
Hikmetinden sual olunmaz
Feyyaz İRFAN
Hüseyin Ali (*) günün büyük bölümünü babaannesi ve büyükbabası ile geçiriyordu. Babaanne köyde herkesin sevip - saydığı, eli çok açık, cömert bir kadındı. Babaanne Sare Teyze köyde herkesin Can Hala’sıydı. Yaz aylarında gününün büyük bir bölümünü evinin önündeki sebze ağırlıklı bahçesine bakmakla geçiriyordu. Kah sebzelerini suluyor kah içindeki yabani otları temizliyor, sebzelerine gözü gibi bakıyordu. Cuma günü Can Hala için ayrı bir mana taşıyordu. O gün bahçesinin sebzeleri sebil oluyordu. Bunu bilen köydeki komşulardan sepetini alan Sare Teyze’nin bahçe kapısına geliyor, Sare Teyze’nin yetiştirdiği biber, patlıcan, fasulye, salatalık ne varsa onlardan alıp evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Hepsinin ağzından, Can Hala’ya yapılan duaların ardı arkası kesilmiyordu. Komşular o kadar güzel dualar yapıyorlardı ki, Sare Teyze büyük mutluluk duyuyordu bu durumdan. Hele de ilk erkek torunu Hüseyin Ali için yapılan dualar da onun için ayrı bir önem taşıyordu. Sare Teyze torunu Hüseyin’i öyle çok seviyordu ki, onu hiç ama hiç yanından ayırmıyordu. Okula da başlamıştı Hüseyin Ali küçük yaşına rağmen. Okumayı daha okula gitmeden öğrenmiş, eline geçen her kağıt parçasını ya okuyor ya da üzerine bir şeyler karalıyordu. Torun Hüseyin Ali, Sare Teyze’nin her şeyiydi. Ve Hüseyin Ali için yaptığı en güzel dua; “Altın halkalara yapışasın inşallah güzel yavrum.” duası idi. Bunu Hüseyin Ali o yaşlarda hiç ama hiç anlamıyordu. Açıkçası hikmetini de düşünecek yaşta değildi Hüseyin Ali. Ne demek bu acaba diye de hiç merak etmemişti işin doğrusu.
…………
Aradan yıllar geçti. Torun Hüseyin Ali okullarını bitirdi ve sonunda öğretmen oldu. Öğretmen oldu ama kendi köyüne değil de bir başka köyde mesleğe başladı. Allah var, torun Hüseyin Ali de babaanne Sare Teyze’nin bir dediğini iki etmiyordu. Köyün Can Halası babaannesini sık sık ziyaret ediyor, onun gönlünü almayı biliyor, özellikle yaz aylarında Sare Teyzenin bahçesine göz-kulak oluyordu. Ta başından beri haftalık sebze, yerine göre meyve ihtiyacı olan komşular gelir Sare Teyzenin bahçesinden bu ihtiyacını giderirdi. Sare Teyzenin bahçesindeki bereketin farkında idi torun Hüseyin Ali. Ne kadar paylaşırsa o kadar ürün artıyordu. Her fırsatta torun Hüseyin’e şu tembihatta bulunuyordu Sare Teyze. “Aman yavrum, senden bir şey umarak isteyen kişiyi eli boş çevirme. Sen ona verir, onun gönlünü hoş edersen, Allah da sana verir ve senin gönlünü hoş eder.” derdi. Gerçi Hüseyin Ali bu sözün de anlamını o günlerde derinliğine düşünmemişti ama o bunu bir yaşam biçimi olarak algılamıştı.
Gel zaman git zaman Hüseyin Ali işini ve eşini bulmuş hayatı tek düze olarak devam ettiriyordu. Görev yeri birkaç kere değişmiş ve en sonunda öğretmenliği çok sevmesine rağmen Bakanlık merkez teşkilatında görev alarak öğretmenliğe bir müddet ara vermişti. Aslında, Bakanlıkta yaptığı işi de sevmişti Hüseyin Ali. Çünkü o hayatla barışık yaşamanın bütün inceliklerini babaanne Sare Teyze’den öğrenmişti. Hüseyin Ali’ye göre babaanne Sare Teyze, yani köyün Can Halası hayatın anlamını öğrenmiş ve formülünü de çözmüştü. Ağzından duası eksik olmayan Sare Teyze’nin dilinden dökülen sihirli kelimelerin arkasına, ne dramlar ne sevgiler ne fedakârlıklar sinmişti kim bilir. Bu yönüyle torun Hüseyin Ali’nin nezdinde Sare Teyze “Âlim değil ama arif bir kadındı.” Her geçen gün, her geçen yıl bu durumu daha iyi anlıyor ve babaanne Sare Teyze’ye hayat tecrübesi yönüyle hakkını teslim ediyordu.
