Cimriden para koparmak zordur hesabı,
kendini bulunmaz Hint kumaşı ilan edenden
’alarak’ değil, ’vererek’ koparırsın istediğini.
Ahmak kendini akıllı sandığında bütün zırhlarını yere saçmış demektir.
İnandırman lazım fikrini, fikri olduğuna.
sonra çorap söküğü gibi gelir devamı.
Nasıl mı?
’Hani geçen sen bana demiştin ya:
Şu iş ne kadar mantıklı görünüyor diye.
Ben o zaman pek kıymet vermemiştim;
ama hakikaten yani, üzerinde düşününce,
şu şu şu gerekçelerle, ne kadar da makul ve akıl dolu olduğunu gördüm’ tarzı...
O dememiş miydi böyle bir şey?
Merak etmeyin, siz bunu ona nisbet edip onu şişirdikçe, o yelkenleri indirecektir.
Yıkama yağmala, hile diyor bazısı
ve iğrenç buluyor bunu.
Ben de yapmam yaptırtmam; ama bununla burnundan kıl aldırmayandan
kopardığınızda,
’Ona bu reva mı değil mi’yi tartışmayı da mantıksız buluyorum.
Aslında iğrenç olan onun onda olmayana ’sende var’ demesine gösterdiği makuliyettir.
Daha derinine inersek, ’ben çalıştım elde ettim’lik bir genel kazanç sistematiği yoktur
dünyanın.
Tamamen sıradışı bir kurgu gereği, ne, kime ulaşacaksa, ulaşıyor.
Nice alıkların servet sahibi,
nice çirkinlerin en güzelle olduğunu görüyorsunuz.
Dediğimi algılamanız o kadar da zor değil.
Bir umum denge var; lakin özellikle teknoloji ve yaşama standartları, duygu yoğunluğu kalabalıklaştıkça, bu da kendi rotasında ilerleyen farklı bir hal biçimi oluyor son zamanlarda.
Bir şeylere öyle böyle sahip olduktan sonra
kendini kendinde olmayanla da vasıflayandan
onun rızası ile tırtıklamak, adalete aykırı mı değil mi?
Emin değilim.
Kul adaletinde buna nitelikli dolandırıcılık deniliyor bazen; ama mesela:
Tanrı vergisi bir güzelliği olana, -aslında malın teki olmasına rağmen; ki bunu en iyi insanın kendi bilir- ’Sen çok zekisin, şöyle güzel sesin var, harika rol yeteneğin var’ diyerek yanaşandan, o güzel şüphelenmediğinde, revadır belki ona.
Çünkü özde onun, ona bunları söyleten duyguyu fark etmemiş olması imkansız.
Almak istiyor adam.
Rol yeteneği filan umrunda değil, yakına girmek için manevralarda.
Bunu bile bile onu civarında tutması,
bir tarz tatmin musluğunun ayarının elinde olduğu fikri ve ’idare edebilirimci’ mantık ile söylenenin hazzına varma niyeti.
Sonra bununla ondan istemediği alınınca da kader gibi bir kendini zavallı ve basit hissetme süreci...
Bu bir ceza mı, ders mi, olması gereken mi; olduktan sonra pek bir önemi kalmıyor.
Çünkü daha bir bileylenip ’bir daha asla’ diyen o, ertesi gün bir benzeri hadisenin kucağındadır.
Bir de işin kasma cephesi var; o sonra.
Yukarıdakileri şunu tekrar okuduğumda
geliştirmek istedim:
Oğlan kızı ölesiye seviyormuş; öyle ki o olmasa yaşamında, intihar bile edebilirmiş...
Kız iki pas vermeyince, yılan gibi sokuveriyor oysa...
Ben öleyim sen yaşa, ben çalışayım sen ye, bu bile değilken aşk, sevdiğini söylediğini yeri gelince, emeline ulaşamadığı anda, yerden yere vuranların, ağızlarına pelesenk ettikleri ’aşkım’ kelimesinin canı Uranüs’e, nefsi Satürn’e, ruhu Dikilitaş’a...
Aslında gerçek aşkı sorgulamıyoruz.
Ümitlenilen o...
Bir ütopya, uzaktaki yıldız gibi.
Var; ama ulaşmak...
Daha çok, ’öldüm, tükendim, yok oldum’ lafızlarını, ta yüreğinden söylediğine kendisini de inandıran insanların, bir zaman sonra nasıl da aslında kendilerine aşık olduklarını ve karşıdakinin zemini kayınca, onu olağanüstü biçimde rencide edebildikleri perspektifinde
bir dürüst değerlendirme çağrısı yapmak bizim ki...
Vermeyince ’nasıl vermez’i beyin algılayamıyor ve savunma mekanizmaları işlemeye başlıyor.
Genelde de en çok ’inkar’ve ’yönlendirme’ devreye giriyor.
Kişilik hakları, saygı kayboluveriyor en dillendirildiği zamanlarda üstelik...
Düşünsenize ’istemiyorum’ diyen biri var
karşınızda ve siz bunu kabullenmiyorsunuz,
dayatıyorsunuz, ondan ’vermeyi istemediğini’ zorla alma yollarına sapıyorsunuz.
’Tavlamak’
Beklenti için ince ince işçilik...
Şirin, tatlı görünmeler...
İçte beslemediği duygularla hitap etmeler, balon duygular üretmeler ya da...
Tavladın peki, sonra...
Pısss iniveriyor o büyük ihtiraslı tutkulu arzu ise, ya da değeri düşüyorsa sende aldığının,
bu bencillik, senden bir kazana kulp olmaz arkadaşım demek meselesi mesele...
Prototip aşıklar!
100?
1.000?
10.000? Bilinen hikaye anlamında....
Çıkmaz 10.000 sanırım.
Bütün dünya kültürlerini toplasak çıkmaz.
Kıstasları geniş tutsak çıkmaz...
Sırf bu bile yaşanan aşkların, çok da reel olmadığının göstergesi...
Piyangocu mantığı.
Aşk yoktur, faşisti, despotu çoktur.
Maçoyu sevenle, maço aynı yolun yolcusudur.
Romantikler de psikopattır, en azılı psikopatlar da, en romantiklerdir aslında.
Bütün şifre:
Verilmeyince istenilen, alınınca verilen, sonucu tezahüratın kuvvetindedir.
Müşterek muhabbet iyidir.
İştirak eksikliği eksiltir ve boşluğu şiddet baskı doldurur.
Bu bazen kişinin kendine ve bazen de müşterisine yönelir.
Değil mi?
Seven sevdiğini ifşa etmez, paylaşmaz, yutar, gömer mesela...
İncitmez, incitse canı acır, ciğeri dağlanır...
Ama bunlar da bir vakte kadar...
Bir vakit sonra yeni bir vakit; arada kısa bir film arası mola ve bazen sıkılıp yan salona kapağı attığı da olur.
Tam burada işte aşktan gözü dönmüşsün delilik hali ile, aşkına ya da kendine verdiği zarar ve eziyet konumuz.