İhsan ÖZKAN

Kesretten Vahdete

İhsan ÖZKAN

Hâris el Muhâsibî’ye (ö.857) göre akıl, ‘’kendi eylemleri vasıtasıyla bilinen bir eğilimdir.’’ ( Hâris el Muhâsibî, Şerefül Akl ve mahiyyetehü, Beyrut: Darul Kütübül İlmiyye, 1982, s.19.) Ahlaki eylemin ilkesi olarak davranır ve bizi ilahi olana yaklaştırmaya çalışır. Allah’a yaklaştırmayan akıl putlaştırılan akıldır. Muhasibi şöyle düşünür: Eğer bir kişi gerçekten akıllıysa hem bu dünyada hem ahirette kurtuluşa ermeye çalışacak ve bunun için aklını doğru bir biçimde kullanacaktır. Analizini, eserinin başlığı olan ‘’aklın asaleti’’ üzerine dayandıran Muhasibi, gerekçelendirilmiş bir iman ve erdemli bir yaşam tesis etmek için gereken insan aklının eşsiz niteliğini göstermek ister. İman ile aydınlanan aklın doğru bir biçimde kullanılması ahlaki davranışa yol açar. Akıl yoluyla dile getirilen ve desteklenen iman, bu nedenle bir derinlik ve kesinliğe sahiptir.   

14. yy’da yaşamış olan mutasavvıf Haydar Amuli, inanç ve akıl arasında mükemmel bir uyum görür. Din ve aklı, beden ve ruhla karşılaştırır. Nasıl ruh bu dünyada beden olmadan var olamaz ise beden de ruh olmadan bir anlam, hayat ve bütünlük bulamaz. Dolayısıyla ‘’ne din akılsız ne de akıl dinsiz yapabilir.’’ Ragıp el Isfahani, ‘’aklın, din olmadan asla doğru yolu bulamayacağını ve dininde akıl olmadan asla bir açıklık kazanamayacağını’’ dile getirir. (Haydar Amuli, Camiü’l Esrar ve Menbeü’l Envar, s.372)

İsfahânî’ye göre akıl için ilâhî vahyin kılavuzluğu gerekli olup Allah’a inanmak aklın aydınlanmasında merkezî rol oynayan bir nur meydana getirir. Böylece aklî meleke kişinin nefsini temizleyebileceği aşkın bir nurla yolunu bulur. Şeriat bu kılavuzluğun hâricî, akıl ise dâhilî kaynağını meydana getirir. Burada atıfta bulunulan akıl vahiy ile uygunluk ve dolayısıyla şeriatla âhenk içinde bulunan fıtrî akıldır. Akıl vahiy olmadan kılavuzluk yapamayacağı gibi şeriat da akıl olmadan açıklanamaz. Akıl temele, şeriat onun üzerine kurulan binaya benzer. Râgıb’a göre fıtrî akıl beşerî nefsin (fıtrat) merkezinde yer alır; fıtrî aklın içinde ise kişinin fıtrî olan Allah bilgisi bulunur.

Aydınlanmış akıl Allah’la ilgili fıtrî bilginin kazanılmasını mümkün kılar. Ona göre nefsi bilmekle Allah’ı bilmek aynı anlama gelir ve nefsi bilmek kendini bilmekten daha yüce olan Allah’ı bilmeye götürür. Kendini tanımayı nihaî amaç olarak gören kimse bu iki bilgi seviyesi arasındaki farkı kavrayamaz. İsfahânî’ye göre insanı hayvandan ayıran özellik aklî melekedir; akıl vasıtasıyla insan mükemmelliğe ve mutluluğa ulaşır (eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa, s. 167 vd.).

İmam Gazali Mearicül Kuds adlı eserinde şöyle der: Bil ki akıl ancak din ile hidayete erebilir. Din de ancak akıl ile açıklık kazanıp anlaşılır hale gelebilir. Akıl temel, din de bina gibidir. Bina olmadığında temel bir işe yaramaz. Temel olmadığında da bina sağlam olmaz.’’ (Gazali, Hakikat Bilgisine Yükseliş, İnsan Yayınları, 1995)

Varlığın doğasını ortaya çıkarmak istiyorsak, hakikate ulaşmak için gidilen yolda ilerlemek istiyorsak ve insanlığımızın üst mertebelerine çıkmak istiyorsak din ve aklın, gözlem ve kalbin birlikte çalışması gerektiğini idrak etmeliyiz. Büyük varlık dairesinin üyesi olan akıl doğası gereği şeyleri ve kavramları bütün olan olarak kavrar. Varlığa yabancılaşmış bir aklın eşyanın hakikatini kavraması mümkün değildir. 

