Feyyaz İRFAN

Eğitimde 'Kral Çıplak'

Feyyaz İRFAN

 
Tuna ilkokul 4. Sınıf öğrencisi olarak sınıfının birincisi. Anne ve babası Tuna’nın bu durumundan oldukça memnun gözüküyorlar. Her gün eve gelişinde okulda olan biteni Tuna’dan dinlerken dört köşe oluyorlar adeta. Zira Tuna, sınıfının birinci olması hasebiyle öğretmenlerinden aldığı övgü dolu sözlü ve yazılı takdirleri paylaşırken Anne Işık ve Baba Erkut büyük gurur yaşıyorlardı.
Bir akşam anne Işık Hanım, aynı konuda aynı soruyu yöneltti Tuna’ya.
-Yavrum, bugün nasıl geçti okuldaki günün?
Tuna bu soruya hiç beklenmedik bir tepki verdi.
-Ben bu okulu artık hiç sevmiyorum.
Anne Işık Hanım şaşkın bir vaziyette Tuna’nın yüzüne baka kaldı. Ne olmuştu? Tuna bugüne kadar böyle bir tepki vermemiş ve okulla ilgili olumsuz hiçbir belirti olabilecek tutum ve davranış içinde bulunmamıştı. Işık Hanım bu durumu anlamaya çalışıyor ve peş peşe Tuna’ya soruları yöneltiyordu.
-Niçin öyle diyorsun Tuna? Okulda seni üzen bir şey mi oldu? Öğretmeninle bir problem mi yaşadın?
Tuna,
-Hayır. Bu sorduklarının hiç birisi değil. Ama ben okulu sevmiyorum.
Anne Işık Hanım tedirgin olmuş ve şaşırmış bir vaziyette, oğlu Tuna’nın oturduğu koltuğun yanına sandalyesini yaklaştırdı ve eğilip başını okşayarak yüzüne bir öpücük kondurdu ve ardından,
-Bunun bir sebebi olmalı Tuna yavrum. Niçin sevmiyorsun okulu? Bana anlatır mısın lütfen… derken, Tuna’nın okulöncesi eğitime giderken yaptığı resmi hatırladı bir anda. Işık Hanım bir öğretmen ve bir anne olarak, Tuna’nın çok zeki ve farklı bir çocuk olduğunu okulöncesi eğitiminden bu tarafa biliyor ve takip ediyordu. Hep yakın takipte idi. Tuna’ya bu soruları sorarken, Tuna’nın beş yaşında anasınıfına giderken yapmış olduğu resmi gözünün önüne gelmişti. Tuna’nın resmi, pencereden dışarıya bakan bir kadını anlatıyordu. O zaman anne Işık Hanım, “Bu kim Tuna” diye sorduğunda Tuna, “Öğretmenimiz, hep pencereden dışarıyı seyrediyor.” demişti.  “Öğretmen pencereden dışarıyı seyrederken öğrenciler ne yapıyor?” diye sorduğunda, Tuna, “Öğrenciler kendi kendilerine sınıfta oynuyorlar.”  Bu manzara Tuna’nın daha o yaşlarda ne kadar dikkatli, gözlemci ve de etrafına duyarlı bir çocuk olduğunun göstergesiydi aslında.
Tuna, gözlerini kısarak her zaman olduğu gibi tane tane anne Işık Hanımın sorularını cevaplandırmaya başladı.
-Öğretmenimiz bugün de sınav yaptı. Sınavda başarılı olanlara çikolata aldı, zayıf alan arkadaşlarımız ise öğretmenimize çikolata aldılar. Öğretmenimiz zayıf alan arkadaşlarımıza, “tembeller, çalışmıyorsunuz, hayatta başarılı olamazsınız, siz geri zekalı mısınız? gibi sözler söyledi. Öğretmenimizin çikolata aldığı arkadaşlarım çok seviniyor, ama zayıf alan arkadaşlarım çok üzülüyor, ağlayanlar oluyor.
-Peki, sen de mi zayıf aldın?
-Hayır, ben hepsini bildim soruların. Onun için öğretmenimiz bana da çikolata aldı, ama ben sevinemiyorum. Arkadaşlarım üzülüp ağlayınca ben de üzülüyorum. Okulda sınav olmasa olmaz mı Anne? Ben sınavsız okula gitmek istiyorum. Sınavsız bir okul yok mu?
Anne Işık Hanım Rehberlik öğretmeni olması hasebiyle konunun ciddiyetini hemen anladı. Işık Hanım görevi gereği, bugüne kadar meslek hayatında “eğitsel rehberlik” bağlamında yüzlerce öğrencinin okula, okuldaki etkinliklere, yeni durumlara alışmaları konularında yardımcı olmuştu. Ancak şimdi durum çok farklı ve kendi oğlu, okulunda sorun yaşıyordu. Tuna’nın soruları karşısında bir anda şok olan Işık Hanım, bu duruma nasıl bir çözüm geliştireceğini ciddi olarak düşünmeye başladı.
……………….
