Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

Toplumun hüznüne ve eğlencesine pranga vurulan yıllar

Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

4. Bölüm

Siyasi ve idari kimliği dışında, sıkıntı ve yokluk yıllarının yetiştirdiği, bir dönemin siyasi çalkantıları içinde, İman ve islam davasının bir neferi olarak aksiyon ve fikir adamı, bir devrin tanığı Bekir Yıldız’ın hatıralarını Nehir Söyleşileri olarak paylaşıyoruz…

1950 ile 60 arası benim çocukluk dönemim. 1960’tan sonra çocukluğumun ikinci dönemi. Halk Partisi seçimle yönetimden uzaklaşıyor ve Demokrat Parti geliyor. Demokrat Parti gelince ahalide büyük bir rahatlama büyük bir ümit. Var olma duygusu gelişiyor. Diyelim ki ezan on yedi yıl asli harflerinden çıkartılıp başka bir biçimde okutulmaya çalışılıyor. 1933 ile 1950 arasında. On yedi yıl ‘tanrı uludur’ diye bir şey tutturulmuş. Türkçe Kur’an çalışmaları yapılmış. Fakat insanlar katiyen benimsememiş. Çok yoğun baskılara rağmen, cezalara rağmen, müeyyidelere rağmen suskun kalmış. Korkak çekingen kalmış. İşte bu Demokrat Parti’nin zannediyorum iktidarı devralmasıyla beraber halk sanki bir miktar daha rahata zihnen rahata ulaştığını düşünmüş. 

Demokrat Parti iktidarının ilk yaptığı işlerden biri de ezanın asli şekline döndürülerek, Arapça haliyle minarelerden okunmasını sağlamak büyük bir memnuniyet meydana getirmiştir. On yedi yılda Türk musikisi dinlenmesi de yasaklanmıştır. Halk arasında terennüm edilen, çok geçerli türküler bile yasaklanmış, TRT'de on yedi yıl türkü diye bir şey duyulmamış. 

Türk müziği konmayınca Batı müziğinden parçalar konuyor. İnsanlar da anlamadığı bu müzik türünü dinlemiyor ve ona lakap takıyor. Demokrat Parti iktidarıyla beraber Türk müziği de duyulur dinlenir hale geldi. Kendi türküsünü dinlemek için insanlar heyecanlanıyor, kuyruğa geçiyor. Çok da fazla imkânı yok halkın. Bu iki rahatlama topluma büyük bir keyif verdi. Bir toplumun temelini sarsacaksan harf-lisan değişikliği yap. 1928’de harf inkılabı diye o çok köklü ve dünyada eşine benzerine rastlanmayan bir değişim, dönüşüm var. Ama en az onun kadar da Türk musikisinin yasaklanması da bir devrimdir. Çünkü birçok insanın gönlüne pranga vuruyorsun. Düşüncelerine, zihnine yani gülümsemesine, neşelenmesine, hüznüne, ağıtına. O zaman ne oluyor? Nasıl bir düğün yapılacak? Yani cenazede nasıl bir tavır alınacak? Belirsizleşiyor. Doğumda nasıl bir tavır alınacak belirsizleşiyor. Hüzün ve toplumun eğlencesine pranga vuruluyor 

Demokrat Parti'nin de NATO'ya girişi, Amerikan yardımlarını kabul edişi, yerli üretimlerin dondurulması gibi temel hataları var ama halkın geneli böyle hafif bir hoşuna gitme, rahatlama hissinde. 60 ihtilalinden sonra tekrar bir korkuya dönüşüyor. İşte benim çocukluk dönemimin sonu diyelim ki dokuz- on yaşlarından sonra biraz daha etrafı iyice görmeye başladım.  

Komşular benden radyoyu sadece türkü dinlemek için istemiyor. Yassıada Mahkemesi'nin kararlarını dinlemek için de istiyorlar, Demokrat Parti teşkilatının, başta başbakanın idamı isteniyor. Adet çoğaltılıyor psikolojik olarak da çoğaltılıyor. Sonuçta üç kişi idam edildi. Kayseri Kapalı Cezaevi’nde müebbetler Celal Bayar,  senatörler cezasını çekti. Af çıktı. Dışarı çıktılar. Yani 60 ihtilali tekrardan ilk yasaklı döneme geçiş gibi algılandı halk tarafından. Eyvah tekrar ‘Sağır İsmet devri’ başlayacakmış korkusu. Tekrar zulüm ve baskı altına mı gireceğiz kaygısı, korkusu herkesi titretti.