Peki insan varlığa nasıl yabancılaşır? İnsan, yaratılışını bozmadan yaşasa ne kendine ne de varlığa yabancılaşır. Akıl varlığı anlayacak ve idrak edebilecek şekilde yaratılmıştır. Akıl kirletilmezse idraki asli şekilde çalışır. Varlık düzeninin dayandığı akli temeller, mizan, ahenk, süreklilik, tutarlılık ve bütünlük, din ve akılla çatışmaz. Bu ikisi çatışıyorsa ya edinilen dini bilgide ya da akıl yürütmede sıkıntı vardır. İmam Gazali bu dengeyi öylesine temel bir ilke olarak benimser ki aklın ilahi kökenini Nur suresinin 35. Ayetine dayanarak açıklar.

 ‘’Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır; (bu kandil) doğuya da batıya da ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.’’

Anlamayı kolaylaştırmak için ‘nur’ kelimesinin yerine ‘varlık’ kelimesini koyabiliriz. O zaman İmam Gazali’nin anlatmak istediklerini ana hatlarıyla çözmüş oluruz.

Nur Metafiziği olarak ifade edilmiş olan Gazalinin Mişkatül Envar adlı eseri; Hakiki nurun/varlığın Allah Teala olduğu ve Nur/varlık isminin başkasına ancak mecazen verilebileceği hakkındadır. Burada ilk basamak; nurun avama göre açıklanması, ikinci basamak; havassa göre açıklanması, üçüncü basamak ise; havassul hassın derinliğinin dikkate alınarak açıklanmasından ibarettir. Bu derecede ‘Hakikat’ artık en yüksek nur olarak açık seçik ortaya çıkmış olur.

İdrak vasıtaları arasında en kuvvetlisi avama göre duyular, duyular arasında da görme duyusudur. Görmeye dayalı olarak nesneler üç çeşittir:

1.Kendi başına gözle görülemeyen ve bir ışığa ihtiyaç duyan nesnelerdir.

2. Kendi başına görünmekle birlikte kendisi aracılığıyla başkaları görülemeyenler (yıldızlar gibi).

3. Hem kendi başına görülen hem de kendisi aracılığıyla başka cisimlerin görüldüğü varlıklardır. Güneş, ay, lamba, ateş gibi. Bu üçüncü grupta ifade edilen varlıklar ‘nur’ olarak adlandırılır. O zaman diyebiliriz ki; ‘ortamı aydınlatan nesneler nur, o nesnelerin oluşturduğu aydınlık da nurdur.’

Bir objenin ya da rengin görülebilmesi için aydınlığa ihtiyaç olduğu gibi göze de ihtiyaç vardır. Modern fiziğin, görme olayını açıklama tarzına göre; görme dediğimiz hadisede bir nesne bir de nesnenin yoğunluk derecesine bağlı olarak ona gelen ışınlar vardır. Bunların bir araya gelmesiyle görme hadisesi meydana gelir. Aynı şey ses için de geçerlidir. Söz veya ses, kulağımızın varlığına bağlı olarak ortaya çıkan bir şeydir. Aslında beş duyuyu kaldırdığımız vakit cisimlerin varlığı, yokluğu, renkleri, tatları, yumuşaklıkları gibi özelliklerinin hiçbirisinin anlamı kalmaz. 

O zaman görecelilik durumu ortaya çıkar. Yani varlığın zuhuru, kişilerin duyularının gücüne ve bu duyuları kullanma oranına bağlıdır.
Bütün insanlar söz konusu olduğunda mutlak manada zahir mümkün değildir. Çünkü zuhur etme yani zahir olma izafi bir durumdur. Bir şey bir kişiye göre açıkken diğerine göre kapalı olabilir. Bu değişkenlik muhatabın kabiliyetine bağlıdır, ona izafeten anlamlıdır. Burada taayyün (ortaya çıkma)  ve temyiz kabiliyetleri devreye girer. Bir insan birçok manayı birbirinden ne kadar temyiz edebiliyor, inceliklerini ne kadar ortaya koyabiliyorsa o kadar bilgilidir. Bize nazaran bir botanikçinin ormandaki ağaçları ve özelliklerini çok teferruatlı bir şekilde izah edip ortaya koyması, ondaki temyiz kabiliyetini gösterir. Bu onun ilminin genişliği ve derinliğidir. İlginç olan, fiziki dünyada mevcut olan her şey insanların onları var veya yok kılmasına bağlı olmadan oradadır ama insanlar o mevcut olan şeyleri kendi bilgi ve becerilerine bağlı olarak birbirlerinden temyiz ederler. Bu durum temyiz kabiliyetlerine bağlı olarak derinlik ve genişlik kazanır.

