11 Eylül 2001’deki saldırılardan sonra akademik çevrelerde ve siyasi arenada İslamda aklî ve insanî değerlerin olmadığı savunulmaya başladı. 1837 yılında ölen Fransız ressam ve filozof Louis Dupre ‘İslam hiçbir zaman, batının 18.yy’da yaptığı gibi kendi manevi vizyonunun geçerliliğini eleştirel bir biçimde inceleyen uzun bir dönemden geçmedi’(Louis Dupre, The Enlightenment and the Intellectual Foundations of modern Culture) New Haven and London : Yale University Press, 2004.
Dupre ne hikmetse İslamın neden manevi vizyonunun eleştirel biçimde incelenmesi gerektiğinden bahsetmiyor. Aydınlanma çağı düşünürleri kendi dinlerinde yaptıkları gibi ısrarla ‘İslam da reform’ yapılması gerektiğinden dem vuruyorlar. Hatta bu reformun yapılmadığı takdirde dünyanın büyük tehlikede olduğunu söylüyorlar. Mefhumu Muhalifinden düşünecek olursak reform yapılmadığı takdirde İslam’ın çarklarına çomak sokacaklarından korkuyorlar.
Latince’de “bir şeye yeniden şekil verme” anlamına gelen reformare ve reformatio kelimelerinden türeyen reform ve reformasyon kavramları, özellikle XVI. yüzyılda Katolik kilisesini eleştirmek ve Kitâb-ı Mukaddes’i temel almak suretiyle Hıristiyanlığın aslına dönülmesini savunan harekete verilen isimdir.
Kilise tarihindeki reform hareketi Batı Avrupa’da XVI. yüzyılda gerçekleşmiş olmakla birlikte kökenleri daha eskilere dayanır. XII. yüzyılın sonunda Petrus Valdus, dinî telkin ve vaazın bütünüyle Kitâb-ı Mukaddes’e dayalı olması gerektiğini ileri sürmüş, XIII. yüzyıl başında yeni kurulan Fransisken ve Dominiken tarikatları, reform hareketlerini kilise hiyerarşisi ve manastır nizamlarına nisbetle halka daha yakın bir mânevî hayat formu sunan oluşumlar şeklinde takdim etmiştir. Modern dindarlık diye adlandırılan uygulama da kiliseye mensup olmayan halka yönelikti.
XVI. yüzyıl reform hareketi öncesinde kilisenin reforme edilmesi yönünde çağrılar yapan düşünürlerin yetiştiği görülmektedir. Bunlardan biri İngiliz düşünürü ve Kitâb-ı Mukaddes uzmanı John Wyclif’tir (ö. 1384). Wyclif ideal ve ebedî bir gerçeklik olarak kilise ile bu kiliseye uygunluğu nisbetinde otorite sahibi olabileceğini söylediği maddî âlemdeki kilise arasında açık bir ayırım yapmış, doktrin belirleme konusunda sadece Kitâb-ı Mukaddes’in bir ölçü olabileceğini vurgulamış, papanın otoritesini ve manastır hayatını kabul etmemiştir. Görüşlerini yaymak için Latince yerine İngilizce yazmayı tercih eden Wyclif sosyal konularda da yeni görüşler ileri sürmüştür. Diğer bir reformist hareketin lideri Çek ilâhiyatçısı ve din adamı John Hus’tur. Wyclif’in düşüncelerinden etkilenen Hus, vaazlarında kilisenin yanlış yönlendirmelerini ve kilise teşkilâtına mensup din adamlarının ahlâksızlıklarını gündeme getirmiştir. Kısa bir süre Prag Üniversitesi rektörlüğü de yapan Hus kilise tarafından aforoz edilmiş ve Constance Konsili’nde (1414-1418) yapılan sorgulamada görüşlerinde ısrarlı olması üzerine sapkınlıkla suçlanarak öldürülmüştür. Bu olay halk tarafından tepkiyle karşılanmış, Hus hem şehid hem millî kahraman ilân edilmiştir.