Avuç İçi Kadar Şehir
Çocukluk ve ilk etrafı tanımaya başladığımda Kayseri’nin coğrafyasını iyi biliyorum o yaşta.  Kayseri dediğimiz zaman Düvenönü, Gülük Mahallesi,  Bozatlı Paşa Mahallesi, yan tarafta Kara İmam Mahallesi öbür taraftan Çifteönü’ne doğru giden bir birkaç mahalle. Karşı tarafta Çakalız, Bahçebaşı, Setenönü gibi mahalleler. Kiçikapı, Hunat Mahallesi, Hunat Mahallesi'nden dönersiniz Sahabiye Mahallesi, Muammer Bey, yani eski Ahmet Paşa Okulu'nun veya bugünkü Serçeönü Mahallesi’nin bir kısmı.  Ordu evinin civarı, oradan döndün Hacı Saki Mahallesi gibi böyle avuç içi kadar bir şehir. 

Bugünkünden daha fazla bisiklet var şehirde

Buralarda akrabalarımız olduğu için biz yürüyerek gideriz. Gece sokak lambaları da çocuklar tarafından rahat bırakılmazdı. Atmış vatlık bu ülfezik derler yani çok mecalsiz yanan lamba, onu da çocuklar nişan alma tahtası yaparlar. Kuş lastiğiyle kırarlar.

Direklerin yarısının, lambası yanar. Gece karanlıklarda aile olarak, akraba ziyaretleri olur. Diyelim ki Çandır'da, Çakalız ‘da, Çifteönü’nde olan akrabalarımıza gidip geliriz. O günlerde akraba arası ilişkiler fena değil. Yani şu veya bu mutlaka her akraba birlikte hareket eder. Yani birbirini görür, halleşir, hatırlar, hatırını sorar. Yani birbirinden uzak değil. Mahalle, coğrafya olarak da hepsi yürüme mesafesinde. Yani bir binite ihtiyacı olmadığı için o günkü en önemli binit bisiklet. Bugünkünden daha fazla bisiklet var şehirde. Bugün çocuklar itibar ediyor. Çocuklarını sevindirmek için kullanılıyor.  O günlerde mesela Sümer Bez Fabrikası’nda   bin, iki  bin işçi varsa, bin, iki bin bisiklet vardı. 

Kayseri'nin temelinde devlet yapısı olarak Ana Tamir Fabrikası, Devlet Demir Yolları, Hava ikmal Merkezi, Sümer Bez Fabrikası, Askeri Dikimevi, bunlara ilave bir de Şeker Fabrikası… Kayseri'nin bütün, teknik altyapısı bunlar. Şeker Fabrikası şehrin çok dışında addedilen bir yer o gün itibariyle. İstasyon da şehir dışı gibi kabul edilir. Biraz şehrin kenarında. 

Eski Sanayi’nin yapıldığını biliyorum 1960’lı  yıllarda. Buralar toz, toprak, arazi.  Hasılı şehir coğrafyası bu çanak içerisine yerleşmiş. Ve nüfus ta çok büyük bir nüfus değil. Otuz- kırk bin nüfus var. Aşağı yukarı nüfusun hepsinin birbirini tanıma imkânı var. Kapalı Çarşı esnafı kadim esnaf, Kazancılar esnafı kadim esnaf. Kazancılar esnafı bugünkü gibi sarrafiye falan değil. Kazan, adı üstünde bakırcılar, kalaycılar, demirciler çarşısı. Eski Sanayi yapılınca esnaf gurupları orada toplandı.  