Bir üst aşamayı şahsiyetler bazında değerlendirelim. Fizik dünyadaki varlığın zuhuru, nasıl kişilerin temyizine göre derinlik kazanıyorsa, şahsiyetler bazında da öyledir. İnsanlık tarihini incelediğimizde her kültürün değer verdiği, tanıdığı ve hakkında bilgi sahibi olduğu şahsiyetler farklıdır. Fakat o şahsiyetlere nazaran temyiz kabiliyetimizle Hz. Peygamber hakkında diyebiliriz ki; bütün insanlığın tanıdığı ve tanıyabileceği, insanlık tarihini değiştirmiş aynı zamanda tayin edici şahıstır. Hz. Peygamber öyle bir varlıktır ki hem kendisi kamil olarak vardır hem de insanlar, kendisine tabi oldukları oranda varlıkta kemal kazanır. Yani deriz ki; Hz. Peygamber, başta yaptığımız üçlü sıralamanın üçüncüsüne yani ‘hem kendisi görülen hem de kendisi aracılığıyla başka cisimlerin görüldüğü nura’ denk düşer. Peygamberimizi nurların nuru ifadesiyle vasıflandırırız. Bu demektir ki; İslam medeniyeti toplumsal alanda var oluyorsa onun şekillendiricisi ve ilkesi Hz. Peygamber ve onun yaydığı ışıktır/nurdur.

Göze nazaran bir üst aşamanın varlığını anlatmak için devam edelim:
Bir nesnenin görülmesi için hem ışık hem de göz lazımdır. Işık olmazsa göz göremez. Göz olmazsa ışık gösteremez. Varlığın zuhurunda göz bu kadar önemlidir fakat öte taraftan göz nuru çeşitli kusurlarla maluldür. Mesela göz başkasını görmekle beraber kendisini göremez, uzaktaki nesneleri, perde arkasındaki şeyleri göremez, nesnelerin dış taraflarını görür, iç taraflarını göremez, varlıkların hepsini değil ancak bir kısmını görür. Sınırlı olan nesneleri görebilir, sınırsız olanları göremez. Hatta bazen görüşünde de yanılır.

Büyüğü küçük, uzağı yakın, duranı hareketli, hareketliyi durur vaziyette görebilir. Bunlar başımızda bulunan gözden ayrılmayan kusurlardandır. Eğer gözler arasında bütün bu kusurlardan uzak bulunan bir göz varsa, buna nur demek daha uygun olmaz mı? Cumhurun ıstılahına uyarak akıl diyelim. Akıl, baştaki göze göre nur adını almaya daha layıktır. Akıl, göze nazaran varlıkların bütününü kapsayan bir idrak vasıtasıdır. Çünkü varlık alanına dair saydıklarımızı hatta sayamadıklarımızı kapsayacak durumdadır.

Bir sonraki aşamada değerlendirmeye devam edelim:
Göze nazaran akıl daha idrak edicidir. Fakat akıl da kendisine sunulan bazı şeyleri idrakten yoksun kalabilir. O yüzden bu noktada akıl da üzerinde düşünmeye, incelenmeye muhtaçtır. Mesela manayla/maneviyatla alakalı olan şeyleri aklın kavraması her zaman mümkün olamayabilir. Kavrasa bile görecelilik arz eden durumlar söz konusudur. Mevki, makam, kariyer örnek olarak verilebilir.
Bizim esas olarak bilmemiz gereken şey şudur: Varlık dediğimiz şey (ontoloji), fiziki varlıklardan çok toplumsal varlık alanıdır. Şehri örnek olarak verebiliriz. Şehir böyle itibarlardan oluşan bir mekandır.

Süleymaniye Camii de bir örnektir. Aslında Süleymaniye bir taş yığınıdır. Oradaki taş yığınını Mimar Sinan öyle nispetlerle bir araya getirmiştir ki sonunda, görmüş olmaktan memnun olduğumuz bir görüntü ortaya çıkarmıştır. Bu örnek bize mimari eser dediğimiz şeyin de yine belli müspet/itibari ilişkiler üzerine oynanmış maddeden ibaret olduğunu gösterir. Bu yaklaşımı son tahlilde bütün şehre hatta toplumsal varlık alanına yayabiliriz.

Klasik alimlerimizin yaptığı ayrıma göre varlık alemi iki kısma ayrılır:

1. İnsanların herhangi bir dahlinin olmadığı direkt Cenab-ı Allah’a bağlı olan mevcut fizik dünyadır.

2. Doğruluk, iyilik-kötülük, makam-mevki gibi insan fiillerinden ibaret olan manevi alandır. Toplumsal alan da bunlarla oluşur. Böylece fiziki dünyanın üzerinde insanlar kendi fiillerinden oluşan ikinci bir dünya inşa ederler. Bu inşa edilen dünya, fizik dünya gibi nesnelerden oluşmaz.