Martin Luther ve John Calvin, Almanca ve Fransızca konuşan Avrupa ülkelerinde reformun öncüleri kabul edilmektedir. Üniversite öğrenimi görmüş Augustinci bir rahip olan Luther kilisenin endüljans uygulamasına karşı çıkmış, 31 Ekim 1517’de, Wittenberg’deki kilisenin endüljans satarak sahte kurtuluş vaadinde bulunduğunu belirten doksan beş maddelik bir metni cemaate açıklamıştır. Sadece Kitâb-ı Mukaddes’in hıristiyanların hayatları ve inanç esasları için bir temel teşkil edebileceğini, insanın kurtuluşunun amellerine veya kiliseye değil yalnız Tanrı’ya ve Mesîh’e olan imanına bağlı olduğunu savunan Luther 3 Ocak 1521’de kilise tarafından aforoz edilmiş ve aynı yılın mayıs ayında arkadaşları ile birlikte sürgüne gönderilmişti. Luther, bu yıllarda Almanca kaleme aldığı yazılarında ferdî imana dayalı derin bir mâneviyat üzerinde durmuş, Katolik kilisesinin öğretilerinin ve uygulamalarındaki bazı noktaların Kitâb-ı Mukaddes’e aykırılığına işaret etmiştir. Samimi hıristiyan olmanın Tanrı’nın inâyetine güvenmek demek olduğunu söyleyen ve papalık makamını deccâlin makamı olarak tanımlayan, kilisenin sorumlu bulunduğu dinî alanla devletin sorumluluk alanına giren seküler alan arasında kesin bir ayırım yapan Luther’in görüşleri halk arasında büyük yankı uyandırmış, böylece hareket kendi dinamiğini oluşturmuştur. Dinî konuların yanı sıra sosyal ve siyasal meselelerin tartışıldığı bu dönemde meydana gelen köylü isyanında Luther derebeylerin ve asillerin tarafını tutmuş, onlara isyanı bastırmak için güce başvurmalarını önermiştir. Reformist fikirler, 1520’lerin sonlarından itibaren Alpler’in kuzeyindeki Avrupa ülkelerine doğru hızla yayılmaya başlamış, Luther halkın da okuyabilmesi için Kitâb-ı Mukaddes’i Almanca’ya tercüme etmiştir. 1530’da Philipp Melancthon tarafından formüle edilen ve “Augsburg itirafı” denilen esaslar Lüteryen kilisenin kabul ettiği inanç esaslarını oluşturmuş, diğer Protestan kiliseleri de buna benzer inanç esasları belirlemiştir.
Reform hareketi ekonomik, sosyal, siyasal ve askerî açıdan önemli gelişmelere yol açmıştır. XVII. yüzyılın ortalarına kadar birçok ülkede Protestanlar ve Katolikler arasında din adına acımasızca savaşlar yapılmış, bu savaşlarda Avrupa’nın büyük bir kısmı harap olmuştur. Savaşlar, genellikle Protestanlar’ın yenilgisi ve ardından halkın tekrar zorla Katolikleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Nitekim başlangıçta Güney Almanya, Polonya, Çek toprakları, Macaristan, Fransa ve İtalya’da başarılı olan reform hareketi Katolik kilisesinin askerî ve siyasî gücüyle yok edilmiştir. Fransa’daki din savaşları (1562-1598) Fransa’nın iç işleri olarak görülmüş olsa da Orta Avrupa’da cereyan eden Otuzyıl savaşları (1618-1648) geniş çapta bir Avrupa savaşı olmuştur.
Batı ve Orta Avrupa’da şehirleşme, orta sınıfın meydana çıkışı, ticaret ve zenginliğin dağılımında yeni yolların açılması, demokrasinin ilk şekillerinin oluşumu, eski asillerin güç kaybetmesi gibi sebeplerle toplumun daha karmaşık bir yönde değişim göstermesi reforma önemli bir destek olmuş ve süreç reformun öngördüğü değerler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Çok hızlı gelişen toplumda Katolik kilisesinin otoritesi zayıflarken toplumsal hayata din adamı sınıfından çok laikler yön vermiştir.
