Akıl, doğru kullanıldığında insanı varlığın üst mertebelerine taşırken yanlış kullanımı insanı hayvandan daha aşağı bir seviyeye indirebilir. Bu yüzden akla kimin ve neyin istikamet çizeceği hayati bir konudur.
Selimiye cami, fatih cami, El Hamra sarayını yapan da akıl, milyonları katleden silahları yapan da akıl, insanları tüketim çılgınlığına iten ideolojileri üreten de akıl. Cemil Meriç’e, ideolojilerin aklın idrakine giydirilmiş deli gömleği olduğunu söyleten de akıl. Bunlar elbette farklı akıllar. Peki bu fark nereden geliyor? Akıl özünde iyi midir? Akıl özünde iyiyse neden kötülüğe ram oluyor? Kendi tabiatına ihanet eden akılla nasıl mücadele edilebilir? gibi sorular akılla ilgili temel sorulardır.
Post modernitenin zirvesini yaşadığımız bugünlerde akıl, mantık, rasyonalite, bilim, kalkınma, verimlilik kâr ve kazanç adına ne büyük felaketler yaşadık. Dünya savaşları ve emperyalist paylaşımdaki mücadeleleri buna örnek gösterebiliriz. Akıl, özündeki iyinin hilafına nasıl var olabilir? Yüce Allah yarattığı her şeyi, özünde iyi olarak yaratmıştır. Çünkü Şer Allah'a direkt olarak izafe edilemez. Bu kısa muhakeme sonucunda insanın ve aklının özünde iyi olduğunu söyleyebiliriz.
Aydınlanma düşünürlerinin aklı mutlaklaştırması nasıl hataysa, post modern düşünürlerin de aklı ekonomik süreçlere indirgemesi o kadar yanlıştır. Akıl, bu 2 uç arasında gel git yaşamak zorunda değil. Bir şeyin yerli yerine konulması demek olan hakkaniyet tanımında olduğu gibi akıl da kendi yerini bulduğunda kendi ışığına hakikatin ışığını ekleyip hikmete ram olabilir. Aksi halde yoldan çıkmış bir akıl kendisini ve etrafındakileri uçuruma yuvarlayacaktır. Akıl, hakkaniyetini yani yerini nasıl bulur? Fıtratına, vicdanına, yaratılışına uygun davranarak. Peki akıl yaratılışına nasıl uygun davranır? Vahye uyarak. İlmi takip ederek.
Gördüğünüz gibi kurduğunuz cümleler sorulara neden oluyor, o soruların cevapları da başka sorulara neden oluyorsa hakikat yolunda adımlar attığımızın göstergesidir. İnsanoğlunun yaptığı en büyük hatalardan birisi fani ve sonlu olana mutlaklaştırması, mutlak olanı da izafileştirmesidir. Mesela ölümlü bir şahsı alır, sanki fani değilmiş gibi mutlaklaştırıp ilahlaştırır, kainatın yaratıcısı yüce rabbimizi de izafileştirmeye yani göreceli hale getirmeye çalışır. İllaki tanrıyı görecek ona dokunacak. İnsanoğlu Yüce Yaratıcıyı da yerinden etmeye kalkıyor. Buradaki yerinden etmeden kastımız mekanî değil tabii ki. Rabbimiz, zamandan ve mekandan münezzehtir. Akıl da böyle hatalar yüzünden sapmalar görülüyor. Aklın kazanacağı en önemli idrak; Yüce Allah'ın mutlak ve ebedi olduğunu, her şeye gücü yettiğini bilmesidir. Akıl bu idrake sahip olduğunda varlık içindeki yerini doğru kavrar.
Yüce Allah hakikati zuhur etmeyi dilediğinde hakikat, kendi ışığını yayar. Kendi yerini bilen ve bulan akıl bu ışıktan istifade ederek hakikati ve manayı keşfeder. Mananın ortaya çıkması, onun dille ifade edilmesi ancak akli muhakeme ile mümkündür. Bu muhakeme sonucunda akıl hakikatin manasına zihinsel, kavramsal ve dilsel bir biçim kazandırır. Bu biçimlerin aracılığıyla hakikat ve mana tecrübe ve müşahede edilir.
Akıl, varlıkların hakikatini ifade ederek onları açığa çıkarır. Kur'an ı Kerim'de akıl kavramı Hikmet sahibi yüce yaratıcının her şeyi bir anlam ve amaca binaen yarattığı bağlamayla işlenir. Bu yaklaşım dünyanın bir başı ve sonu olduğu ve onun zatından başka her şeyin yok olacağı (Kasas, 28:88) öncülüyle başlar. Başlangıç, son ya da Allah’a dönüş akıl kavramına bakışımız ve ahlaki tercihlerimiz için bir menzil ve ufuk oluşturur. Kelime anlamlarından biri de bağlamak olan akıl bir yönüyle insanı insana diğer yönüyle de Allah’a ve evrene bağlayan yönü vardır.