“KAYSERİ DE ERMENİLER”
Ermenilerin tehcirden sonra bırakıp gittiği mahalleler var. Oralar biraz bakımsız kaldı ama Cafer Bey mahallesi’nde de Ermeniler oturur. Komşuluk ilişkileri var. Cafer Bey Mahallesi'nde Ermeni Kilisesi de var. Onlar ayrı bir mezhep. Kayseri'deki Ermeni Kilisesi farklı. Yani müstakil bir ekümenik kilise. Katolik değil, Ortodoks değil, Protestan değil, kendine özgü bir mezhep. Her yıl burada toplanırlar. Ama Cafer Bey Mahallesi'nde Ermeni komşular var. Bizim orada akrabalarımız da var. Onlarla ilişki çok enteresan. Yani herkes birbirine büyük saygı gösterir. Yemekler karşılıklı gider gelir. Hatta ben hatırlıyorum bizim mahallede Ermeni yoktu ama Ramazan’da yemek yapıp gönderirlerdi iftarlık olarak. Hürmeten kendileri oruç tutmazlar ama komşularına iftarlık yemek gönderirlerdi. Müslüman halk da onlara saygı duyardı. Sucuk, pastırma, taş duvar işçiliği, zanaatkârlık onlar arasında yaygındı. Şehrin yakın civarında köyler var.  Talas, Erkilet, Anbar, Molu yakın köyler. Oralara otobüs kalkar. Günde birkaç otobüs gider gelir. Bilhassa işçi saatlerinde işçi toplayıp götürmeye getirmeye. 

Yapılar pek sıhhati ve düzgün yapılar değil, toplama taş ve çamurla yapılmış. Fakir yapı, evlerin yüzde seksen, yüzde doksanı böyle. Yonu ve ince işle yapılmış ev sayısı oldukça az. Eski konaklardan birkaç kalan var. Onlar da virane olmuş. Gece oyunlarımızı o viranelerde oynardık. Her mahallede üç beş tane virane vardı. Terk edilmiş taşları yıkılmış evler, boşaltılmış falan bir yer.

Mahalle Çeşmeleri
Bir denizin üstünde oturmamıza rağmen susuzluk çekilirdi.  Mahalle çeşmelerinden su getirilir, su oradan temin edilir.  Evlerde su yoktu. O çeşmeler de her zaman akmaz. Bazen boruları temizlemek için talaş basarlar. Suyun deposuna. Hasılı akan çeşmelere elimizde kovalar veya güğümlerle su almaya giderdik. Eski Bahçe çeşmesi, akıyor mu, akmıyor. Çifteönü çeşmesine geçeriz. Ora akmıyorsa Çakalız çeşmesine geçeriz. Kadınlar çamaşırları çeşme başında yıkamak zorunda kalırlardı. 

‘Allah muhanete muhtaç etmesin!’
1960’lı yıllarda okunacak kitap da yok işin doğrusu. Halk’ta para da yok. Genel olarak bir fakirlik ve yokluk çekiliyor. Bir başkasına hamdolsun Cenabı Allah muhtaç etmedi. Sürekli çalışırdım. Bizim mahalle bana hep övgüyle, teşvikle, takdirle bakarlardı. Hem çalışıyor, hem okuyor diye. Hem çalışıp okuyan, insanların hoşuna giderdi. Bu vesileyle o günkü dönemde çalışmak çok aziz ve esas bir şeydi.

Çalışmadan bir şeyi temin etmenin mümkün olmadığı kimsenin aklından geçmez. Ter dökülecek, gayret edilecek. Allah ne nasip ettiyse helalından bir rızık temin edilecek. Halkın çoğu böyle tabi olarak düşünürdü. Telkinler, gayret et, çalış,  çalışkan ol…  Bir de Allah muhannete muhtaç etmesin gibi, şifai kültür böyleydi.
Bağcılık ileri safhada olduğu için Kayseri'de çok büyük yük kaldırır. Üzüm, üzüm ürünleri, pekmez ve diğer ürünleri kayısı, kayısı kurusu, ceviz, cevizin ürünleri, erik, erik ürünleri, elma falan gibi…  Bağcılar her mahallede olduğu için sadece kendi sebeplenmez bütün komşularını sebeplendirirdi

