Cahiliye döneminde İslam; adalet, özgürlük, akıl ve bilgiyi temsil ediyordu. Kuran’la birlikte yazı kültürü ve bilgiye verilen önem artmıştı. Develere fazla yük yüklenmesi istenmiyordu. Kölelere haklar tanındı. İlme verilen değer inanılmaz boyuttaydı. İslam’ı kabul eden kimsenin cehalet ve çok tanrıcılığı terk etmesi gerekiyordu. Ayrıca adaletsizliğin, ahlaksızlığın kol gezdiği cahiliyedeki zihinsel ve sosyal alışkanlıkları terke etmek gerekiyordu. Bunun sonucunda akıl, adalet ve ahlak temelli bir toplum oluşturuldu. Artık çürümüş ve kokuşmuş çok tanrıcı dünya görüşü yerine İslam, çağın ruhuna söz söyleyen yeni bir dünya görüşü ve düşünce biçimi geliştirdi.
Aklın, Kuran ve İslam düşünce geleneğindeki yerini anlamak için nasıl bir ontolojik zemine yerleştiğini idrak etmemiz gerek. Kuran ve hadislerden çıkaracağımız dersler zengin bir repertuar oluşturuyor. Bu repertuar vicdanımızı uyandırma gayesi güder. Zümer Sûresi 27. Ayet-i Kerîme de Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘‘Andolsun ki biz bu Kuran’da insanlar için öğüt alsınlar diye her türlü misalden söz ettik.’’ Misalden kasıt, insan zihnine erişmesi başka türlü mümkün olmayan bir mesajın kendisiyle iletildiği mecaz ve kıssaları ifade eder. Burada akıl ve hayal gücü birlikte çalışarak deruni bir bilgi elde edinilmesi amaçlanır.
Kuran tek başına ne olgu ve olaylar dizgisidir ne de emir ve yasakların dökümünden ibarettir. Kuran, ahlaki ve ruhi yolculuğa çıkmak için bize davet gönderir. Bu davete ancak vicdanın üzeri kapanmamış, nefsi tarafından ele geçirilmemiş, soyutlama yeteneğini kaybetmemiş insanlar icabet edebilir. Bu yolculuk tüm varlığımızı kapsar. Maddi-manevi, bireysel-evrensel gibi ikilikleri ortadan kaldırır. Kuranın bütüncül düşünce biçimi, gerçekliğin çok katmanlı ve birbirine bağlı doğasını yansıtır. Bu düşünce biçimi tabiatta müthiş bir düzen ve uyum olduğunu, her şeyin birbiriyle alakalı olduğunu, varlık dairesindeki bütün varlıkların konumunun farkında olduğunu bize bildirir.
Kuran sadece olayları tasvir etmez aynı zamanda kural koyucudur. Çünkü Yüce Allah, kainattaki bütün varlığı yaratandır ve varlıkların yasasını belirler. Varlıklar bu yasanın mahkumudur, bu yasadan dışarıya çıkamaz. Örneğin Yüce Allah, kendisi hariç bütün varlıkların ölümü tadacağı yasasını koymuştur. Hiçbir varlık bu yasadan kaçamaz. Kuran, kapitalizmin yaptığı gibi eşya ya da hadiseleri olgu ve malumat olarak tanımlamaz. Kıssaları, misalleri, Allah’ın tabiata nasıl müdahale ettiğini bize göstermesinin sebebi varlığın asıl yaratılma sebebini görmemiz, yanlış olan dünya ve ahiret görüşümüzü düzeltmemiz içindir.
Kuran, vicdanlarımızı iman ve ahlaka dayalı bir hayat sürecek şekilde dönüştürmeye çalışır. Vicdan uyanıp varlığın hakikatini görmeye başladığında her şey yerli yerine oturur. Aklımız, düşüncemiz, duyu organlarımız, algılamamız, ahlaki yargılarımız birbiriyle uyumlu hale gelir. Akıl kendi başına hakikatin bir ilkesi değildir. Gerçeklikle ilişkimizi belirleyen araçlardan biridir.
Varlığını beşeri olanı yaratan Allah’a borçlu olan akıl, Allah’ı ‘’kuşatma’’ anlamında bilemez. Çünkü sınırlı olan, sonsuz olanı ihata edemez. Yüce Allah, deneysel bilgilerle bilinemez. Deneysel bilgi sınır koyar, konum belirler, görelilik gerektirir. Bunlar Yüce Allah’a uygulanamayan kavramlardır. Yüce Allah, mutlak ve sonsuzun sezilebileceği, idrak edilebileceği çıkarımsal ve sezgisel akılla bilinebilir. Her şeyi ihata eden mutlak gerçeklik yalnızca Allah’ın kendisidir. O, her şeyi kuşatan El-Muhît’tir. Yüce Allah her şeyi olduğu gibi aklımızı da kuşatır.
