İslam geleneğinde Akıl kelimesi hem çıkarımsal hem de sezgisel akıl anlamına gelir. Akıl, mantıksal analiz ve sezgisel idrak fonksiyonlarının her ikisinide bütüncül bir şekilde icra eder. Ahlaki tercihlerimizi yaparken bu bütünlüğü dikkate alırız. Ancak ahirette Yüce Allah’a yaşadığı hayatı hesap vereceğine inanmayan insan çıkarcı bir hayat yaşayacağından aklı sadece mantıksal analiz açısından kullanacaktır.
Sezgisel idrâki devre dışı bırakacaktır. Bu da insanın hayvanlaşmasına ve iki yüzlü olmasına sebep olur. İslam düşünce geleneğinde, filozofların ‘aklî soruşturma’ (bahs) ile ‘tat’ (zevk), yani gerçekleşmiş bilgi arasında ayırım yaparlar. Fakat bu iki düşünme biçimine bütüncül olarak bakılır ve birbirini tamamlar. Birbirinden bağımsız düşünülmez. Bu bakış açısı gerçekliğin çok katmanlı yapısını kavramamıza yardımcı olur. Molla Sadra ‘doğru ispat, keşfe dayalı görme (eş-şuhûdü’l keşfî) ile çelişmez’ demiştir. Teoriye dayalı ilimlerle görmeye dayalı ilimler arasındaki fark, tadın tanımını bilen kişiyle onu bilfiil tatmış kişi ya da sağlık ve gücün tanımını bilen birisiyle gerçekten sağlıklı ve güçlü olan birisi arasındaki fark gibidir. (Molla Sadra, el-Hikmetü’l-müğte’âliye fî esfâri’l-akliyeti’l-erba’a s.315)
Müslümanların modernitenin karşısında aşağılık kompleksinin etkisiyle İslam’ın akıl ve mantık dini olduğunu söylerken kastettikleri şey, İslam inancının beşerî akla indirgenebileceği değildir. İman doğası gereği çıkarımsal aklın ötesine geçen bir boyutu vardır. Yoksa meleklere, vahye, peygambere nasıl inanacağız. Gerçi aşağılık kompleksinin etkisiyle her imanî boyuttaki varlıklara rasyonel bir ifade geliştirmeye çalışan köksüzler yok değil. Mesela meleklerin aslında var olmadığı, melekten kastın meleke olduğu dolayısıyla her varlığın bir melekesi olduğundan, meleklerinde bunlar olduğunu söyleyenler türedi. Ancak bu ifadeler rüzgârın önünde dayanıksız duran çalı çırpı gibi İslam dünyasında kalıcı olamayacak lakırdılardır.
Çıkarımsal aklın ötesine uzanmak, akla muhalif olmak anlamına gelmez. Aklın üstün yeteneklerini kullanmak anlamına gelir. Bilişsel bilme yeteneğini de aşan soyutlama yeteneği elde edilir. Akıl belli ilkeler ve kurallar olmadan düşünemez. Aklın özgürlüğü, tüm sınırların ve kuralların kaldırılması değil, aklın ahlakla birlikte kullanılmasıdır. Akıl kavramının en önemli özelliklerinden biri, neyi bilip neyi bilemeyeceği ile ilgili kendi sınırlarını belirleyebilmesidir. Örneğin, Allah Basîr’dir. Cenâb-ı Hakk’ın görmeye konu olan şeyleri tam olarak idrak ettiğini ifade eden bir kemâl sıfatıdır. Allah’ın her şeyi yarattığını, her şeyi duyduğunu, her şeyi idrak ettiğini biliriz. Bunu nasıl yaptığını bilemeyiz. Eğer bilseydik bizde Haşa O’nun gibi olurduk. Aklın sınırlarını bilmeliyiz. Bu sınırı geçtiğimizde devreler yanar ve aklı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. 10 voltluk bir makineye 100.000 volt enerji verirseniz ne olursa, sınırını bilmeyen aklın başına da o gelir. Kant ‘Saf Aklın Eleştirisi’ kitabında aklın gücünün yetmediği soruları anladığını fakat cevap üretemediğini bunun da çok tuhaf olduğunu söyler. Allah’ın koyduğu yasalara ve vahye uygun düşündüğümüzde aslında bir tuhaflık yoktur. Her şey yerli yerindedir. Vahye uygun düşünen insan Rabbinden aldığı terbiye sonucu aklının sınırları ve nerede durması gerektiğini bilir.
Bu noktada akılla ilgili 4 tane kavrama dikkat çekmek istiyorum. Akla uygun şeylere makul, karşısında duran şeylere akıldışı, üzerinde ve ötesinde olan şeylere akıl üstü, altında olan şeylere ise akıl altı diyebiliriz.