Ramazanlarda vaizler olur. Demirci Hoca Allah rahmet etsin. Şu hoca, bu hoca Ramazanlarda bilhassa kadınlar teravih namazlarına çok takılırlar. Bir de sahurda da sabah namazına kadar çok kalabalık olur. Kış günleri cami dolar içeri buharlaşır. Orada vaizden ne dinlediyse kulağında ne kaldıysa, ilmihal bilgisi olarak büyükler bize ancak onları aktarabilir. Büyük bir bilgi gibi ‘sakın ha buna dokunursan berhava olursun’ gibisinden… 

Çocukken herkes kendi ekmeğinin hamurunu yoğurur mahalle fırınında pişirtir, getirir. Onu bir hafta on gün, ne kadar yerse tekrar hamur yoğurulur. Uzun sürer sert kışlar. Giysiler falan da, sıhhatli değil. Ayakta ayakkabı yok sırtta palto yok. 

“ÜRPERTEN SALACA “
O yıllarda cenazeler evlerin avlularında veya sokakta yıkanırdı. Çocuklar bu tarzdan oldukça ürperirlerdi.

Yoğurulan hamuru Gülük fırınına götürüp orada pişmesini beklerdim. Fırıncı gazi emmi : ‘Fırının içinde beklemeyin dışarı çıkın ekmeğiniz pişince gelin alın’ derdi 
Dışarısı soğuk… Gülük camisine sabah namazına gideyim, sobayı yakayım bu arada ekmek pişer,  alıp götüreyim, diye düşündüm. 

Fakat caminin giriş kapısının sağında ve solunda cenaze levazımatları var. Salaca, teneşir, kazan, tabut gibi. Karanlık ürperiyorum…

Gündüz müezzin amcanın yanına gittim: ‘Hocam şu salacayı, kazanı camiinin içindeki şu yere taşıyayım. Sabah karanlıkta camiye girerken korkuyorum…’

‘Höt lan ölümden korkulur mu hepimiz öleceğiz…’

 Bende vites attı 
‘Sana da camine de salacana da…’
Ondan sonra daha da Gülük Camii’ne gitmedim. 

Bunu, bu günkü imam arkadaşların eğitime dikkat etmesi için anlatıyorum. 
Allah hepsinden razı olsun. Mevla’m hepimizi af etsin. Kusuru söylemek, bir şeyi faş etmek için anlatmaktan Allaha sığınırım… Ama o günkü vaziyet buydu.

Mahallenin Mektupçusu
Öğrenciyim. İnsanların takdir ettiği bir durum. Mahallenin mektupçusuyum. Hem okuyup hem yazmaya başladım Mektupları. Önceden okuyordum. Sonra mektup yazmak için takımın olacak. Bir defa o mürekkepli kalem olacak, kâğıdın olacak, zarfın olacak. Eve geldiğimde müşteri eksik olmazdı. Yani gündüz eve haber bırakırlar.
‘Bekir ne olur akşam bize gelsin mektup geldi...’

Asker mektubu daha ziyade. Başka mektup olmazdı.  O günün atmosferini anlatmak için belki birinden bahsedeyim. Eve gideriz. Ev halkı toplanmış yemeğini yemiş... Ev halkı bir arada. Mektup okunacak.. Mektup okuyacak kimse yok. Yazacak kimse de yok. Ahmet Duran'dan veya askere gitmiş. Harun'dan gelen mektup okunacak…  

‘Sevgili anacığım’ 

Anadan başladı. Babadan başlamazlar. 

‘Nasılsın, iyi misin? İyi ve sıhhatli olmanı sizleri ve bizleri yaratan Cenabı Mevla'dan dilerim. Eğer sen de ben kıymetsiz oğlun Ahmet'ten soracak olursan…’

Böyle bir standart giriş. Sonra da böyle devam eder :
‘Kıymetli babacığım. Nasılsın? İyi misin? İyi ve sıhhatli olmanı… Yüce Mevla'dan dillerim.  Eğer sen de ben kıymetsiz oğlun Ahmet’ten soracak olursan…’