……………..
Dedik ya torun Hüseyin Ali evini, işini ve eşini bulmuş hayatı dolu dolu yaşamaya çalışıyor ve Bakanlıkta işindeki titizliği herkes tarafından biliniyor ve hep takdir ediliyordu. Günün birinde bir sabah daha mesai başlamadan yeni kabinenin yeni eğitim bakanı bakanlığın evrak kabul bölümünde bitivermişti. O saat memurlar için erken bir saat idi ama Hüseyin Ali ve eşi Nurcan için mesai yarım saat önce başlamıştı. Zira Hüseyin Ali ve eşi Nurcan mesai saatinden yarım saat önce görevlerinin başında bulunmayı alışkanlık haline getirmişlerdi.
Bir gün önce yeni kabine açıklanmış, Hüseyin Ali’de yeni kabinenin yeni eğitim bakanının resmini televizyondan gördüğü için ilk bakışta Sayın Bakanı tanımış ve bulunduğu birimde başka da kimse olmayınca Bakanı karşılamak Hüseyin Ali’ye düşmüştü. Daha ilk karşılaşmada “Hoş geldiniz Sayın Bakanım” demesi Sayın Bakanı da şaşırtmış ve şu soruyu sormadan geçmemişti Sayın Bakan Hüseyin Ali’ye. “Beni nerden tanıyorsun?”
Hüseyin Ali;
-Akşam kabine açıklanırken TV.de gördüm Sizi Sayın Bakanım.
Bakan;
-Senin adın nedir?
-Hüseyin Ali Sayın Bakanım.
-Ne iş yapıyorsun burada Hüseyin Ali Bey?
Hüseyin Ali, yaptığı işin bütün ayrıntılarını anlatma fırsatını bulmuş ve teferruatlı bilgi vermişti Sayın Bakana. Bakan da teşekkür ederek, “Bundan sonra bu bölümde ben artık seni tanırım Hüseyin Ali Bey, burada sıkıntı yaşanırsa Bakanlık felç olur. Çünkü burası bakanlığın beynidir.” demişti.
……………
Hüseyin Ali ve eşi Nurcan uzun yıllar Bakanlığın merkez teşkilatında görev yaptı. Çok sayıda olumlu olumsuz olaylara şahit oldu. Kah amirleri tarafından taltif gördü, kah anlayışsız ve de kaba amirlerinden zaman zaman istenmeyen davranışlara muhatap oldu. Ama her seferinde Allah’ın yardımı ile mahcup olacak bir iş ve işlem yapmadı. Geriye dönüp baktığında uzun yıllar yürüttüğü idarecilik hayatında bu durum onun için büyük bir gurur tablosu idi. Tabi bu zaman zarfında Hüseyin Ali – Nurcan Aslan çiftinin pırıl pırıl iki kızı yetişti. Büyük kızı tıp fakültesini bitirerek doktor oldu. Küçük kızı ODTÜ’de okudu ve tercihini, aynı üniversitede öğretim üyesi olarak sürdürme yönünde kullandı. Tabi hayatın doğal seyrinde çocukların yetiştirilmesi, eğitimi ve helal süt emmiş, insan evladı biri ile evlendirilmesine yardımcı olunması anne-babalar için en önemli görevlerdendir. Bunları bihakkın yerine getiren anne-babalar için, bir çocuğun okuldan mezun olması, iş bulması, doğru insanla yuva kurması ve torun görmesi ne büyük bir mürüvvettir görebilenler açısından.
……….
