Ensar ŞAHİN

Kendini Ara-mak

Ensar ŞAHİN

Kendini aramak, İhsan Fazlıoğlu’nun bir kitabıdır. Bu kitap 2003-2010 tarihleri arasında Anlayış dergisinde yayımlanan, konusu “insan ve tarih” olan felsefe ve bilim yazılarından oluşur. 42 makaleden meydana gelen kitap;

“Nasıl ki bir gülün var olabilmesi için bütün bir Evren’in var olması elzem ise bir insanın var olabilmesi için de Evren’in yanında bütün bir hayatın var olması gerekir.” cümlesi ile başlar. “Bilgi, kendine kayıtsız kalan kişileri ve toplumları affetmez!” yargısıyla biter.

Dili ağır olan yazar İhsan Fazlıoğlu, insan, tabiat, hayat, bilgi ve inancı kendilik arayışı içinde sorgular. Soru da yanıtta “insan”dır.

Şahsı Manevî, eskilerin kullandığı önemli bir kavramdır. Peygamber, bir kişi olarak aramızda yok  ama peygamberlik kavramının şahsı manevisi aramızdadır. Bayrak maddi açıdan bir bez parçasıdır ama şahsı manevisi anlam-değer dünyamızda kendini gösterir. Bazı kişilerin maneviyatından yani anlam-değer dünyasından, anlamlılığından bahsedilir. Bir kültürün şahsı manevisi bulunan kavramlarına uygun davranmayan kişilere “vicdansız” denir.

Vicdansızlaşan kültürün bireyleri de birbirlerini yemeye, soymaya, öldürmeye, yok etmeye kalkışırlar.  Bu durumu 20. yüzyılın şarkiyatçıları/oryantalistleri tespit etmiştir.

Massignon, İslam dünyası için “ Onların her şeyini mahvettik; felsefelerini, dinlerini… Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. İçlerinde sonsuz bir boşluk oluştu. Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler.” demiştir.

İnsanoğlu, kendini insan yapan niteliği yani sırrı hep dışarıda aramıştır. Kendini arayan insan zaman içinde kendini unuttu. Bu nedenle “İnsan nisyan ile maluldür.” denilmiştir. İnsan ile nisyan/unutmak arasında köken yakınlığı kurulmuştur. 
Kendi’nin Bilgisi isimli kitabında Aristoteles, dışarının bilgisini içeriye yerleştirir. İslam dini geldikten sonra Sûfi düşünce okulları, insanın insanı tanımasından bahseder. “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu”:  “Kendini tanıyan Rabbini tanır.” 

Dışarıdan içeriye, acziyetten kuvvete, korkudan ümide adım atma, hamd/şükür ile başlar. Bu nedenle hamd/şükür köprüdür; kişiyi dışarıdan içeriye taşır. Oruç ibadeti ile içselleşir.  

Oruç, kişiyi içerisinde gömülü sırra yönelmek için dışarıdan içeriye taşıyan en önemli ibadettir. Oruç, insana dışarıya karşı bir iç-duruş verir. Dış korkuyu iç ümide dönüştürür.

Geleneğimizde üç Kur’ânî kavram vardır ki ibadetin kabul edilmesinin sırlarından biri de budur: Tefekkür, taakkul, teemmül.

İnsanın içerisinde gömülü sırra gelince, ister Varlık olsun, ister Tanrı, ne olursa olsun, bu sır Hüve’ye doğrudur. Yani insanın içindeki Allah inancıdır. Kul hüve Allahu ehad. Allahûs-Samed. De ki: Allah bir tektir. Hiçbir şeye/kimseye muhtaç değildir.

 İlim Aklın İbadetidir

Ömrünü, İslam ilim tarihi çalışmalarına vakfetmiş değerli bilgin Fuat SEZGİN ile hocası Hellmut Ritter ile arasında şöyle bir konuşma geçer. Bu konuşma belki de başarısının sırrını veya ilminin ihtişamının sırrını veriyordu.

Hocası Ritter:
-Fuat, günde kaç saat çalışıyorsun?

Vereceği rakamın tesirinden emin olan Sezgin, tereddütsüz şöyle der:
-On yedi saat, hocam!

Yüzünü ekşiten Ritter,
-Günde on yedi saat çalışarak âlim olmazsın Fuat!

Buna şaşıran Sezgin,
-Peki hocam, Âlim olmam için günde kaç saat çalışmam gerekir? diye sorar.

Ritter’in yanıtı ilginç, bir o kadar da çarpıcıdır:
-Benim hocam günde yirmi altı saat çalışırdı. Ben yirmi beş saat çalışıyorum. Senin de âlim olmak için günde en az yirmi dört saat çalışman gerekir.

Fuat Sezgin konuşmasına şöyle devam etti: 
-Yakın zamana kadar hocamın bu tavsiyesine uyarak günde yirmi dört saat çalıştım. 

Bu sözün tecessüm etmiş hali aramızdadır: Yayımladığı beş bin cildi aşkın eser, kurduğu enstitü ve açtığı müze; kısaca bizzat Fuat Sezgin’in kendisi…

Bir insan yirmi dört, yirmi beş saat nasıl çalışır? 