Şudur, budur. Sonra evin bütün nüfusu aynı şekilde zikredilir. Biraz da eve yakın emmi, amca, dayı falan komşu, onlar da zikredilir. Arkalı önlü iki sayfa… Ama bu kadarı bile büyük bir merakla, büyük bir iştiyakla dinlenir. Büyük bir iştiyakla okunur. Fakat en önemli şey şu: Mektubun sağ başında küçük bir kare içinde çarpı işareti... Mektubun en kıymetli tarafı bu… Bir kare kutu içinde böyle bir çarpı olursa bu:
‘On liraya ihtiyacım var. Bana on lira gönderin’ demek. Kare kutu çarpı iki tane olursa, iki kare kutu:
‘Yirmi liraya ihtiyacım var. Paranız varsa bana harçlık gönderin…’
Para mektubun içine konur gönderilirdi… Yani zarfın içine mektubun arasına konur.. Okunan yazının hiçbir tarafında paraya ihtiyacım var, parayı gönderin lafı yok… Mektubun içine şifreli yazılmış. Onu çözeceksin. Onu sen bileceksin… Ondan sonra: 
‘Ahmet abi on lira istiyor ‘ diye şifaen söyleriz. 
Sonra da cevabi mektubu yazarım tek tek. Anneyi konuştururuz. Aynı, kelimeler, aynı cümleler babayı, hane halkının tamamını, horanta dediğimiz hepsinden cevap veririz, hiç kimseye sormadan. Onlar sadece : ‘Yaz’ der… 
‘Yaz, Yaz!’ , ‘Yazdın mı?’  Yazdım. 
‘Oku!’ 

Böyle bir muhabbet... Kâğıdı benden. Yarın postaya vermesi de benden. Ooo. Yarın postaya vereceksin bir de. Ağzını kapatacaksın tertemiz.. Asker, asker sigarası kor gönderir mektubun içine… İçine bir tane asker sigarası aman o ne kadar kıymetli şeydir. 

Tütün sarılırdı o zaman. Birinci, ikinci, üçüncü sigaraları var. Asker, askerde verilen bir cigara demektir. Paket Asker sigarası. 

Hüzünlü Asker Mektubu
Şimdi Ahmet Duran askere yeni gitti at arabacısı. Atını ahıra bağladı. Askere Gitti. Mektubu gelmiş… 

‘Hacca ablan seni bekliyor mektup okunacak.’ 

Akşam gittik. Oturduk. Mektubu getirdiler koydular. Ahmet Duran aynı şekilde anası, babası, kardeşleri, amca, dayı, halaoğlu, emmioğlu, teyze oğlu selam hepsine… Hasretlik diye bir şey var. O gurbet hissi tütüyor mektuplarda zaten. 
Ondan sonra mektubu okudum. Amcaya, halaoğlu teyze oğlu bitti. 
‘Atıma selam eder, gözlerinden öperim. Kamçıya selam ederim.’ 
Ahmet Duran yeni evliydi, gelinin kucağında çocuk var, kapıda dikili duruyor. Gelin alındı. Üzüldüm. Gelinle göz göze geldik ki gelin hüngür hüngür gidecek. Yani halaoğlu, emmioğlu, hala, teyze herkes sayıldı.
Kucağında çocuklu gelin: ‘Bana bir selam yok mu?’ Hali böyle söylüyor… Mektup daha bitmedi. Kendimden ekledim ‘Feride’ye de selam eder. Gözlerinden öperim…’ Gelin ferahladı,  kaynana fitil oldu, aman nasıl öfkelendi:
‘Vay... Sen nasıl mektupta geline selam söylersin.’
 Kalktı fırladı ayağa. Gelinin üstüne doğru. Yürüdü…

Böyle haller de yaşanıyor o günlerde gelin ve kaynana arasında.  Gelin algısı, kaynana algısı çok farklıydı.. Sonra kafama çok takıldı bu nereden kaynaklanır da gelir? Gelini köle görmek… Damadın çocuğunu babasının yanında kucağına alıp sevememesi… Dinde öyle bir şey yok… Türk âdeti, Türk örfü mü? Adette de böyle bir şey yok. Sonra ben bunu şöyle ancak yorumlayabildim:  İki seferberlik yaşanmış. Birinci harp ve ikinci harp te. Birinci harp de, eli silah tutanları cepheye götürmüşler. Burada kalanlar hasta, kadın, çocuk, sakat, kız evladı var. Erkekler cephede. Eşkıya türemiş. Sürekli eşkıya geliyor, mal götürüyor, altınını götürüyor, takısını götürüyor. Namusuna, ırzına göz dikiyor. Kadınlar çok korkmuşlar. Aman bir erkek oğlumuz olsun istemişler. Bizi güç olarak korur manasına gelen düşünce şimdi böyle şeylerden bahsetmek söz konusu değil ama o gün öyle bir dönem yaşandı.
Sosyolojide böyle uzun sürelerde iki kutup arasında tezat yaşanıyor. İfrat tefrit diye sosyolojik ifrat tefrit denebilir.

