
Bu yaşlarda yabancı malı kullanılmaz
Feyyaz İRFAN
Seksenli yılların ortaları… Türkiye ve Polonya hükümetlerinin Eğitim İş Birliği Protokolünde karşılıklı uzman değişimi öngörülmüş; Erçetin(*) Bey’de, bu kapsamda Millî Eğitim Bakanlığının misafiri olarak Polonya’dan Ankara’ya gelen Prof. Dr. Josef Atanaz FİZEL’e refakat edecekti.
FİZEL, uzuna yakın orta boylu, hafif kır saçlı ve güleç yüzlü Erçetin’i pozitif bir insan olarak görmüş, kanı kaynamış ve kendisine refakat etmesine sevinmişti. Kendisi farmakoloji alanında uzman bir isimdi. Gerçekten iyi bir bilim adamıydı ve alanında çalışkanlığı ile haklı bir üne kavuşmuştu. Çok da güzel Türkçe biliyordu.
FİZEL’in Ankara programında, Ankara’nın tarihi ve turistik yerlerinin gezilmesi yanında, Ankara ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültelerinde görev yapan meslektaşları ile görüşmeler de vardı.
Programın ilk gününde FİZEL, Hacettepe Üniversitesinde öğrencilerin ve bazı öğretim üyelerinin de katıldığı bir gruba Polonya’da farmakoloji alanında yaptıkları çalışmalarla ilgili tepegözü de kullanarak bir sunum yapmıştı. Sunumunda; Polonya’da deney hayvanları üzerinde bilimsel araştırma, test, eğitim-öğretim gibi temel etkinliklerde kullandıkları yöntem ve materyallerle ilgili yaptıkları çalışmalardan da bahsetti. Sunum yaklaşık bir buçuk saat sürmüştü.
Daha sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde Prof. Dr. Can K.’nın ziyaretine gidildi. Odada üç kişi oturmuşlardı. Dostça bir atmosferde iki meslektaş karşılıklı olarak yaptıkları mesleki çalışmaları ve deneyimlerini paylaştılar. Erçetin’in alanı eğitim olduğu için iki meslektaşın paylaşımlarına yabancı kalmış ve sıkılmıştı. Hele hele ilaç adlarının yanında tıp dilinin de ağırlıklı Latince olunca konudan tamamen kopmuştu.
FİZEL, Erçetin’in sıkıldığını anlamıştı. Hem planlamış olduğu konuşmaları da yapmış, aradan bir buçuk saat geçmişti. Konuyla da bağlantısını kurarak sohbeti yerli malı kullanımına getirdi:
- Sayın Can Bey, Türkiye’de yerli ilaçların kullanımına yönelik vatandaşlarınızın tavrı nasıl?
- Sayın FİZEL elimde konuyla ilgili bir istatistik yok, bilemiyorum. Ama insanımızın bu konuya duyarlı olduğunu zannediyorum. Sizinle yerli malı kullanımı ile ilgili bir anımı paylaşmak isterim.
Erçetin konuya dikkat kesilmişti.
FİZEL;
- Memnuniyetle dinlerim…
Can,
- İki yıl önce Japonya’ya bir çalışma ziyareti gerçekleştirmiştim. Çalışma bittikten sonra, çocuklara Japonya hatırası olsun diye bir şeyler alayım düşüncesiyle alışverişe çıktım. Kızıma ve oğluma birer yağmurluk beğendim. Tezgâhtarla Japon tercüman yardımı ile anlaşmaya çalışıyordum. Tezgâhtar hiç alakası olmayan bir soru sordu:
- Çocuklarınızın yaşları kaç?
Ben pek anlam veremedim:
- Oğlum on bir, kızım on dört yaşında. Ama niçin sordunuz bu önemli mi, diye sordum.
Japon Tezgâhtarın verdiği cevabı hayatım boyunca unutmayacağım, unutacağımı da sanmıyorum;
- Biz Japonlar bu yaştaki çocuklarımıza yabancı malı kullandırtmayız.
Erçetin;
- İlginç bir cevap ve gerçekten önemli bir hassasiyet.
Can,
- Birden şaşırmış şok olmuştum. Onun algısında o yaştaki çocuklar yerli malı dışında eşya kullanmayacakları için bana o eşyaları satmakta tereddüt etti. Ben hem şaşırmış hem de bu hassasiyetine hayran kalmıştım. İçimden, “İşte şimdi anlıyorum Japonların millî hassasiyetleri ve yerli olma ve yerli düşünme biçimlerinin ülkelerinin gelişimine ve kalkınmasına yansımasını. Ürettikleri sanayi ürünlerinin dünya markası olmasını” diye geçirdim.
Peki, sizin ülkenizde yerli malını kullanma durumu nasıldır?
FİZEL,
- Bizim ülkemizde de yerli malına hassasiyet vardır. Ama bahsettiğiniz ölçüde olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bahsettiğiniz yaştaki çocuklar genelde alışverişi kendi beğenileri ile gerçekleştirirler.