Reformun başlangıcında, kilise kurumunda ve toplumda baş gösteren rahatsızlıkların giderilmesini sağlamak amacıyla bir konsilin toplanacağına dair hem Katolikler hem Protestanlar’da bir beklenti vardı. Ancak böyle bir konsil hiçbir zaman toplanmamıştır. İnanç, ahlâk ve düşünce konusunda kendini en yetkin makam olarak gören Katolik kilisesi 1545-1563 yılları arasında fâsılalarla toplanan, kilisenin iç yapısında yeniden düzenleme yönünde kararların alındığı Trent Konsili’nde reform sürecine kökten karşı çıkarak hareketi sapkın ve düşman olarak mahkûm etmiş, konsilin bu kararı Katolikliği daha da kapalı ve Protestanlar’a karşı düşman bir sistem haline getirmiştir. Bu da modernliğin beraberinde getirdiği değerleri kabul etmeye hazır olan reformcuları daha çok Katolik karşıtı yapmıştır.
Kullandığımız kavramlar hem dünya görüşümüzü hem de kullandığımız bağlama göre niyetimizin şifrelerini içerir. Batılıların modernleşme sürecinde can simidi olarak gördüğü dinde reform anlayışı hayatlarından dinin yavaş yavaş 400 yılda çekilmesine sebep oldu. Hiçbir manevi değer taşımayan batılı devletler kendi çıkarlarını muhafaza etmek ve genişletmek için insanları ve doğayı tarihte görülmemiş şekilde katlettiler ve katletmeye devam ediyorlar. Batılıların ahlaksızlaşmasının ve canavarlaşmasının önünü açan reform hareketlerini 200 yıldır ülkemizde uygulamaya çalışanlar oldu.
İnternette İslam’da Reform yapılması gerektiğini savunan isimleri arattırdığınızda karşınıza Abdülkerim Süruş, Amina Wadud, Assia Djebar, Caner Taslaman, Haydar Baş, İhsan Eliaçık, Linda Sarsour, Mustafa Akyol, Mustafa Öztürk (ilahiyatçı), Seyyid Ahmed Han, Tarık Fetih, Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel gibi isimler çıkıyor. Bu insanların hayatlarına baktığınızda Batı karşısında eziklik ve aşağılık kompleksi görürsünüz. Söylemlerine devam ettikçe zamanla namazdan uzaklaşırlar, müziğinde namaz yerine geçebileceğinden ve ateistlerinde cennete girebileceğinden bahsederler. Tamda batılı azgın emperyalistlerin istediği gibi.
Başka etkenlerin de olmasıyla birlikte İslam’da reform söylemleri, dinin hayatımızdan hızla çekilmesine sebep oluyor. İslam’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Yüce Allah peygamberi aracılığıyla dinini en mükemmel şekilde bize göndermiştir. Sorun dinin özüne dönmekte değil. Din zaten özünü ortaya koymuş. Sorun samimiyetimizde. İnsanlığa, merhamete, ahlaka, fıtrata uygun davrandığımızda zaten İslam üzere yaşar ve ölürüz. Hristiyanlığın başına gelen bizim de başımıza gelirse azgın, sömürgeci emperyalist ülkeler gibi yada onların sömürdüğü ülkeler gibi oluruz. İnanıyorum ki dünyayı bataklığa çeviren bu çevrelere en önemli direnç İslam’ı kendilerine rehber edinen insanlar tarafından gösterilecektir. İnsanlığın ölmediğini onlara ispatlayacağız ve alternatiflerini üreteceğiz inşallah. Tabi bunun için çok çalışmalı ve dünyaya söyleyecek sözümüz, soracak sorularımız olmalı.