Tuna’nın soruları, onun geleceği bakımından çok önemli sorulardı. Aynı zamanda, anne Işık Hanımın, görevi bağlamında kendisini ve hatta bütün bir eğitim sistemini sorgulaması için bir uyarı niteliğindeydi. Bu konu, okullarda öğrencilere rehberlik ve psikolojik danışma hizmeti vermekle görevli Işık Hanımın tam da kendisinin konusu idi. Zira rehberlik öğretmeni; öğrencinin kendisi, öğretmeni/öğretmenleri ve ailesi tarafından ilgi, kendine özgü yetenek, beceri, motivasyon,  başarı ve diğer özelliklerinin fark edilmesine, öğrencinin yetiştiği ortamın iyileştirilmesine, bireysel ve sosyal gelişimlerinin desteklenmesine, etkili öğrenme ve çalışma becerileri ile motivasyonlarının artırılmasına, ilköğretim sonrası eğitime ve orta öğretime devam edemeyecekler için mesleğe yönlendirilmelerine yönelik rehberlik ve danışma hizmetlerini vermekle görevli idi. Bu bağlamda Işık Hanımın, oğlu Tuna’nın bu soruları karşısında irkilmesi normaldi. Tuna okulda gördükleri ve yaşadıklarını bir iki soruya sığdırmış, saf ve temiz duygularla “Kral Çıplak” demişti adeta.
Bu yaşta bir çocuğun okulu sevmiyorum demesi ürkütücü idi. Oysa okullar, dokuz-on yaşlarındaki çocuklar için en cazip yerler olmalı değil miydi? Öğrenme merakının, istek ve arzusunun zirvede olması gereken yaşlar bu yaşlardı. Ancak bu yaşlarda sınav baskısı öğrenciyi bir anda farklı kulvarlara savuruyordu.
Belki de bu sınav konusu bu yaşın konusu mu? diye ilk defa düşünüyordu Işık Hanım. Oysa lise son sınıf öğrenci velileri ile iki gün önce “Veli Bilgilendirme Toplantısı”nda “sınav kaygısı” konusunu işlemiş ve velilerle şu bilgileri paylaşmıştı.
“Her anne babanın, çocuğunun gelecekte mutlu ve başarılı olmasını istemesi kadar doğal bir beklenti olamaz. Anne babalar farkında olarak veya olmayarak bu düşüncelerini sözlü ya da davranışları ile dile getirirler. Ancak, bu iyi niyetli beklentilerin çocuklar üzerinde kâbus dolu bir sınav stresine dönüşerek, onların başarısını olumsuz yönde etkileme tehlikesi vardır. Bu sınav stresini yaşayan öğrenci;  “Başaramazsam ne olacak, annemi, babamı hayal kırıklığına uğratırsam! Mutlaka bu yıl kazanmalıyım çünkü çok masraflı oluyorum”…gibi düşünecek. Öğrenci bunları düşünmeye başladığında her sınav arifesinde yoğun olarak sınav stresi yaşayacaktır. Bu baskı altında sınava giren öğrencinin başarısının düştüğü bütün eğitim otoritelerinin hemfikir olduğu bir konudur. Onun için öğrenci üzerinde sınav stresi yaratan ve öğrencinin başarısını engelleyen şu cehennemlik cümleleri sakın kurmayın.
 “Hep bilgisayarın başındasın.”
“Kazanamazsan ne yaparız?”
“Mutlaka kazanman gerek.”
“Özel ders için o kadar para veriyoruz.”
 “Bizim zamanımızda böyle değildi.”
“Ben senin imkanlarına sahip olsaydım ….”
“Bak, Ayşe Hanım’ın kızı gecesini gündüzüne kattı kazandı, doktor olacak.”
“Telefon kulağından hiç düşmüyor. İnsan bu kadar ne konuşur ki telefonda.”
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak, çocuklarınızın başarılı olmasını isterken bu cümleleri kurduğunuzda onların üzerinde sınav kaygısı yaratmış oluyorsunuz. Başarılı olmasını beklerken tam tersine başarısız bir sonuçla karşılaşabilirsiniz.”
…………..