Erçetin de söze karışır.
- Sayın FİZEL, Sayın Can Bey’de hatırlar, biz ilkokuldayken öğretmenlerimiz bize “Yerli malı haftası” diye evlerimizde pasta, börek, çörek yaptırır, biz de evde yapılanları okula getirir, herkesin getirdiğini karıştırarak hep birlikte yer ve eğlenirdik. Birde sloganı vardı bu haftanın. “Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı.”
FİZEL:
-Gerçekten güzel bir uygulama imiş ve ilgimi çekti, detaylarını anlatır mısınız?
Erçetin;
- Biz bu uygulamadan pek hoşlanmaz, özellikle aramızda o yıllarda Almanya’da çalışan işçilerin çocukları vardı. Onların kullandıkları Alman malı kalemlere, defterlere, kabanlara, ayakkabılara, saatlere ve tabi ki babalarının izinli geldiklerinde kullandıkları otomobillere vb. hayran hayran bakar imrenirdik.
Can,
- Evet, Erçetin Bey’in anlattığı uygulamalar aynen bizim dönemimizde de vardı. Açıkçası, yerli malı haftasının önemini belki de yaşımız gereği pek anlamazdık.
FİZEL,
-Anlattıklarınız ilginç. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi merak ediyorum, paylaşırsanız memnun olurum Erçetin Bey!
Erçetin,
-Tabi ki yerli malı yerli üretime dayanır. Yerli malı, sadece pasta börekle de olmuyor. Hayatın her alanında insanımıza gurur kaynağı olacak mal ve hizmet üretmeliyiz ki çocuklarımız başkalarının ürettiklerine özenmesinler. Bir öğretmenin bu konuda pasta, börekle yapmaya çalıştığı elbette küçümsenemez. Aslında öğretmen orada bir fırsat eğitimi yakalamış ve onu yapıyor. Pasta, börekle bir düşünce, bir duygu ve yaşam biçimini o yaşlarda eğitimde çocuklarımıza yaşatmak istiyor. Diğer taraftan, Alman malı kullanan arkadaşlarımızın kalemlerine, defterlerine özenmemiz de o yaşlarda normaldi.
FİZEL,
- Anlattıklarınız güzel bir teori.
Erçetin,
-Bizim öğretmenimiz, Nuri ŞEKER’in, Uşak şeker fabrikasının kuruluşuna nasıl ve hangi şartlarda önderlik ettiğini, Anadolu’nun değişik yerlerinde çiftçilere örnek olması için kurulan çiftlikleri de anlatmıştı bizlere. Tabi biz zor anlasak da… Ama şimdi anlattıklarını çok iyi anlıyor ve hatırlıyorum. Bir de Nuri DEMİRAĞ (Türkiye’de ilk uçak fabrikasını kuran) gibi yerli üretimi düşünen birçok idealist insanımızın girişimlerinin ve fabrika kurmalarının yabancılarla iş tutan yerli işbirlikçilerin engellemeleri sonucu nasıl yüzüstü bırakıldıklarını da anlatmıştı.
FİZEL,
- Nasıl yaşanmış o olaylar, bu ilk fabrikaların hikâyesi nasıl olmuş?
Erçetin;
- Mesela Sümerbank, İzmit Kâğıt ve Karton Fabrikası (SEKA) güzel bir örnektir yerli üretimde idealist bir insanın mücadelesi, azmi ve ısrarı… Değerli Televizyon programı yapımcısı Nazmi Kal’dan nakildir anlattıklarım… Mehmet Ali Kâğıtçı idealist bir adam, soyadını Atatürk vermiş kendisine. İstanbul Üniversitesinde kimya bölümünde asistan, yani öğretim üyesidir yirmili yılların sonlarında. Cumhuriyet ilan edilmiş, ülkede sanayileşme seferberliği başlamış. Kurucu lider gençleri ülkeyi kalkındırmaya çağırıyor… İşte o idealist genç adam “Ben ne yapabilirim?” diyor ve Anadolu’yu dolaşıyor. Hammaddeleri inceliyor ve Kâğıt Fabrikası kurulabileceği sonucuna varıyor. Ülkede kâğıt yok, ihtiyaç 24.000 ton/yıl… Grol diye bir merkezi Avrupa firması ithalat yoluyla karşılıyor Türkiye’nin kâğıt ihtiyacını. Bu genç adam İstanbul Üniversitesindeki görevini bırakıyor, önce Almanya’ya, daha sonra Fransa’ya gidiyor ve işçi olarak kâğıt fabrikalarında çalışıyor. Kâğıdın nasıl yapıldığını öğreniyor. Türkiye’ye gelip konferanslar veriyor. Konferanslarında elle kâğıt yapıyor. Bir kâğıt fabrikası nasıl kurulur anlatıyor. Kâğıt ithalatçısı firma kendisini davet ediyor. ”Siz bu ülkenin yegâne kâğıt