İnsanlığı ifsad eden küresel güçler aileyi yıkmak, baba otoritesini ortadan kaldırmak, erkekleri kadına-kadınları da erkeğe benzetmek, kadim terbiye sistemini çökertmek, eşcinsel ve lgbt gibi sapık anlayışları yaygınlaştırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Peki, kim bu insanlar ve neden insanlığı ifsad etmek istiyorlar?
Burada kullanılan stratejiyi anlamak için ise tarihte biraz geriye gitmemiz ve Frankfurt Okulu'ndan başlamamız gerekir. Frankfurt Okulu'nun tarihçesini şöyle özetleyebiliriz: Rusya'daki Bolşevik İhtilali'nden (1917) sonra komünizm, beklentiler doğrultusunda Batı'ya ve ABD'ye yayılmayınca uluslararası komünist teşkilatı (Komintern) bu duraklamanın sebeplerini araştırır ve Lenin'in teşviki ile Moskova'da, Marx-Engels Enstitüsü'nde bir sempozyum organize edilir.
Katılımcılar arasında György Lukács, Willi Münzenberg gibi sosyologlar da vardır. 1924'te Lenin öldükten sonra, Lukács Almanya'ya gider ve orada bir grup komünist temayüllü sosyolog ile irtibat kurar. Bu grup Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü etrafında organize olur. Carl Grünberg, Max Horkheimer gibi isimler enstitünün başkanlığını yaptıktan sonra, Hitler iktidara gelince enstitü kapanır ve üyeleri değişik yollardan ABD'ye kaçarlar (üyelerin ekserisi Alman Yahudileridir). Frankfurt Okulu, ABD'de Herbert Marcuse, Erich Fromm, Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Leo Löwenthal ve Jürgen Habermas gibi önemli isimlerin önderliğinde faaliyetlerini sürdürür. Frankfurt Okulu mensupları komünizmin nihai zaferi için iki tür ihtilal olabileceğini savunurlar. Bunlardan birincisi politik ihtilal (Rusya'da olduğu gibi), ikincisi ise kültürel ihtilaldir. Bu ekol, bu kültürel ihtilal üzerine yoğunlaşır. Almanya'daki faaliyetleri esnasında kapitalizmin tenkidi ön plandadır ve Horkheimer'in "Eleştirel Kuram"ı (Critical Theory) çerçevesinde Yeni Çağ Batı Medeniyetinin o güne kadar üzerinde durduğu "geleneksel kuram" sorgulanır.
Frankfurt Okulu ABD'ye taşındıktan sonra ise kapitalizm eleştirisi, yerini genel bir Batı medeniyeti tenkidine bırakır. Horkheimer ve Adorno'nun Aydınlanma'nın Diyalektiği (1944) ve Adorno'nun Minima Moralia (1951) kitaplarında bu tema öne çıkar. Bu eleştiri hem sosyal hem de psikolojik temellere oturtulmaya çalışılır. Tabii ki çoğunluğu Holokost (Yahudi Soykırımı) travması yaşayan Musevilerden oluşan bu ekol (Habermas dışındaki önemli isimlerin hemen hemen hepsi; Horkheimer, Adorno, Marcuse, Pollock, Fromm ve Löwenthal; "ABD sürgünündeki Yahudi intelijansiyası mensuplarıdır), bilimsellik adı altında politik propaganda yapmaya başlarlar.
Uygulanan ince stratejiyi anlamaya çalışalım: Yukarıda açıkladığımız gibi Frankfurt Okulu, Almanya'da aslında sosyalizmin zaferi için fikir üreten bir düşünce kuruluşu olarak başlamış ve var olan bilimsel materyalizm ve ampirizm paradigması çerçevesinde beklenen sosyal değişimin gerçekleşmeyeceği kanaatine varılmıştır. Ve böyle bir sosyal değişimin mümkün olabilmesi için radikal bir yeniden yapılandırma düşünce sistemi gerekir. Bu hedefe varmak için birinci olarak "Bütün bildiklerini eleştir ve unut.", ikinci olarak ise "Mutlak gerçek yoktur." önerileri öne sürülür. Yani sosyalist kültürel ihtilalin mümkün olabilmesi için Türkçe tabiri ile "sil baştan" yapmak gerekir.