Oysa Tuna’nın sınavla ilgili olarak çocuk dünyasında yaşadığı çok daha farklı bir problemdi. Işık Hanım mesleğe başladığı günden bu tarafa sınav konusunu bu yönüyle hiç düşünmemişti… Işık hanım okulda uygulanan sınav sistemini daha bir yoğunlukla kafasında tartışmaya başladı. Kendi kendine sorular soruyor ve bunlara cevap arıyordu. İlk sorusu, “Her öğrencinin, insanın parmak izi gibi farklı olan kabiliyetini, doğruluğunu düşündüğümüz tek bir ölçekle ölçmemiz doğru mu? Oysa her bir öğrenci ayrı bir kabiliyet, ayrı bir yetenektir. Bu gerçek, okullarımızda yapılan sınav sisteminde göz ardı ediliyor. Okullarda uygulanan bu sınav sisteminde her öğrencinin kendine özgü ve biricikliğini ıskalayan bir gerçeklik var. Bu durum aralarında güvercin, fil, deve, tavşan, kaplumbağa, at, keçi, maymun vb. farklı türdeki hayvanların koşuda yarıştırılması gibi bir durum. Buradaki hayvanların her birinin farklı özellikleri ve kabiliyetleri var. Ama tutar, bunları 100 m. koşusunda yarıştırır ve sonucunda da güvercin birinci, kaplumbağa sonuncu derseniz bu doğru bir ölçüm ve sonuç olur mu? Bizim bugün okullarda uyguladığımız sistemin bundan farklı bir tarafı yok.” Okula giderken bu soru ve tespitleri peş peşe sıralıyordu. Bunları düşünürken kardeşi Mustafa’nın ortaokuldan sonra okumayarak iş hayatına atılması aklına geldi.
Mustafa, ortaokuldan sonra bir motor ustasının yanına çırak olarak girmişti. Aradan tamı tamına 14 yıl geçmiş ve Mustafa iyi bir motor ustası olmuştu. İki yıl önce de motor atölyesini kurarak kendi bağımsız işinin başına geçmişti. Mesleğinde saygın birisi olarak oldukça seviliyordu. Üstelik yanında dört kişi çalıştırıyor ve her görüştüğünde de ablası Işık Hanıma işini çok sevdiğini söylüyordu. Kardeşi Mustafa özelinde durumu değerlendirerek; küçük yaşlarda çocukların ilgi alanına göre yönlendirilmesini ve yetiştirilmesini sağlamak gerekir diye düşündü, Işık Hanım. Bu düşüncesini önce ….Lisesinde fizik öğretmeni olan eşi Erkut Bey’le görüşmeyi ardından meslektaşları ile paylaşmayı planladı.
…………
Aradan üç yıl geçmiş ve Tuna’ya bu sınav stresini daha fazla yaşatmamak için özel okul yolu gözükmüştü. Zira Işık Hanım bütün çabalarına karşılık okulda bu sınav sistemini masaya yatırıp enine boyuna tartışılmasını sağlayamamıştı. İlköğretim seviyesinde var olan sınav sisteminin sorgulanması demek, bütün bir eğitim sisteminin sorgulanması demekti. Bu da doğal olarak konunun Bakanlık merkez teşkilatınca ele alınmasını gerektiriyordu. Sınav sisteminin bir sonucu olarak her tarafta özel kurs merkezleri türemiş ve okulun yerini halk arasında “Dershane” olarak bilinen bu özel kurslar almıştı adeta.
Işık Hanım, eğitim sisteminde çocuklar açısından sınav konusunun sorgulanmasını başaramayınca ailecek karar alıp Tuna’nın okulunu değiştirmek zorunda kalmışlardı. Tuna devlet okulundan alınarak özel bir okula kayıt yaptırmış oldu. Ancak, Işık Hanım bireysel olarak Tuna’nın bu anlamsız yarışın kurbanı olmasının önüne geçtiğini düşünüyordu ama diğer yüzbinlerce Tuna sistemin kurbanı olmaya devam ediyordu. Işık hanım ilköğretim seviyesinde öğrencilerin üzerindeki bu sınav baskısını düşünürken, Seattle’da yapılan Dünya Down Sendromlu çocukların yüz metre koşma yarışını hatırladı birden…
 Seattle’da yapılan Dünya Down sendromlu çocukların 100 metre yarışı yapılıyor. Yarış başlıyor ve zihinsel engelli kız - erkek çocuklar karışık yarışıyorlar. Statta herkes ayakta coşkuyla alkışlarken, yarışı önde koşan çocuklardan biri tökezliyor ve düşüyor. Düşen çocuk ağlamaya başlıyor. Bütün stat alkışı kesiyor ve olan biteni izliyor. Diğer sekiz yarışmacı duruyorlar ve düşen çocuğun yanına gidiyorlar. Çocuğu düştüğü yerden kaldırıyorlar. Bir tanesi çocuğun kanayan dizini öpüyor ve bu seni iyileştirir diyor. Ardından bütün yarışmacılar kol kola giriyorlar ve yarışı hep birlikte tamamlıyorlar. Seyirciler dahil herkes bu durumdan çok ama çok mutlu oluyorlar. Stadyumdaki seyirciler Down sendromlu çocukların bu dayanışmasını çılgınca alkışlıyorlar. Bu çocuklar bir daha bu yarışa ancak 4 yıl sonra katılacaklar. Yani bu yarış onlar için çok önemli ve bu çocuklar zihinsel engelli (!)…