mühendisisiniz. Fabrika kurup ne yapacaksınız. Nihayet sizi genel müdür yaparlar ve belli bir maaş alırsınız. Gelin size ithalattan hisse verelim, bizimle çalışın” diyorlar. Bu hisse o günün şartlarında boğazda katlar, yalılar getirecek bir meblağdır. Ama idealist Mehmet Ali Kâğıtçı tabii bu teklifi kabul etmiyor. Projeler hazırlıyor, hükümete sunuyor. Hükümete sunduğu proje kabul edilmişken ithalatçı firmanın devreye girip “Türkiye’de Kâğıt fabrikası kurulamayacağına” ilişkin raporu üzerine, Atatürk’ü de inandırarak proje rafa kaldırılıyor. Mehmet Ali Kâğıtçı yılmıyor ve nihayet 1932 yılında İş Bankası Genel Müdürü olan Celal Bayar’ın desteği ile projesini kabul ettiriyor. 14 Ağustos 1934 yılında temeli atılan SEKA Kâğıt Fabrikasının 18 Nisan 1936’da açılışı yapılıyor. Gecikmeli de olsa Sümerbank İzmit Kâğıt ve Karton Fabrikası (SEKA) ile Türkiye yerli kâğıdına kavuşuyor…
Can,
-İlginç bir öyküymüş gerçekten. Teşekkür ederim. Aslında bizim ilkokulda bu örnekleri çoğaltarak çocuklarımıza bu bilinci aşılamamız ve kalıcı öğrenmeyi gerçekleştirmemiz gerekiyor… Japon tezgâhtarın o sözünden sonra her yurtdışına çıkışımda etrafıma daha bir bilinçle bakıyorum. Amerika’da şunu gördüm. “Buy American” (Amerikan al) kampanyası yapıyorlar ve yıl boyu işliyorlar. Almanya'da ise; Otomotivde dünya markası olmuş bir Alman otomobil üreticisi firma, çalışanlarının rahatça okuyabileceği büyüklükte, fabrika duvarına şu yazıyı yazdırmış: “Japon arabası almayı düşünen gitsin kendine Japonya'da iş arasın.” İşte eksiğimiz burada. Bizde sadece bir haftaya sıkıştırılmış, sözüm ona geçiştirme kampanyalar, kuru söz ve demeçlerle fındık-fıstık, portakal, pasta, börek yeme törenleri yapıyoruz. Çok yetersiz bunlar. Biz okullarda bunu bir hafta ile sınırlı tutmamalıyız. Okulların yanında aynı zamanda yazılı ve görsel medya ve aileler de bu konu üzerinde hassasiyetle durmalılar. Diğer türlü öğrenmeyi içselleştirme ve kalıcı hale getirme durumu söz konusu olmuyor ne yazık ki…
Erçetin:
-Kesinlikle katılıyorum Size…
Dr. FİZEL,
- Anlattıklarınız gerçekten etkileyici. Buna ben millî duyarlılık derim işte. Ama beyler sizden özür dileyerek bir şey söylemek isterim.
İki ses aynı anda,
- Buyurun lütfen.
Dr. FİZEL,
-Değerli Can, Sizin anlattığınız Japonya örneği gerçekten muhteşem bir örnek. Ayrıca Almanya örneği de öyle… Sizin Cumhuriyetinizin ilk yıllarında yaşanan yerli malı hassasiyeti ve çocukluğunuzda okulunuzda yaşanan yerli malı ile ilgili hassasiyetler dikkat çekici ve takdir edilecek olaylar. Siz küçümsemeyin okullarınızdaki o bir haftayı. Japonlar, anlattığınız örnekte olduğu gibi davranarak yerli malına hassasiyeti kalıcı olarak öğrenmişler. Ama sizin de bu dönemde çocuklarınıza yerli malına ilgiyi kalıcı öğretebilmeniz için anlattığınız hassasiyetleri yaşayarak çocuklarınıza örnek olmanız önemli. Ben buraya farmakoloji alanıyla ilgili geldim, Erçetin Bey’in de Latince kelimelerden sıkıldığını fark ettim konu buralara geldi. Peki, ilaçlarla ilgili kelimeler niçin Latince, çünkü bu alandaki üretim yabancı. Hem caddelerinize bakıyorum araba markaları da sanki yabancı gibi. Peki, bu durumda çocuklarınıza nasıl yerli malı bilinci aşılayacaksınız ve satıcılarınızda Japon Tezgâhtarda olduğu gibi yerli malına hassasiyeti kalıcı bir öğrenme ve yaşama biçimine dönüştürebileceksiniz?
Erçetin ve Prof. Can göz göze geldiler ve hiçbir şey söyleyememenin burukluğunu yaşadılar bir anda. Kim bilir belki içlerinden “Sanki onların ülkesinde durum farklı da! Gelmiş burada bize akıl veriyor.” diye de geçiriyorlardı.
Erçetin’in morali bozulmuş, durumu belli etmeden,