Aslan çiftinin doktor olan büyük kızlarının düğünlerinin üzerinden tamı tamına 50 gün geçmişti ki anne Nurcan çok ciddi bir rahatsızlık geçirdi. Sol şah damarındaki tıkanıklık, vücudunun sağ tarafında kısmi bir felç geçirmesine sebep oldu. Acil hastaneye kaldırılan Nurcan hanımı çok zor günler bekliyordu. Bu kısmi felç durumu hiç beklenmedik bir anda gelip Nurcan hanımı bulmuştu. Hüseyin Ali bütün imkanlarını ve çevresini harekete geçirdi. Özellikle uzak-yakın çevresinden Eşi Nurcan için dua beklediğini söylerken hiç beklemediği yerlerden dualara hatimlerin ilave edildiğini öğrenmesi onu sevindiriyordu. Bu durumu eşi Nurcan ile paylaşıyor ve bu da Nurcan Hanım için büyük bir moral destek oluyordu.
Ramazan gibi kutsal bir ayın feyiz ve bereketinden farklı şekilde istifade etmeye hazırlanırken bu rahatsızlık, bu kutsal ayın arifesinde Nurcan Hanımı yakalamıştı. Oysa Nurcan Hanımın hayalinde hep, Ramazan ayını Medine’de geçirmek ve ardından Hac farizasını yerine getirip evine dönerek eşi ve torunları ile birlikte sakin bir hayatı sürdürmek istiyordu. Hayal dünyasında kurduğu bu güzellikleri bir gün ama mutlaka bir gün gerçekleştirmek üzere yaşıyordu sanki… Böyle bir hayalin peşinde iken bu Ramazan ayının arifesinde başına gelen bu da neyin nesidir? sorusunu kendine soruyor ve bunun cevabını bulamıyordu bir türlü… Ama “Bu da Allah’tan tabi” diyerek teslimiyetten ve şifasını aramaktan başka yapılacak bir şey yok, diyordu kendi kendine… İşte bütün bunları gecenin bir yarısında düşünüp, sessizce ağlarken hemen yanı başına uzanmış yarı uyanık vaziyetteki eşi Hüseyin Ali’nin, aniden kalkıp ışığı yakması ile birlikte ağlama sesi yükseldi. Hüseyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor, biryandan da Nurcan… Nurcan ne oldu? Ben buradayım. Lütfen ne oldu? Doktoru çağırayım mı? gibi anlamlı anlamsız sorular soruyordu Nurcan’a… Nihayet Nurcan bugüne kadar hiç kimseyle paylaşmadığı, Ramazan ayını Medine’de geçirip Hac görevini de yaparak evine-ocağına dönmenin hayalini Hüseyin ile paylaştı. Çok duygusal bir yapıda olan Hüseyin de bu durumdan çok etkilenmiş ve her ikisi birden hıçkırıklara boğulmuşlardı, gecenin bir yarısında… Bir müddet sonra kendine gelen Hüseyin,
-Merak etme, sen iyi ol, o kutsal görevimizi de birlikte yaparız inşallah. Sen yeter ki iyi ol… Buradan çıkalım… İlk işim bu hayalini gerçekleştirmek üzere bütün kanalları deneyeceğim… İnşallah, doktorun dediği gibi sapa sağlam olarak Ramazan Bayramını evimizde geçiririz… Ardından senin hayalini gerçekleştirmek için gerekli girişimlerde bulunacağım.
Hüseyin bunları söylerken bir yandan da, Ramazan süresince hastane mescidinin imamı olmadığı için beş vakit namazın yanında teravih namazlarını da bizzat kıldırıyor ve ardından, “Ya Rab, bu mescidin görevli imamı yok, onun yerine beni bu görevi yapmamın bahanesi mi Nurcan’ın bu rahatsızlığı yoksa? Onu da seve seve yapacağım. Bayramı da burada kılmaya ve kıldırmaya hazırım. Yeter ki Nurcan sağlığına kavuşsun.".” derken içinden, Koca Yunus’un şu dörtlüğünü de mırıldanıyordu…
Hoştur bana senden gelen,
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken.
Kahrın da hoş lütfûn da hoş.
…………………………….