Işık Hanım, biz çocuklarımızı bir yarışa sokuyoruz ve ilkokul, ortaokul, lise, üniversite vd. bir ömür koşturuyoruz ve ömrün nihayetinde geriye dönüp baktığımızda, “Biz bunun için mi bunca yıl uğraştık “ diye kendi kendimize hayıflanıyoruz… diyerek koltuğuna yaslandı. Ardından gözlerini kapatarak; bir yanda, Down sendromlu çocukların buradaki dayanışmasının çevreye yaydığı pozitif enerjiyi, öbür tarafta acımasız bir rekabetle insan olmanın gereği olan yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık gibi insani değerleri ıskalayarak, çocuklar üzerinde olumsuz etki yapan, alabildiğine bencilliğin ve bireyselliğin önünü açan sınav sistemi ile ilgili düşüncelere daldı gitti…
(*) Tuna hariç, isimler müstear.
 
 
Yorumlar 2
Psikolojik Danışman 16 Nisan 2018 11:18

sınav sisteminin öğrenciler, veliler, öğretmenler üzerinde yarattığı baskı ve kimi gerekli sorgulamalar oldukça etkili ve akıcı bir üslup ile yansıtılmış yazınızda. kaleminize sağlık.

Kasım Arık 06 Nisan 2018 12:11

evet sınav baskısından kurtulmalı eğitim. birlikte öğrenmenin keyfini yaşamalı ilkokulda çocuklar. ama bir yarıştır gidiyor. o da hem öğreteni hem öğreneni ve hem de aileleri geriyor, mutsuz ediyor... eğitimin de kalitesi her geçen gün dibe doğru gidiyor...

Yazarın Diğer Yazıları