Yüce Allah her şeyi bir akıl ve Hikmet üzere yarattığına göre evrenin özünde bir düzen ve idrak edilebilirlik olmalıdır. İnsanoğlu yaptığı araştırmalarda; varlıklardaki düzeni gördüğünde bu düzenin, kendisini bir hakikate götürdüğünü fark eder. Çünkü rabbimiz varlıkları ve onların düzenlerini anlaşılabilir ve idrak edilebilir kılmıştır.
Bu manada akıl, varlık ve tefekkürün bir fonksiyonudur ve özneler arası bir bağlam içinde gerçekleşir. Bir şeyin idrak edilebilir olduğunu söylemek onun belli bir düzeninin ve yapısının olduğunu söylemek demektir. Bakara Suresi 164. ayet, Maide Suresi 58. ayet, Rad Suresi 4. ayet, Nahl Suresi 12. ayet düşünmeyen ve akletmeyen toplumları kınar ve ayetlerin aklını kullanan kavim ve toplumlara hitap ettiğini söyler. Akıl bir çok üst bilinç fonksiyonlarını icra eder ve kendini aşan gerçekliklerle muhatap olarak geniş bir çerçeveye sahip olur.
Aklı böyle geniş bir varoluş bağlamında düşünmek, modern rasyonalizmin ana fikrini aykırıdır. Aydınlanmanın, ortaçağın sözde irrasyonalitesine karşı akıl, bağımsızlığını ilan etmiş ve kendisini gerçekliğin nihai arke’si (başlangıç, ilk neden) olarak görür olmuştur. Aklın nicel olarak ölçülebilir özellikler ve rakamlara dayalı işlemsel tercihler olarak tanımlandığı bu çağda rayından çıkarılarak idealize edildi. Halbuki İsrâ süresi 70. ayeti kerimede belirtildiği üzere insanı diğer varlıklardan ayıran akıl, değer temelli ve niteliksel bir faaliyet gösterir. Rakamsal ve niceliksel değil. İslam'ın, Modernistler ve Oryantalistler tarafından akıl dışılık ve dogmatizm ile suçlanması, post modern rasyonalite anlayışının ana fikrine karşıt duruşu yüzündendir.
Orta çağda çoğu Hristiyan, İslam’ı akla karşı bulmuş onun kör bir inanç, cehalet, şiddet ve dünyevi zevklere dayandığını düşünmüştür. İslam'ın bedeni cezbeden birçok hazza izin verdiği için takipçisinin çok olduğunu düşünmüşlerdir. Ayrıca İslam'ın kılıç zoruyla yayıldığını, aciz ve güçsüz toplumlar tarafından da bu dine zorla inandırıldığını belirtmişlerdir. Günümüzde de benzer argümanları sunmaya devam ediyorlar.
Fakat tarih nehrinde akan suyun yatağı hiçbir zaman tek kanaldan akmamıştır. Peter Bayle ve Henry Stubbe gibi hristiyanlığı eleştiren düşünürler İslam'ın akla Katolik kilisesinden daha yakın olduğunu savundular. Ayrıca birçok yabancı düşünür İslam medeniyetinden hasıl olan değişik türden eserlere hayran kalmışlardır. Roger Bacon, Farabi ve İbn-i Sina gibi bazı filozofların büyük felsefi eserlerini İslam sayesinde değil, İslam’a rağmen ortaya koyduklarını ve hoşgörüsü olmayan bir dinin zulmünden kurtulmak için kendilerini Müslüman gibi gösterdiklerini iddia ederken bazı düşünürler İslam'ın rasyonel düşünceye ve bilimsel araştırmaya diğer dinlerden daha fazla müsaade ettiğine ve katkı sunduğuna inanıyordu. (İbrahim Kalın, Ben, Öteki ve Ötesi : İslam-Batı ilişkileri Tarihine Giriş, 2016).
Seküler eleştirmenler, İslam'ın esasen modernitenin hümanist değerler sistemiyle uyuşmadığını ve dolayısıyla modern kültürün bilimsel olduğu varsayılan temeliyle çeliştiğini düşünürler. Ayrıca geleneksel dinlerle modern insan hakları, eşitlik ve özgürlük kavramı arasında ihtilaflar olduğunu belirtirler. Aydınlanma aklı, özerk olduğunu ve kendi kendine yettiğini iddia ederek tarih, gelenek veya din gibi herhangi bir dış otoriteyi kabul etmez. Ayrıca akıl dışılık ile şiddet yanlılığını birbirine bağlayarak ‘İslam terörizmi’ kavramını kullanırlar. Bence İslam dünyası, aslı astarı olmayan bu suçlamaları kâle almamalı. Çünkü bu saçmalıklara cevap verdiğinizde kendinizi batılıların üzerinden tanımlamış olup merkezde onların istediği gibi kendileri olmuş oluyor. Biz aklımızı kullanalım ve kendimiz olalım.