Akla uygun olan şey, aklın, doğruluğunu delillerle kabul ettiği şeydir. Beşin üçten büyük olduğu, üçün de beşten küçük olduğu aklen doğru bir önermedir. Akla uygun, yani makul hakikatler, yine aklın doğru kabul ettiği öncül ve delillere dayanır. Akıldışı, aklî ve mantıksal delillere aykırı olan şeydir. Beşin üçten küçük olduğu, üçün beşten büyük olduğu, sonucun sebepten önce geldiğini ileri sürmek akıldışı önermedir. İrrasyonel düşünce, aklın yanlış kullanılmasından, akıldışı önermelerin doğru kabul edilmesinden yahut sebep-sonuç ilişkilerinin göz ardı edilmesinden kaynaklanır. Girdiği banka kuyruğunda sıra kendine bir türlü gelmiyor diye kafasını duvara vuran birisi İrrasyonel düşünce sonucunda bu eylemi yapmıştır. Akıldışı eylemler, illiyet bağlantılarını göz ardı eden tutarsız düşüncelerin sonucunda ortaya çıkar.
Delillerin açıkça reddedildiğinde akıldışılık alışkanlık haline gelir. Enfal sûresi 42. Ayetinde Yüce Allah yaşayan bir delille yaşasın, helak olanda bir delille helak olsun diyerek delille yaşamanın önemine vurgu yapmıştır. Ayrıca Kuran’ın birçok yerinde putperestlerin delille değil atalarından duydukları delilsiz lakırdılara itibar etmelerini eleştirir.
Şöyle bir soru soralım. İnsan bilerek ve isteyerek akıldışı davranabilir mi? Pekala mümkündür. İnsan bilerek yanlış yapmaz. Önce yaptığı fiilin doğru olduğunu düşünür. Sonra bahaneler uydurarak fiilin doğru olduğuna kendisini ikna eder. Örneğin çocuğunun hastalığı için pahalı bir ilaç alması gereken kimse parası yoksa hırsızlığı en doğal hakkı olarak görebilir. Ya da kendisine hakaret eden birisini öldürdüğünde o da hakaret etmeseydi diyerek bahane üretir. Bir fiilin meşru olmasının birinci şartı ahlaka ve şeriata uygun olmasıdır. Meşrûluk, şerîlik ile olur. Meşru olmayan bir fiil işleyen kimse iyi, güzel ve doğru yerine hırs, öfke, korku, çıkar, nefs gibi unsurlarla hareket eder. İnsan kendi iç çekişmesi sırasında bu unsurlardan hangisini kendine rehber ettiyse ona göre meşrûluk ortaya çıkar. Vicdan iç muhasebemizin yapıldığı ana merkezdir.
Aklın idrak sınırlarını aşan ama insanın kalbiyle ve vicdanıyla sezdiği gerçekler vardır. Akıl üstü gerçekler, varlık düzeninin bir parçasıdır. Aklın kısıtlı imkânlarıyla kavrayamadığı fakat sezebildiği gerçeklikler vardır. İçimizdeki sonsuzluk, ölümsüzlük duygusu mantıksal önermelerin ötesinde bir gerçekliğe sahiptir. Bir annenin çocuğuna duyduğu sevgi, bir öğretmenin öğrencisine duyduğu muhabbet aklî formüllerin ötesine geçen bir durumdur. Yoğun bir şekilde yaşanan ve insana varlığın başka boyutlarını gösteren manevî, ruhî ve psikolojik tecrübeler de bu şekildedir. ‘Men lem yezuk, bilmez yazuk.’ (Tatmayan ne yazık ki bilmez.)
İrrasyonel olan şey iki kere ikinin beş olduğunu iddia etmektedir. Akıl üstü gerçeklik ise hakikatin sayılardan ibaret olmadığını göstermektedir. Mertebe olarak aklın altında bulunan düşünce ce duygular, akla karşı çıkmanın yanı sıra onu aşağı çeker. Öfke, nefret, haset, kıskançlık, kin ve husumet gibi duygular sadece akıl dişi duygular. Bunlar aynı zamanda insanı akıl ve erdem sahibi olmaktan uzaklaştıran yıkıcı duygulardır. Doğru bir akla ve muhakemeye sahip olmak, aynı zamanda bu fena duygu ve düşüncelere karşı korunaklı olmak demektir. Ancak gerçek manada akıl sahibi olan kişiler kötü duyguların esiri olmaktan kurtulabilirler. Aklın kendini aşağı çeken faillere direnmesi, onun asaletinin bir gereğidir. Aklımızı doğru kullandığımızda sadece rasyonel argümanlara değil aynı zamanda duygularımıza da hâkim oluruz.