Fakat ABD'ye göçten sonra sosyalizm neredeyse tamamen gündemden çıkar ve bu mantık, toplumu kendi amaçları doğrultusunda yeniden yapılandırma projesi için uygulanır. Bu radikal değişimleri anlamak için ABD'ye göç eden entelektüellerin, özellikle Frankfurt Okulu entelektüellerinin, psikolojik altyapılarını araştırmakta fayda vardır. Çoğu; aile fertlerini, akrabalarını Holokost esnasında Alman toplama kamplarında kaybetmiş, ağır travma geçirmiş insanlardır. Ayrıca bu, 2000 yıllık Avrupa sürgününde yaşadıkları ilk katliam da değildir. Farklı dönemlerde Rusya'da, Polonya'da İspanya'da benzer felaketler yaşanmış ve birçok insan telef olmuştur. İşte bu nedenle "Never again!" ("Bir daha asla!") mantığı ile, hem yapılan haksızlıkların intikamı alınmaya çalışılır hem de toplumun dinamikleri ustaca bir yaklaşımla temelden değiştirilmek istenir. Amaç: goyimleri (goy: kavim [tekil]; goyim: akvâm [çoğul]) yani Yahudi ırkı dışında olan halkları) gelecekte kendileri için zararsız hale getirmektir.
Analiz etmeye ve çözüm bulmaya çalıştıkları psikolojik denklem, bu halklarda (goyim) nasıl böyle bir öfke birikiminin ortaya çıkabilmiş olmasıdır. Mesela Almanların milyonlarca Yahudi ve diğer bazı azınlıkları toplama kamplarına sürmelerinin ve gaz odalarında imha etmelerinin nasıl bir psikolojik izahı olabilir? İlk olarak Batı medeniyeti genel manada mercek altına alınır ve kısa bir müddet sonra suçlu olarak Hristiyanlık gündeme gelir ve Hristiyanlık; bütün kiliseleri, dogmaları, ahlak kurallarıyla birlikte bir hedef tahtası olur. Burada mantık şöyle işler. Onlara göre Hristiyanlık, doğa üzerinde baskı kurma, doğal olanı reddetme dinidir. Ve bu görüşten, kestirme yoldan pragmatik bir çıkarsama yapılır: Antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) bu doğa düşmanlığının sonucu olarak meydana çıkmıştır. Çünkü Hristiyanlar doğal cinsel güdülerini inkâr ettikleri için, Freudyen psikanaliz teorisinin iddia ettiği gibi, psikolojik bir gerilim yaşarlar ve bu gerilimi çevreye ve özellikle Yahudiler üzerine yöneltirler. Yani ilk aşamada yapılan soykırımların ilk sorumlusu Hristiyanlıktır." Ama teori bu anlatımla sınırlı kalmaz, öfke birikiminin otoriter aile kurumu ve baba ile de bir ilişkisi vardır. Bilindiği gibi Freudyen psikanalizde Oedipus Kompleksi teorisi vardır. Erkek çocuk annenin sevgisi için baba ile rekabet halindedir ve baba da onu bilinçdışında hadım etmekle tehdit eder. Çocuk, babaya karşı gelemediği için içinde bir öfke birikimi yaşar ve bu öfke psikolojik bir savunma mekanizması olarak yer değiştirdiğinde çevreye ve tabii ki kendi mantıklarına göre de Yahudilere yansıtılır. Bu durumda babaya karşı olan nefret dindirilmiş, ama Yahudiler kurban hâline gelmiş olur.
İşte esas mesele budur. "Baba=otorite=nefret=çevreye yansıyan öfke=Yahudi düşmanlığı" ise çözüm, otoriteyi temsil eden babayı sosyal tahtından indirmekten geçer. Yani ataerkil sistem, baba otoritesi, aile bağları, nesilden nesile aktarılan doğrular, görgü, gelenek, ahlak kuralları gibi hususlar yeniden yapılandırılmalıdır. Bu arada otoriter eğitim sistemi, kadının toplumdaki yeri, kısaca toplumun tüm gelenekleri ve altyapısı hem sorgulanır hem de "entelektüellere" has, mağrur bir eda ile tepeden inme olarak değiştirilmek istenir.
