
Devletin harcaması israf olmaz!
Feyyaz İRFAN
Bakanlıkta genel müdürlük görevine yeni atanan Hakan Bey idari ve mali işlerden sorumlu daire başkanı İbrahim Bey’i makamına çağırır. İlk sözü;
-Makam arabamı değiştirin.
Daire Başkanı;
-Baş üstüne Sayın Genel Müdürüm. Ben hemen ilgililerle irtibata geçerim. Siz merak etmeyin.
Genel Müdür;
-Teşekkür ederim. Fazla sürmesin. Haftaya hallederseniz iyi olur…
Daire Başkanı;
-Tamam efendim.
Genel Müdürün makamından çıkan Daire Başkanı İbrahim Bey odasına geçer ve Devlet Malzeme Ofisindeki aynı zamanda arkadaşı olan ilgili Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Bey’i arar ve durumu anlatır. Bunun üzerine Mustafa Bey,
-Elimizde sıfır kilometre T…. Marka bir otomobil var. Rengi gri… Eğer isterseniz onun tahsisini sizin Bakanlığa yapabiliriz. Genel Müdürünüzle görüşün, uygun derse ben hemen işlemlerini başlatırım.
İbrahim Bey,
-Teşekkür ederim Mustafa Bey. Ben Genel Müdürümüzle görüşüp Size döneceğim.
Genel Müdürün makamına gelen İbrahim Bey, durumu Sayın Genel Müdüre arz eder. Genel Müdürün olurunu alır ve otomobilin Devlet Malzeme Ofisindeki işlemleri, ardından tescil, plaka ve sigorta işlemleri seri şekilde yapılarak araba Sayın Genel Müdürün hizmetine tahsis edilir.
Genel Müdür, akşam mesai bitiminde yeni tahsis edilen otomobil ile şoför tarafından evine bırakılır. Ertesi sabah aynı şekilde şoför Genel Müdürü almaya gider. Genel Müdür saat 10’a 5 dakika kala evinden çıkar ve arabadaki makamına oturur. Arabanın durumunu şoföre sorar.
-Nasıl çekişi, motoru?
Genel Müdür şoförün cevaplarından memnundur. Bir ara şoför;
-Koltukların rengi siyah değil de bej renginde olsaydı daha güzel olurdu Sayın Genel Müdürüm, deyiverdi.
Genel Müdür bunu hiç düşünmemiştir aslında. Hemen cep telefonundan İbrahim Bey’i arar ve talimatı verir.
-Arabanın koltuk rengini beğenmedim. Bunun rengini bej olarak değiştirin.
İbrahim Bey,
-Bakalım efendim. Uygun bir fiyata yaptırabilirsek...
Genel Müdür İbrahim Beyin “uygun fiyat” ifadesinden pek hoşlanmamıştır. Makamına gelince sekreterine,
-İbrahim Bey’i çağırın bana.
İbrahim Bey’in odası, Genel Müdürün makamından iki oda ötededir. Sekreter İbrahim Beyi arar ve Genel Müdürün görüşmek istediğini söyler. İbrahim Bey Genel Müdürün makamına gelir.
İbrahim Bey,
-Beni emretmişsiniz Sayın Genel Müdürüm. Buyurun…
-Evet, “Uygun fiyat!” aldınız mı?
-Efendim görüştüm. Koltukların yüzünü değiştirmeye yedibin Türk Lirası istiyorlar.
-Tamam. Ne kadar sürede yapabilirlermiş, sordunuz mu?
-Dört-beş gün içinde teslim edebileceklerini söylediler. Ama çok para Sayın Genel Müdürüm. Yeni ve sıfır araba! Yazık olur, israf olur diye düşünüyorum.
-Ne israfı Başkan! Devletin harcamasının israfı mı olurmuş… Ben de zaten onun için çağırmıştım Seni. Ne demek, “Uygun fiyat” filan? Görüşün ve daha erken verebiliyorsa hemen gönderin arabayı!…
İbrahim Bey, Genel Müdürün hiç beklemediği bu tavrı karşısında bir anda şok olur. Hiç bir kelime söylemeden çok üzgün bir vaziyette makamdan çıkar. Arabanın koltuk yüzlerini değiştirecek olan usta ile tekrar görüşür ve arabayı göndereceğini ama daha erken bitirip bitiremeyeceğini sorar. Usta “Elimizden geleni yapacağız” diyerek telefonu kapatır. Bu durumdan çok ıstırap duyar İbrahim Bey. Hele Genel Müdürün “Devletin harcamasının israfı mı olur?” ifadesi onu çok rahatsız etmiştir.