Bir başka dille ifade edecek olursak; tekvini emir fiziki dünya, teklifi emir de insanlara verilen ahlaki vazifelerdir. İslamiyet bağlamında düşündüğümüzde bu vazifeler ya da başka ifadeyle emir ve yasaklar insani varoluşu muhafaza etmeye yöneliktir. Çünkü dinin amacı insani varoluşu muhafazadır. Bütün bunlar insanın ihtiyacıdır. Onun için onların hepsi hayırdır.

Toparlayacak olursak; varlık denen şey Cenab-ı Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının taayyününden ibarettir ve bu taayyün, avamın isimlendirdiği ışık ve nur anlamıyla fiziki dünyaya yansır. Sonra akli varlıklar olarak insanların hayatında toplumsal kurumlar ve kurallar olarak varlık sahasına çıkar. Özü itibarıyla toplumsal kurumlar ve kuralların esasını da vahiy teşkil eder. Vahyin çizdiği istikamet sebebiyle insanlar Peygamber Efendimize tabi olduklarında o ittibanın neticesinde belli bir dayanışma içerisine girerler. Nesefi’nin ifadesiyle: “Müslümanın vazifesi kendi varlığı için değil etrafındaki insanların –komşu, arkadaş gibi- güvenliğini sağlamak için çalışmaktır. Onların da asli vazifesi sizin güvenliğinizi sağlamaktır.

Müslüman olmak başkalarının güvenliğini dikkate almak anlamına gelince birden bire planlanmadığı halde çok güçlü bir toplumsal dayanışmayla karşılaşırsınız. Burada iki varlık seviyesinin/nurun yansımasını görürsünüz. Birinci varlık seviyesinde Sahabe-i Kiram vardır. Onlar, İslamı kabul ederek varlıklarını Peygamberimizden nurun yansıması şeklinde aldılar ve bir toplum ortaya çıktı. Bu toplum Peygamber Efendimizden öğrendiğini bilfiil yaşadı, sonrakilere şehadet yoluyla (göstererek)nakletti. İkinci varlık seviyesinde ise dini ilimler vardır. Bunu ortaya çıkışı ise; zaman içerisinde, Peygamberimizin ve sahabenin nasıl yaşadığı ele alındı, ıstılahlaştırıldı ve böylelikle dini ilimler ortaya çıktı.

Bunları İmam Gazali’nin daha önce söyledikleriyle irtibatlı olarak düşünürsek; bizim beş duyu ile algıladığımız bir dünya ve aklımızla algıladığımız toplumsal manevi bir dünya var. Bu dünya akli ve manalardan ibaret bir boyuttur. Bir de bunun arkasında akli seviyeyi daha üst esaslara taşıyan bir boyut vardır ki buna akleden kalbin dünyası da diyebiliriz.

Bu dünyayı sadece beş duyu verileriyle algılayanlara kabaca pozitivist denir. Onlar bütün olup bitenleri fiziki alanın tezahürü olarak, toplumu da maddi ilkelerle açıklarlar. Halbuki müslümanca bakış hem pozitivistin bakışını kapsar hem de onun ötesine geçer. Çünkü başka bir şeyin olduğunun da farkındadır. O farkında olduğu şeylere ise insanın kabiliyetlerini geliştirmesiyle ulaşacağını görür.

Cenab-ı Hakkk’ın isimleri ve sıfatları maddi dünyada sınırlı ama insanda sınırsız ölçüde taayyün eder. Ve bu taayyün esas itibarıyla ahlaki kemal olarak gerçekleşir. Kim ne kadar çaba gösterirse o halle irtibat kurup yaşayabilir. Bu hali hem fiziki dünyayı hem de manevi dünyayı kavrarken düşünebilirsiniz. Botanikçi örneğini dikkate alırsanız, bir ağaç topluluğuyla karşılaştığınızda orada ne kadar temyiz yapabileceğinizi, sizin haliniz belirler. Cenab-ı Hakkın tecellileri de manevi alanda her zaman oradadır. Sizin halinize bağlı olarak tetkik yapabilirsiniz, temyiz kabiliyetiniz arttıkça da farkları görebilirsiniz. Bu bütün alanlarda bu böyledir.

Nihai olarak amaç, kesretten/çokluktan vahdete/birliğe ulaşmaktır. Vahdetten kesrete doğru yaşanan akışta bütün o kesreti insan olarak kendimizde topluyoruz ve icra ediyoruz. Kesreti vahdete ulaştırırken anlamamız gereken şey, hakiki anlamıyla Varlığın/Nurun Cenab-ı Hakk olduğudur. Onun dışındaki her şey (isimler, makamlar, bedenler, şehirler) itibari ve nisbidir.

Yazarın Diğer Yazıları