Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır (32:7), Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır (7:156) gibi ayetler her şeyin Allah tarafından yaratıldığını gösterir. Kainatı ve bütün varlıkları yaratan, düzenin bozulmasını istemez. İnsanoğlu da bir düzen kurdu mu bunun bozulmasını istemez. Hatta insan kurduğu düzenin bozulduğunu gördüğünde bunu engellemek için çok büyük ahlaksızlıklar yapabilir. Çoluk çocuk katledebilir, insanlara yaşam hakkı vermeyebilir. Sırf düzeni bozulmasın diye. Ne kadar şanslıyız ki her işinde rahmeti önceleyen, her işinde hikmetli olan, güzelliğin de yaratıcısı, güzeller güzeli Allah’ın kuluyuz. Hz. Ali’nin meşhur bir duası vardır: Senin bana Rab oluşun iftihar olarak bana yeter; benim sana kul oluşum şeref olarak bana yeter; sen tam benim istediğim gibi bir Rab’sın. Allah'ım sen de beni, senin istediğin gibi bir kul eyle!
Her şey, aynı ilah tarafından yaratılmış olması sebebiyle birbiriyle ilişkilidir, zira O, "her şeyi kapsayan" el-Muhit'tir. Vahdet ile kesret, birlik ile çokluk aynı kaynaktan gelir ve aynı kaynağa geri döner. Kesretteki vahdet yani çokluktaki birlik, mikrobik bir varlıktan gezegene kadar her şeyi birbirine bağlar. Bilgi, varlığın bu yönünü açığa çıkarmak durumundadır. Bu yüzden varlık sorusu, bilgi meselesinden önce gelir. Varlık, bilgiden önce gelir ve onu ihata eder. Varlık somuttur, dinamiktir. Buna mukabil insan zihni, soyut kavramlarla iş görür. Varlığı, zihnin anlayabileceği soyut ve genel geçer bir mefhum hâline getirir. Varlık hakkında dile getirdiğimiz her önerme zihnimizde bir soyutlamaya dayandığına göre, bu soyut kavramları varlığın dinamik yapısına karşı sürekli elden geçirmek ve sınamak zorundayız.
Müslüman düşünürler bu varlık tasavvurunu yaratılış metafiziğiyle iç içe ele almışlardır. Yaratılan varlığın anlamlı ve değerli olmasının sebebi yaratıcının her işinin hikmetli ve güzel olmasıdır. Eser müessirine göre değerlendirilir. Değerli bir müessirin değersiz bir eser vermesi düşünülemez. Müslüman düşünürler eski Yunan düşünürleri gibi alemin verili bir şey olduğunu düşünmüyorlardı. Varlık aleminin belirli bir amacı ve anlamı vardır. Hiçbir şey boş yere yada anlamsız yaratılmamıştır. Aklı ve ruhu vardır. İnsanoğlu bunu keşfetmekle, düşünmekle, anlamakla, yükümlüdür.
Bu yükümlülük Rahman suresinin ilk ayetlerinde açıkça önümüze serilmektedir. ‘Kuranı Rahman öğretti’ (Rahman, 55:1-2). Varlık alemiyle ilgili bize bilgi vermeden önce Yüce Allah öncelikle insanoğlunun kendisini öğretmen olarak kabul etmeye ve içselleştirmeye davet ediyor. Kuranda bu ön kabul gerçekleştikten sonra kainat ve insan hakkındaki bilgiler sıralanmaya başlıyor. İnsan hayatını anlamlı ve hikmetli yaşamak istiyorsa öğretmeni Allah olmalıdır.
‘İnsanı O yarattı. Ona beyanı öğretti’ (Rahman, 55:3-4). Ona beyanı yani ifadeyi, anlamayı ve açıklamayı öğretti. Kuran, yaratılış ve beyan varlık yolculuğunda bize yol gösterir. Ayetlerde belirtildiği üzere evrendeki tek varlık biz değiliz. ‘Güneş ve ay bir hesaba bağlı olarak hareket eder, yıldızlarda ağaçlarda secde ederler’ (Rahman, 55:5-6). İnsan; yıldızların, güneşin ve bütün varlıkların yaptığı gibi secde etmeli, düzeni bozmamalıdır. Secde etmek saygı ve hayranlık duymayı gerektirir. Secde eden, onun sağladığı düzeni kabul etmiştir, kainatın düzenini sağlayana teslim olmuştur.
Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız (Rahman, 55:7-8). Kuran ve beyan ile gökteki ve yerdeki mizana (düzene) sahip çıkmak, insanın alemle olan ilişkisinin temel ilkesidir. Bizler anlamdan yoksun bir dünyaya atılmış başıboş varlıklar değiliz. İnsanoğlu irade sahibi varlık olarak dünyayı imar yetkisine sahip olduğundan özne konumundadır. Dünyanın gidişatını diğer varlıklar değiştiremez ama insan değiştirebilir. İnsanoğlunun akıl ve özgürlük sahibi bir özne olarak manayı keşif ve inşa etmesi gerekir. Buraya fırlatılıp atılmadığımız, tesadüf eseri meydana gelmediğimiz için evrenle bir kavgamızda olamaz. Çünkü evren, varlık, biz aynı hikmet sahibi yaratıcının iradesiyle burada bulunmaktayız. Mekanın sahibi ne sensin, ne benim, ne de öteki. Mekanın sahibi hem bize şah damarından daha yakın olan hem de her şeyi yaratan Yüce Allah. Mekanın sahibiyle anlaşamazsanız, onunla iyi geçinmezseniz çok büyük sıkıntılar sizi bekler.
Vücûd (varlığın var olması), zati olarak akledilebilirdir. Çünkü akli ilkelerle donatılmıştır. Tefekkür, bu akli yapıların idrak edilmesi sürecini ifade eder. Vücüdun zatî akliliği, yaratılış aleminde müşahede ve tecrübe ettiğimiz düzen, denge, oranlılık, süreklilik ve bütünlük ilkelerinde somut bir şekilde tezahür eder. İnsanda ki akıl ile varlıktaki akli ilkeler arasında izomorfik [hemcins) bir ilişki vardır: İkisi de aynı kaynaktan gelir, aralarında bir tetabuk ilişkisi vardır ve birbirlerini bütünlerler. Kant'ın ifadesiyle söyleyecek olursak "başımın üstündeki yıldızlı gök kubbe ile içimdeki ahlak kanunu", aynı ontolojik ilkeye dayanır. İkisi de bizi kendine hayran bırakır. İkisi de bizden iyi, doğru ve güzel olmamızı talep eder. Başımın üstündeki yıldızlı gök kubbe derin, sakin ve anlamlı bir hareket hali içindedir ve bize evrende ne kadar küçük bir yere sahip olduğumuzu hatırlatır. Lakin içimizdeki ahlak kanunu, bizi maddenin ve hayvanlığın sınırlarının ötesine taşır ve sonsuzluğun kapısına getirip bırakır. O kapıdan girip anlamlı ve özgür bir hayat yaşamak yahut yok olup gitmek bizim irademize kalmıştır. Kur'an'ın "ufuk- larda ve nefislerimizde" göstermeyi vadettiği ayetler yer ile gök, evren ile ahlak, fena ile beka, madde ile suret ve lafız ile mana arasında köklü bir irtibatın bulunduğuna işaret eder. Ufuklardaki ve içimizdeki işaretleri aynı anda kavramaya çalışmadan tefekkür yolculuğuna çıkamayız.
Akıl varlıkla doğru ilişkisini bu bağlamda kurar. Varlık içkin olarak akledilebilirdir, zira Tanrı her şeyi en iyi şekilde yaratır ve yarattığı şeyin içinde bir anlam, amaç ve akledilebilirlik koyar. Aşağıdaki ayet, yaratma, düşünme ve dua etmenin amacını birleştirir:
"Onlar, kendi nefisleri hakkında hiç düşünmediler mi? Allah, göklerle yeri ve ikisi arasındakileri ancak hakikate uygun olarak ve belirli bir süre için yaratmıştır. Şüphesiz insanların birçoğu Rablerine kavuşacaklarını inkar ediyorlar. Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı (Rum, 30:8-9).