İbrahim Bey odasında asılı olan, Çanakkale’de destan yazan Mehmetçiğe ve o günün mönüsüne göz gezdirdi ve kahraman Mehmetçiğin hangi şartlarda bu destanı yazdığının fotoğrafına uzun uzun baktı. Ardından, günlük defterine şu notu düştü.
Resim: Çanakkale’nin gerçek KAHRAMANLARI
-Sorumluluk makamla mevki ile kazanılan bir duygu değilmiş demek ki. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Genel Müdür olmakla insan dünya ve ahret sorumluluğunu müdrik olmuyormuş. “Çanakkale Mönüsü” notunu da düştükten sonra ilave etti…
- Nereden nereye gelmişiz… Kişi beytülmaldeki (Devlet Hazinesi) bir iğneden dahi hesaba çekilecektir. Zira kendisine tahsis edilmiş bir malı, bir aracı kullanmak ve istifade etmek için bunları gözü gibi muhafaza ederek, kendi malından daha fazla hassasiyet ve i’tina göstermesi gerekir. O araca Sayın Genel Müdürün keyfine göre yapılan harcamada seksen milyon vatandaşın hakkı var. Yani tüyü bitmemiş yetimin hakkı…
O gün öğleyin, arkadaşı olan bir başka Genel Müdürlüğün Daire Başkanı Hüsnü Bey ile yemekte aynı masada yemeklerini yerler. Sabahtan beri içini kurt gibi kemiren Genel Müdürle aralarında geçen diyaloğu Hüsnü Bey’le paylaşır. Hüsnü Bey, bir an için inanamaz İbrahim Bey’in anlattığı olaya.
Hüsnü Bey,
-Yeni ve sıfır arabanın koltuk yüzlerini değiştirten Genel Müdür, kendi cebinden ödemek durumunda kalsa yedibin Türk Lirasına bunu yaptırır mıydı acaba? Kul hakkına dair bir Hadisi kudside, “Benim huzuruma ne ile gelirseniz gelin affederim ancak, kul hakkı ile gelmeyin.” buyrulmuştur. Kul hakkına dair birçok ayet ve hadis mevcuttur. Bu konuda yine Peygamberimiz şöyle buyurmuştur. “Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret (af) eder.” (Müslim, İmâre, 119) Yani kul hakkı bu dünyada helalleşilirse ahrette hesabı sorulmayacak demektir. Yani, Allah kul hakkıyla karşıma gelmeyin demektedir. Seksen milyonun hakkı var o yapılan israfta. Bir Müslüman için bu ne cüret İbrahim Bey, Allah aşkına. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a)’ın “Kopuk Yular Hesabını” düşün. Bu hikayeyi duydun mu?
İbrahim Bey;
-Anlat hele
Hüsnü Bey;
-Hz. Ömer’in vefatından bir sene sonra oğlu Abdullah (r.a) babasını rüyasında görmüş ve mescide gelerek gördüğü rüyayı anlatmış.
“Dün akşam babamı –ölümünden ancak bir sene sonra- rüyamda görebildim. Hâlbuki babamı rüyamda görebilmek için her akşam dua ediyordum. Ancak dün akşam müyesser oldu. Babamın rengi değişik bir haldeydi. “Sevgili babacığım! Mübarek yüzünün rengi neden böyle oldu?” diye sordum. Babam da “Oğlum, yeni kurtuldum; Şimdiye kadar hesaplarla meşgul idim. Çünkü hesapların biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Nihayet hesap, sadaka develerinin bir yularına gelmişti. O eskimiş yular birçok yerinden bağlanmış, artık deveye bağlanacak hali kalmadığından atmıştım. HZ. ALLAH “O YULARI NEDEN ATTIN, MÜSLÜMANLARIN MALLARINI NEDEN HEDER ETTİN?” diye sordu, dedi.