Sözlükte “görüp gözetmek, savunup korumak” anlamındaki havt (hîta, hıyâta) kökünün if‘âl kalıbından (ihâta) türeyen muhît kelimesi “bir şeyin etrafını çeviren, bir şeyi ve bir hususu bütün yönleriyle bilen” demektir. Râgıb el-İsfahânî ihata kavramının iki mânaya geldiğini söyler. Birinci anlam cisimlere yönelik olup, “Filân yeri ihata ettim” örneğinde ve, “Allah her şeyi ihata edendir, her yönüyle koruyandır” âyetinde (en-Nisâ 4/126; Fussılet 41/54) görülür. İkinci anlamı “bilmek”tir. Bir şeyi ilmiyle ihata etmek onun varlığına, cinsine, miktarına, keyfiyetine, meydana getirilmesiyle ne amaçlandığına, kendisinden ne elde edilebileceğine vâkıf olmak demektir. Böyle bir vukuf sadece Allah’a mahsustur (el-Müfredât, “ḥvṭ” md.) (TDV İslam Ansiklopedisi, Muhît maddesi.)
Muhît, Allah'ın sonsuz mutlak eşsiz ve benzersiz kuşatıcılığını ifade eder. Allah ilim ve kudretiyle, irade ve hikmeti ile, rahmet ve mağfireti ile her şeyi kuşatır. Hiçbir şey hiçbir yönüyle onun ilim ve kudreti haricinde değildir. Onun kuşatmasını yaracak hiçbir güç yoktur. Hiçbir şey ondan kaçıp kurtulamaz. Hiçbir akıllı ve iradeli varlık onu atlatamaz.
Muhît olan Allah, aklı delillerle kuşatır. Hiçbir akıl bu kuşatmadan kurtulamaz. En azılı inkârcı bile böyledir. İnkarcı akıl bu kuşatmayı yaramadığı için düşünmekten kaçar. Kur'an bu nedenle tezekküre, tedebbüre, taakkule, tafakkuha ve tefekküre, teemmüle davet eder. Aklı kuşatan, ilahi delilleri aklın görmesini ister. O akıl görmemek için gözünü ve kulağını hakikate kapatır. Kur'an bu gerçeği Sağır, dilsiz ve kör kesilirler; onlar yollarından dönmezler diyerek ifade eder (Bakara 18)
Muhît olan Allah kulunun kalbini kuşatır. Kuşattığı kalbin aynasında bilinçaltını ve ayartıcı içgüdüleri temsil eden nefsin hangi görüntülerini yansıdığını çok iyi bilir. İnsanı biz yarattık; içinden neler geçtiğini biliriz. Biz ona sinir uçlarından da yakınız. (Kaf 16) Allah nefsin kişiye ne vesveseler verdiğini çok iyi bilir. Bunun için Allah'a güvenen ve inanan, nefsin kuşatmasından korunmak için ilahi kuşatmaya sığınan insana özel müdahale eder. Şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer (Enfal 24) Muhît olan Allah kişi ile kalbi arasına girer ki ayırtıcı içgüdüler, emreden nefis ve şeytan o kalpte görüntü oluşturmasının.
Allah insan vicdanını kuşatır. Bu kuşatma dolayısıyladır ki vicdan doğruyu söyler. Vicdan doğru ile yanlışı ayırır. Vicdan merhamet ve şefkatle davranır. Fakat insan kendi vicdanının sesine sağır davranırsa Muhît olan Allah'ın kuşatmasını yarma girişiminde bulunmuş olur. İnsan kendi vicdanına karşı kör davranırsa Allah'ın Vicdan üzerindeki tecellilerini göremez olur dolayısıyla vicdanının sesini duymaz olur. Bazen vicdan çığlık atar. Onun sesini bastırmak için insan vicdanının üzerine günah ve küfür perdesi ile örter. İşte o zaman Allah'ın Muhît ismi tecelli etmez olur.
Peygamber efendimiz ‘’akıllı insan’’ı ‘’nefsini kontrol eden ve öbür dünyaya hazırlayan’’ kişi olarak tanımlamıştır (Tirmizî, Kıyamet, 25). İslam hukuku ve teolojisinde, kişinin eylemlerinden sorumlu olabilmesi için ‘’aklî ehliyete’’ sahip ya da ‘’akıllı’’ olması gerekir, zira akıl sağlığı bozuk ya da akıllı olmayan kişi için dinî sorumluluk yoktur. Bu durum, İslam geleneğindeki aklın ahlakî ontolojisinin temelini oluşturur ve akıl; ahlak, iman ve erdem arasında güçlü bir bağ kurar.