Nurcan nispeten sağlığına kavuşmuş ve şimdi Hüseyin Ali, Hac için Nurcan’a verdiği sözü yerine getirmek için yol-yöntem araştırıyordu. Bir vesile ile tanıştığı mobilyacı Şükrü Bey ile eşi Nurcan’ın Hac konusundaki arzusunu paylaştı. Şükrü Bey iki yıl önce kendisinden mobilya alan Suudi Arabistan Krallığının Ankara Büyükelçiliğinde görevli Ataşe Khalid Al Amri ile dostluğunu hayli ilerletmişti. Zaman zaman karşılıklı ziyaretlerde bulunuyorlardı. Bir keresinde Khalid Ankara’daki görev süresinin sonuna doğru yaklaştığını, eğer isterse Şükrü Bey ve yakınlarından birkaç kişiye Hac için özel vize alınması konusunda yardımcı olabileceğini söylemişti. Hüseyin Ali, Nurcan’ın Hac konusunu açınca hemen Khalid aklına geldi ve telefonla Khalid’i arayarak durumu bildirdi. Khalid kaç kişi olduklarını sordu Şükrü Bey’e. O da Hüseyin Ali, Eşi Nurcan ve Kızı Tuğçe olmak üzere üç kişi olduklarını söyledi. Khalid pasaportlarını kendisine getirmeleri halinde 3-4 gün içinde vizelerinin hazır olacağını bildirdi Şükrü Bey’e. Bu duruma Hüseyin Ali inanamıyordu bir türlü… Hemen eşi Nurcan’ı aradı ve müjdeyi verdi. Nurcan da aynı şekilde önce inanamadı ve heyecandan ne söyleyeceğini bilemedi Hüseyin Ali’ye… Sadece iki kelimeden oluşan soruyu sorabildi. “Gerçekten mi? dedi.
……………..
Sonraki günlerde pasaportlar Khalid’e teslim edilmiş ve gerçekten de vizeler çok kısa sürede alınmıştı. Maddi yönden bütün hazırlıklar yapılmış, geriye sadece Hac ritüellerini talimle eş-dost, yakın ve uzak akraba herkesle helalleşmek kalmıştı. Bunlarda mümkün olduğu kadar yapıldı ve ardından o kutsal yolculuk Esenboğa Hava Limanından başlamış oldu. Uçağa binerken Nurcan Hanım geriye dönüp Ankara’ya doğru baktı ve kendisini uğurlamaya gelenleri görmese de sanki görüyormuşçasına “Allah’a ısmarladık diyerek” el salladı ve ardından Hüseyin Ali’nin gösterdiği koltuğa oturdu. Koltuğa oturur oturmaz iç dünyasına daldı bir anda. Hac yolculuğunun çok özel bir yolculuk ve zamanın da çok özel bir zaman dilimi olduğunun bilincindeydi Nurcan. “Sana geliyorum, huzuruna geliyorum, çağırdın ve işte geliyorum” diyordu içinden.
Her yıl milyonlarca Müslüman’ın Kabe’de, Arafat’ta, Müzdelife’de dili, ırkı, rengi, yaşam tarzı farklı olan bu insanların tek yürek olarak, ellerini açıp insanlığın kardeşliği, dünyanın huzuru için Allah’a yakarışlarını düşündü. Bu manevi atmosferin tatlı rüzgarlarını yüreğinde hissetmeye başlamıştı. Bütün negatif duygulardan sıyrılmış, anadan doğmuş gibi saf ve temiz duygularla yıkanıyordu sanki. İçinde hissettiği sevinç ve mutluluk kelimelere dökülse acaba hangi kelimeler insan için anlamlı olurdu? Onu da bilmiyordu ve kendi kendine “Bu duygular yaşanır, kelimelerle anlatılmaz.” diyordu. Çünkü burada akılla kalp aynı istikamete yani fıtri olana yolculuk yapıyordu. Bütün duygular, kalp ve akıl yeniden formatlanıyor ve tazelenerek hayata dönüşü yaşıyordu. Hayata bu duygu yoğunluğunda bakınca dünya da güzelleşiyordu aslında. Çünkü günlük yaşayışta, iş hayatında, ticarette aldatma yok, aldanma yok, başkasının hakkını hukukunu çiğneme yok, ölçüde ve tartıda yamulma-yamultma yok, gasp yok, haksızlık ve zulüm yok. Bu yokların yerine, toplumsal hayatın bütün alanlarında varları sayacak olursak; sevgi var, saygı var, güven var, doğruluk var, dürüstlük var yani insani olan, fıtri olan, güzel ahlak adına var olan her şeyin yaşandığı bir hayat. Yani Hac öbür dünya için değil sadece, bu dünya hayatını yeni baştan bir düzene koymak için gerekliydi aslında.