“GARİPLERİN BAYRAMI” 
Bir şeyi söyleyeyim çocukluktan mahallede kulağımda kaldı. Eklenerek geldi ama şu bu bayramlar yaklaşırken gündeme gelirdi. Yani Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı yaklaşırken bilhassa da Ramazan Bayramı daha duygulu olurdu . Otuz gün bayram mevzusu edilir. Bayram da sevindirilecekler… Kimler sevindirilecek? Sevindirilmesi derken, gönlü alınması psikolojik olarak rahatlatılması, hediye ikram… Orada şöyle bir sıralama söylendi. Bir mahalledeki yetim ve öksüz kız çocukları birinci sıra…   İkinci sıra… Mahalledeki yetim ve öksüz erkek çocukları.  Üçüncü sıra. Bunu ben sonradan toparladım. Ama mahallenin telkini uygulaması buydu. Üç Bak yetimliği ön plana koyuyor…   Önce öksüz ve yetim… Sonra yetim… Yetimlik önde. Bu bittikten sonra mahalledeki dul erkek veya kadınlar.. Önce… Kadınlar… Sonra erkekler… Kimsesizler, garip gureba dediğimiz kimsesi kalmamış kimsesizler bayramda aranacak, bulunacak. Herkes imkânına göre bunları sevindirecek. 

Akraba taallukatında bunlardan varsa öncelikli. Ama mahallede akraba taallukat ve komşuluk iç içe olduğu için ikisi beraber harmanlanıyor. Kadim kültürümüzden gelen uygulama, zengin de olsa, fakir de olsa sofrasında bir fakirin olmasını talep eder. İsterdi… Canı gönülden istiyor. Bir fukara bulunsun. Kendi de fakir. Yani ortaya koyduğu bir bulamaçtan başka bir çorbası yok… Bulamaç diye çok yaygın bir çorba. Unu katar suyla... Üçüncü çeşit yok. Soframda bir tane fukara bulunsun ister. Gider alır gelir, davet eder, bulur. Bulmaya gayret eder.  Zenginde zenginliğinin belirtisini göremezsin. Davranış itibariyle daha olgun, daha mütevazı, daha ara bulucu… İnsanlar arasında huzursuzluk giderebilen, insanların problemlerini danışacak, mahallede yaşlı bir kadın, bir erkek her zaman bulunur. Varlıklı insan bunları da üstlenir. Çocukların hepsi aynı okula gidiyor aynı sırada oturuyor.   

İlkokul birinci sınıftan üniversiteyi bitirene kadar hep sınıf başkanı oldum. Hiçbirinde de ben başkan olacağım demedim, sınıf başkanı olmuşum. Nasıl olmuşsa olmuşum. 

Zengin fakir çizgisi yok
Sınıfta süt tozu içen çocuklar, zengin çocuğu, fakir çocuğu yan yana oturuyor.  İkisi de aynı önlük giyiyor. İkisi de aynı yaka takıyor. Arkadaşça aynı oyunu oynuyor. Kızlar, ip atlar, çizgi oyun oynar, erkekler ise farklı oyun oynar mahallede. Daha erkek tabiatlı oyunlar oynar. 