Zamanını israf etmeyerek... Hiç boş durmadan çalışmak, araştırmak, üretmek… Bu niyetteki insanın zamanını Allah bereketlendirir, işini kolaylaştırır; o kişiye zaman içinde zaman yaratır. 

Ahmet Süheyl Ünver tezhip, minyatür gibi Türk sanatlarının büyük ustası, tabip, ve tıp uzmanıdır. Öğrencileri Süheyl’e: 

Hocam, yaşınız yetmiş üç; Azrail kapınıza dayandı; nedir bu telaşınız, çalışıp duruyorsunuz?

Süheyl öğrencilerine şu ilginç yanıtı verir:

-Azrail yalnızca kapımıza dayanmadı; birkaç kez gelip gitti.

Öğrencileri bu yanıtın arkasındaki hikmeti çekip alabilmek için tekrar sorarlar:

-Peki hocam, Azrail geldiğinde ne oluyordu ki sizi bırakıp gitmek zorunda kalıyordu?

Süheyl yine ilmin ihtişamını gösteren, öğrencilerine ders sadedinde şu cevabı önlerine koyar:

-Azrail her geldiğinde şöyle deyip gidiyordu: Süheyl! Seni çalışmıyorken bir yakalayayım, derhal canını alacağım.

Aklını tatile gönderen bir millet sürekliliğini muhafaza edemez. Akılda tatil olmaz; ibadet tatil kaldırma;, ilim tatile çıkmaz. Ya çıkarsa?  Bu sorunun yanıtı için uzun söze ne hâcet, mevcut durumumuza bakmamız yeterlidir.

Evrende en değerli şey, insan’dır. İnsanda en değerli şey akıldır; aklın değeri bilmesindedir; bilmenin değeri ise adaletle eylemesindedir. 

Tarihte, düşmanlara ve Moğol istilacılarına karşı savaş eğitimi vererek siyâdeti hedefleyen âlimlerimiz biliyorlardı ki siyâdeti (efendisi, önderi, lideri) olmayan bir medeniyetin saadeti de olmaz, olamaz.

Ne Övgü, Ne Sövgü, Sadece Bilgi

İster övgü, ister sövgü olsun, her iki durumda da eleştirilecek konu cehaletten kaynaklanır. Övgü ve sövgü, yazı-tura gibi aynı cehaletin iki farklı görünüşüdür. 
Bir milletin tarihine ilişkin tasavvuru bilgiye değil de yalnızca övgü ya da sövgü içerkli duyguya dayanırsa, o millet tarihteki yönünü bulamaz.

Tarih, ancak geleceğe ilişkin projesi olan milletler için anlamlıdır. Sadece övenler için tatmin edici bir nostalji iken sadece sövenler için ise kurtulunması gereken bir yüktür.

Siyaset, bir hakikatin siyaseti ise medeniyet yaratır. Siyasî amacı hakikat hâline gelirse büyük bir yıkımdan başka bir şey çıkmaz. Moğollar, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail gibi. 

Kendiyle barışık olmayan, başkalarıyla savaşır.

S-öz, öz-dür. Öz’ü olmayanın söz’ü olmaz. Sözü olmayanın hakikatı, hakikati olmayanın siyaseti olmaz. Çünkü siyaset, bir milletin varlık duyuşudur.

Küresizlik Sorunu

“Bir lokma, bir hırka” deyişine karşı çıkan Marksist felsefeye tâbi olanlar, bu deyişin fakirliğin, tembelliğin, geri kalmışlığın nedeni olarak görürler ve “Bin lokma, bin hırka!” derler. Müslüman olmayı da, marjinal olma, eşyadan uzak durma gibi takdim ederler.

Yazar İhsan Fazlıoğlu, “Bir lokma, bir hırka” deyişi sanıldığının aksine, fakirler için değil zenginler için üretilmiş bir deyiştir, der. Bu söz zenginlere söylenirken ne demek istenmiştir?  Fazla hırkalarını sat, fazla lokmalarını dağıt mı? 

Dinimizde çalışıp para kazanmak, lokmasını helalinden kazanmak, üretmek daha faziletli görülüp tavsiye edilmiştir. Zenginler de Kurân-ı Kerim’deki zekat, sadaka, infak, îsar gibi yardımlaşma ölçülerine riayet ederek malını dağıtmalı; israf etmemelidir.

Türkiye’de okumuşlar nezdindeki Tanrı inancı, mitolojik ve psikolojik seviyede kaldığı, teolojik bir mahiyet kazanmadığı sürece, düşünceden kaynaklanan bir haysiyet var olmayacak; Din de ahlâkın değil, ahlâksızlığın kaynağı olmaya devam edecektir.

İnsan, kendini aramalıdır. Dışarda değil içindeki öz’de aramalıdır. İnsan olmanın sırrını özde arayanlar Rabbini bulur. Rabbini tanıyanlar mutlu yaşarlar.

“…İyi bilin ki gönüller, ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28)

Yorumlar 1
Yasin KARAKAYA 08 Kasım 2024 20:54

Teşekkür ediyoruz. Çok güzel özetlenmiş bir yazı.

Yazarın Diğer Yazıları