Nurcan Hanım bu duygulara gömülmüş olarak Hac yolculuğuna çıkmıştı. Her geçen saat, her geçen gün iç dünyasına yolculuğunu sürdürüyordu. Bu yolculukta zamanı çok ama çok iyi değerlendirmeye çalışıyor ve Hac farizasının bütün ritüellerini yerine getirmenin gayret ve telaşı içinde günlerini geçiriyordu. İşte böyle bir günün içinde Kâbe’yi seyre dalmış büyük bir vect içinde ibadetini yapıyor ve “Buyur yarabbi sana geldim.” diyordu. Tam bu esnada, eşi Hüseyin Ali’yi, kendisi de dahil, herkesin çok arzu ettiği ve görevlilerin pek rıza göstermedikleri Kâbe’nin kapısının önünde ibadet ederken gördü. Açıkçası, bu insan selinin içinde, Hüseyin Ali’nin, kendilerinden ayrılıp oraya nasıl ulaştığına ve orada rahat bir şekilde namaz kılmasına hayret ediyordu. Zira Nurcan Hanım Kâbe kapısına dokunmak niyetiyle birkaç defa teşebbüs etmesine rağmen görevlilerin buna müsaade etmediklerini yaşamıştı. Merakla ve heyecanla Hüseyin Ali’nin yanlarına gelmesini bekledi.
Hüseyin Ali Kabe’nin kapısının önünde ibadetini tamamlamış, hatta Kabe kapısının kolundan da tutmuş ve tam o anda babaannesini ve yıllar önce kendisi için yapmış olduğu duasını hatırlamıştı. Bu hatırlayışının ardından “Allah-ü Ekber” diyerek secdeye kapandı. Secdeden gözleri yaşlı olarak doğrulurken, “Bu ne büyük bir yakarış ve ne güzel bir ihlasla yapılmış dua.” İşte o an Kabe’nin kapısının altından olan kollarına yapıştığı an, babaannenin güzel ve içten yaptığı “Altın halkalara yapışasın inşallah güzel yavrum” cümlesi ve duası karşılık buluyordu adeta. Hüseyin Ali çocukluğunda duymaya çok alışkın olduğu babaannenin bu duasını, onun sesini duyar gibi oldu ve kendinden geçti o an. Ve tekrar secdeye kapanarak babaannesi ve bütün geçmişleri için Allah’tan mağfiret diledi.
Nurcan’ın yanına döndüğünde Hüseyin Ali’nin beti, benzi solmuş ve çok farklı bir hali vardı. Nurcan, biraz önce merak ettiği o mekâna nasıl gittiğini sormayı unutmuş ve şimdi merakla Hüseyin Ali’nin solgun ve bitkin görünüşünün sebebini öğrenmeye çalışıyordu.
-Rahatsız mısın? Seni iyi görmüyorum. Bir sıkıntın mı var? Yüzün sap sarı kesilmiş!!!
Hüseyin Ali,
-Sorma Nurcan… İlginç şeyler oldu. Beni oraya görevli polis memuru çağırdı. Benim de önüme düştü tam namaz kılacağım yere kadar bana eşlik etti. Orada iki rekât namaz kıldım. Baktım o kadar rahat ki, önümde yanımda kimse yok... Hâlbuki bir metre ötesi ana-baba günü… Millet birbirini itip kakıyor. Benim önüm boş. Ben de bunu fırsat bilerek iki rekât daha namaz kıldım. Daha sonra Kâbe’nin kapısının altın kollarını sıkıca tuttum. O an, ben küçükken babaannemin benim için “Altın halkalara yapışasın inşallah güzel yavrum” diye ettiği duayı hatırladım ve babaannemin sesini işitir gibi oldum. Hikmetinden sual olunmaz. Şura suresinde; Dikkat edin (bütün) işler, ancak (her işi hikmetli olan) Allaha döner, buyuruluyor. Bu hal bambaşka bir haldi… derken gözleri buğulandı Hüseyin Ali’nin. Nurcan da duygulanmıştı Hüseyin Ali’nin anlattıklarından.
Kâbe tavafından sonra yürüme mesafesindeki kaldıkları otelin yolunu tutan Aslan ailesi, fazla konuşmadan iç dünyalarına ve çocukluk yıllarına dalıp gittiler, yol boyunca…