Şehirde zengin ve fakir çizgisi yok, tahin pekmez karışımı gibi bir şey. Bayramlarda bayram ziyaretlerinde çocuklar toplanır,  hiç istisnasız bütün kapılar çalınarak bir numaradan başlanır,  bütün mahalle dolaşılır… O evden çıkıp öbür eve. Öyle kafamızda bu zengin bu fakir hesabı yok… Bakıyorsun birinde savan veya kaba dokuma kilim. Öbüründe çok nefis Bünyan halıları veya el dokuma yün halılar oluyor. Çocukluğumuzda bunlara dikkat etmezdik… İkramını yapar adam imkânına göre, Bayramda ne ikram edecekse. Garip bir şey vardı. Sigara Pabuçlu sigara. Şeker, lokum. Vesairenin yanında en olmadık bir ikram. Yani o günlerde sigara içmek sanki bir maharet ve bir büyüklük  gibi telkin edilirdi.

                               

         İlkokul mezuniyet arşivi 7/12/1963


“ERİKÇİ BEKİR”
İlkokulu bitirdim… İlkokuldan sonra okuma falan hiç aklımda yoktu. Okul diye bir şey yoktu kafamda… Kalenin postane tarafındaki girişinde iki el arabalık yerim vardı. Erik satardım. Mevsiminde çok uzun süre erik satardım… Başka şeyler de satardım. O günlerde lakabım “Erikçi, Bekir”… Bir ara fındığa yönelmiştim. Lisede fındık sattım… Uzun süre…
 İlkokul öğretmenim Mustafa Akşehirlioğlu. Allah rahmet eylesin. Sıcak bir gün. Baktım. İlkokul öğretmenim geliyor… Yaşlı, boylu boslu, fötre şapkasını hiç çıkartmaz. Bana doğru geliyor. 
‘Öğretmenim buyur’
Çektim bir kasa… Arkada bir terazinin gözünde erik yıkadım:
‘Hocam buyur.’
‘Oğlum’ dedi. ‘Niye diplomanı almadın’ 
 Diploma alınacakmış… Aklımda değil okul bitti biz kapattık… Cevap yok. Almadık diplomayı... 
‘Gidip diplomanı alacaksın…’ 

Talimat verdi. Biraz böyle sert biçimde. İçinde bulunduğum durumu da sevmediğini ima etti: ‘Bu sana yakışmaz’ der gibi… Biz de ticarete kaptırmışız, ufak tefek kendi çapımızda evimizi geçindiriyoruz… Muhannete muhtaç olmuyoruz… Kendimizi ayakta tutuyoruz… 

 
                                         (Seyyar satıcılık 1965-1966 yılları)

‘Ticaret lisesine gidecek. Kaydolacaksın…’
‘Peki’ dedim. Saygıdan dolayı.
‘Mutlaka yap, gene geleceğim.’ 

Kalktı gitti. Lan dedim bu adam gene gelir, üç beş gün, bir hafta sonra… Gittim okuldan diplomayı aldım. Ticaret Lisesi’ne gittim. Nazmi Toker Ortaokulu’yla yan yanaydı,. Güzel bir bina .. Kayseri vilayetiyle aynı, Kayseri Lisesi'yle aynı yapılı bir Ticaret Lisesi binası vardı… Öğretmenim düşünmüş, Allah rahmet etsin. 
‘Fukara çocuğu bir an önce bir Ticaret Lisesini bitirsin, muhasebecide hemen iş bulur. Maişet kaygısını atar…’
Ben de onu fark ediyorum. Ticaret Lisesi’ne gittim, kayıtlar dolmuştur yazıyor. 
‘Oh hele şükür. Ya elhamdülillah’.  Hocaya söyleyecek bir şey buldum.. İşine devam. 

Adam geldi: ‘Ne yaptın?’ Kayıtlar dolmuş hocam dedim. Kapanmış kayıtlar. Biz kaçırmışız. 
 Gene sert yaptı: ‘Yanında Nazmi Toker Ortaokulu vardı. Niye oraya gidip kaydolmadın?’ dedi.
‘Lailaheilallah!  Ya biliyorum Nazmi Toker Ortaokulu'nun yanında olduğunu. İçimden gelmiyor ki okula kaydolmak.
‘Gidip Nazmi Toker Ortaokuluna kayıt olacaksın. Tekrar geleceğim.’

Devam Edecek
(Söyleşi: Mustafa Kanlıoğlu)


 

Yazarın Diğer Yazıları