Daha da ötesi ve ilginç olanı, sosyolog ve psikologlara göre bu yasaklanmış güdü çoğu zaman eşcinsel tabiatlıdır çünkü hadım edilme kaygısı sebebiyle babaya itaat edilir. Hadım edilme kaygısını önlemenin en tesirli yolu ise küçük bir kız haline dönüşmektir çünkü erkek eşcinselliğinde kişi zaten kendi kendini sembolik manada hadım etmiştir. Böylece babaya karşı olan nefret yine dindirilmiş olur. Yani eşcinsellik ne kadar artarsa, yukarıda açıkladığımız mânâda, öfke birikimi azalır ve çevreye daha az yansıtılır. Bakın nereden nereye geldik... Türkçede "Zırva te'vil götürmez." diye bir tabir vardır.
Psikanaliz, terapi odasında ve yayımlanan yüz binlerce kitap üzerinden baba otoritesini sorgularken diğer yandan da Frankfurt Okulu sosyologları, sosyal bilimler alanını adeta kendi fikirleri ile işgal ederler. %2,5 nüfus oranı ile Yahudiler, sosyoloji alanında %60 oranlarında etkindirler.
İşte bu atmosferde 1950'lerde Amerikan Yahudi Komitesi'nin bilimsel araştırmalar bölümü, "Önyargı Üzerine Çalışmalar" adı altında bir dizi makale ve kitap yayınlatır. Bunlardan biri de Theodor W. Adorno, Else Frenkel-Brunswik ve Sanford Levinson'ın hazırladığı "Otoriter Kişilik" kitabıdır." Kitap, özet olarak şunları söyler: Duygular bastırılırsa çevreye yansır; özellikle öfke, nefret gibi duyguların oluşmaması için çözüm, aşırı bireyselliğin teşvik edilmesidir. Ayrıca sosyal gruplaşmalar, mesela Hristiyan gruplar, milliyetçi oluşumlar gibi topluluk engellenmeli ve sonuç olarak öfke ve nefretin olmadığı ütopik bir toplum yaratılmalıdır. Yani asıl hedef Siyon veya bugünün tabiri ile bir Matrix dünyası yaratmaktır.
Ve bu proje de başarılı olur. Geriye dönüp baktığımızda geçen elli senede dünyada, özellikle ABD'de baba otoritesinin adım adım yıkıldığına şahit oluruz. Ama sadece baba değil, otoriteyi temsil eden okul, kilise, sosyal kurumlar... Yani her yerde otorite adeta özgürlüğün karşı kutbunda olan bir düşman gibi sunulur. Mesela E. Fromm'un Fear of Freedom (Özgurlük Korkusu) kitabı bu temayı işler ve "İnsancıl ve Varoluşcu Psikoloji"nin temel düsturlarından olan "Başkasına zarar vermediğin müddetçe her şeyi yapabilirsin, bu hayat senin, korkmadan dolu dolu yaşa." düşünceleri erdemmiş gibi yayılır. E. Fromm'un bir başka "veciz yumurta"sı; çekirdek ailenin, ona göre, "sadomazoşist" yapıda olmasıdır. Ve bu yapı faşizmin doğum sebebidir." (Mustafa Merter, Hekaton’la Son Tango, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2023, s.42)
Anlayacağınız dünyada ahlaksızlığın bu kadar artması, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, ailenin çökertilmeye çalışılması, kadınların erkeğe-erkeklerin kadına benzetilmeye çalışılması, kadim ahlaki değerlerin yıpratılması ve kötü gösterilmesi ‘’Never Again’’ (Bir daha asla) Yahudi katliamı yaşamayacağız diyen Siyonist bilim adamlarının, sosyologların ve onları destekleyen yahudi finans çevrelerinin marifetidir. İnsanlığı ifsad ederek kendilerine köle yapıp, zararsız hale getirip, kolayca yönetmek istiyorlar. Gayet te başarılılar.