İbrahim Bey,
-Güzel bir kıssa, ibret alana tabii ki…
Hüsnü Bey,
-Bu olay İslam tarihinden günümüze intikal etmiş ibretlik bir vaka. Osmanlı tarihinde de devlet hazinesine gösterilen hassasiyeti örnekleyen birçok örnek var. İşte bu örneklerden biri de …Ahmet Paşa örneğidir.
Hüsnü Bey, arkasından tarihteki… Ahmet Paşa olayını anlatır İbrahim Beye.
-Zamanın birinde bir Osmanlı Padişahı tebdili kıyafetle yeniçerilerin yemekhanesine gider. Sıradan bir yeniçeri gibi yemeğini yer. Yemek yerken orada yemek hazırlayan ustaların yanındaki çırağın (aşçı yamağı) gözlerini ovuşturduğunu, ağlamakta olduğunu görür ve sorar.
-Niçin ağlıyorsun evlat der?
Çırak,
-Nasıl ağlamayayım. Baksanıza bir sürü yemek artıyor ve çöpe dökülüyor. Bu israfa gönlüm razı değil.
Padişah,
-Senin adın nedir?
Çırak
-Ahmet, Rüstem oğlu Ahmet...
Padişah,
-Hoşuma gittin. Bu hassasiyetini koru. Takdire şayan bir sorumluluk örneği sergiliyorsun. Allah ihlasını bozmasın evlat.
Padişah oradan ayrılıp saraya gider. Çocuğun ismini ve görevli olduğu yerin adresini vezire verir ve şöyle buyurur:
-Çocuğu saraya getirin. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra onu Enderuna yerleştirin.
Vezir,
-Anlaşıldı Padişahım.
Vezir Saraydan bir elemanı gönderir ve çırak saraya getirilir. Çocuk, olan biteni bir türlü anlayamaz. “Niçin Saraya getirdiniz beni? Ben bir şey yapmadım ki… Suçum nedir?” gibi sorular sorar. Aslında çocuk, Saraya getirilmesinden bir hayli korkmuştur.
Yapılan kısa bir araştırmadan sonra çocuk Enderuna yerleştirilir. Gel zaman git zaman çocuk kabiliyetini de ortaya koyar. Katıldığı harplerde gösterdiği üstün gayret sonucu rütbesi hızla yükselir. Onun, sorumluluk sahibi oluşu ve devletine, milletine karşı beslediği sevgisi, tüyü bitmemiş yetimin hakkına gösterdiği hassasiyeti, çırağın zaman içinde paşalık ve ardından sadrazamlık mevkiine kadar yükselmesinin yolunu açar.
İbrahim Bey,
-Bunlar hep güzel de bu zamanda bu anlayışa nasıl gelinecek?
Hüsnü Bey,
-Biraz önce anlattığım kıssalarda, arzu edilen, özlemi duyulan bu anlayış temellendirilmiş olarak var aslında. İnsanlara bu anlayışı verecek bir eğitim sistemine ihtiyaç var elbette. Tabii bu eğitim sisteminin temelleri ailede atılmalı ve “Maarif Davamız” başlığını taşıyan çalışmaları ile ünlü rahmetli Nurettin Topçu’nun ifadesi ile okul öncesi ve ilköğretimde değerler yani Topçu’nun deyimi ile kalp eğitimi, ortaöğretimde bunu tamamlayan bilimsel-akademik eğitim ve yükseköğretimde de mesleki eğitim ile sürdürülmelidir. Eğitimin ahlaki ayağı hiçbir zaman ihmal edilmemelidir.
Hüsnü Bey’in bu önerisini İbrahim Bey şu cümlelerle tamamladı.
-Milli değerlerden yoksun, ahlaki umdeleri önemsemeyen bir eğitim akli dengesi yerinde olmayan bir kişinin eline, mermisi namluya sürülmüş silah vermeye benzer. Bu kişinin nerede ne amaçla bu silahı kullanacağı belli olmaz Başkanım. Her an bir vukuat çıkarma ihtimali söz konusudur. Onun için eğitimde ahlaki değerler, insani değerler ihmal edilmemelidir. Eğitimsiz ahlak, ahlaksız eğitim düşünülemez.