'İhramla Hac yerine Emniyete götürüldüm'
Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi
9. BÖLÜM
Siyasi ve idari kimliği dışında, sıkıntı ve yokluk yıllarının yetiştirdiği, bir dönemin siyasi çalkantıları içinde, İman ve islam davasının bir neferi olarak aksiyon ve fikir adamı, bir devrin tanığı Bekir Yıldız’ın hatıralarını Nehir Söyleşileri olarak paylaşıyoruz…
EVLİLİK ve ASKERLİK
1977 yılı haziran ayında Hikmet hanımla evlendim. Eşim Hikmet hanımın da rahmetli babası DDY Kayseri deposunda çalışırmış. Fatma Betül , Mustafa Sabri ve Abdulkadir isimli üç çocuk nasip oldu. Hepsinden memnunum işleri rast gide, akıbetleri hayrola. Şimdi yıl 2023 dokuz tane de torun nasip oldu…
Bayındırlıkta çalışırken Kayseri’de karate öğretiyorum, MTTB ve Akıncılara, Gıyasiye / Şifahiye Medresesi içinde. Vakıflardan kiralayıp içine girilecek hale getirdiğim salonda kurs veriyorum.
Ülkücü gençlere Sahabiye Medresesi'nin ve Seraceddin Medresesi'nin içinde kurs veriyorum. Sol görüşlü öğrenci guruplarına da Behice Yazgan Kız Lisesinin bodrum katını kiralayıp gece saatlerinde kurs veriyorum. Öğrenci başına aylık beş lira ücret alıyorum. Kira ve masraflara yetişmediği için de cebimden takviye yapıyorum.
Maksadım bu gençler arasında anarşi çıkmasın, birbirine saygılı olsunlar. Aralarında kavga gürültü çıkmasın. O günlerde Ülkücülerle Akıncılar biraz hırıldamaya başlıyordu Kayseri'de. İstanbul'da biz bunları önceden yaşadık. Kayseri'de yeni yeni başlıyordu. Çok sonra gelir Anadolu'ya bu hareketler. Bayağı faydası da oldu. Birçok ülkücü çocuklar frenlendi. Önemli boyutta kavga, gürültü, ölümlü, kanlı bir hadise olmadı. Ben de zaten onu önlemeye çalışıyordum. Sosyal demokrat ailelerin çocukları ve fikri bir yapısı olmayan çocuklara da spor falan derken terini toprakla, enerjisini toprakla buluşturma teorisi üstüne. Askere gidene kadar bunlarla uğraştım. Hem Bayındırlık'ta çalışıyorum, hem bunlarla uğraşıyorum. Bu böyle devam etti. Ne kadar başarabildiysek… Bu arada ben 1976'da başladım, 1978'de bitti. İki yılda mecburi hizmeti bitirip, dördüncü ayda askere gittim.
Taner Yıldız’la masa tenisi antrenmanında ter atarken.
Zaten o sporla alakalı olunca, uzak-yakın, neredeyse binlerce kişi etrafında oluyor, tanıyorsun. Bu işle uğraşan, meraklısı geliyor onlarla özel ilgileniyorsun ayrı, o da ayrı bir ilişki metodu.
Hasılı 1978 yılının Nisan ayında İzmir Gaziemir'e ulaştırma yedek subay olarak göreve başladık. Dört ay orada İzmir'de eğitimden sonra kurayı çektiğimizde aynı yer çıktı. İzmir Gaziemir'de kaldık. Çok maceralı bir askerlik dönemimiz oldu. Askerlik hikâyelerini uzun uzun anlatmaya değmez. Oradan birkaç enstantane verirsek, çok yakıcı fakat hep mücadele esaslı. Tabii bunları söylerken biraz kıyaslansın diye söylüyorum. Bugünkü askeriyenin geldiği seviyeyle, emniyetin geldiği seviyeyle o günkü seviyeler arasında uçurum var. Anlayış itibariyle, iş yapma kabiliyeti olarak uçurumlar var.
Ben askerde yedek subay olarak çalıştığım sürede sürekli üretken oldum. Bir kere mesela, akünün kutup başı meselesi kafama takılırdı. Binlerce kutup başı bulana kadar uğraşırdım ve bir sürü soruşturma gelirdi. Sen niye üstüne lazım olmayan işi yapıyorsun? Hiç umurumda değildi, Beyaz Saray derler askeriye içindeki cezaevine. Ben ceza alarak girer girer çıkardım Beyaz Saray'a. Günlük katıksız hapis, dışarıdaki cezaevine değil, askeriyenin içinde pratik, yani ağızdan çıkan, askeri savcılığa düşmeden takdir edilen cezalar vardı. Bir onlarla meşgul olduk, bir de hiç kimsenin pek cesaret etmediği olaylar. Mesela birkaç tane yedek subay arkadaşla Kurban ve Ramazan Bayramlarında hiç kimse nöbete kalmak istemezken biz hassaten nöbete kalmak istiyoruz derdik. Senin nöbetini bir, iki, üç, dört, beş gün ben devralıyorum. İzmir'de Karşıyaka'da ev tuttum, çocuklarımı da götürdüm, buna rağmen nöbetleri devralmamızın sebebi, kırk bin kişilik bir garnizondan bahsediyoruz, kırk bin tane Anadolu evladı gelmiş orada hiç değilse bir bayram havası yaşasın diye. Bu sefer yemekhaneyi kontrol ediyorsun. Askerlerin belli büyük alanda toplanmasını, onların şenlik yapmasını, bölgesel folklor oynamasını, davul zurna eşliğinde bir eğlenme, eğlendirme, oyunları katıyorsun yani yemekte bir bolluk yapıyorsun. Bayramda üç, dört gün, beş gün, bazen bir hafta aralarda şöyle oluyor. Subaylar izinli ve garnizon içeride. Yani oradaki erat, onbaşı, çavuş ve yedek subaylar. Bu arada astsubaylar bazen nöbetçi kalır. Subay kısmı nöbette kalmak istemez. Biz de bu nöbete talip olunca otomatikman teslim ederler. O nöbetlerimiz sırasında biz mümkün olduğu kadar eratın bayramı bayram gibi geçirmesini temin etmeye çalışırdık. Anadolu çocuğu hepsi genç çocuk hüzünlü, evinde olmak ister, kimi nişanlıdır, kimi evlidir, kimi çocuğunu anasını, babasını özler. O özlemini gidermek için buna göğüs gerer ve sürekli bayramlarda çocukları biraz daha morallensin, neşelensin diye çok çaba sarf ederdik. İmkânlar da iyi. Yemekhanede istediğin yemeği çıkarabiliyorsun. Diyelim ben sporla alakalı olduğum için o yıllarda Moskova Olimpiyatları yapıldı. Yani Dünya Olimpiyatları Moskova'da yapıldı. Bir beton dökülmüştü askeriyenin içine. Ben döktürmüştüm betonu da. Şimdi ulaştırmacıyız ama inşaat mühendisi olduğumuz için birçok iş geliyor bizi buluyor. İnşaat hali, alay komutanı veya tabur komutanı askeriyenin işi şöyle olsun teğmenim diyorlar, teğmen rütbesini de taktım. Askerlik böyle uzun sürdü çünkü. Şimdiki gibi altı ay, sekiz ay, on iki ay değil. On sekiz ay, yirmi ay falan yaptık. Her neyse beton kafama takıldığı için ben oradan Karşıyaka'ya gidiyorum. Bir buçuk saat.
Karşıyaka'dan gelişi gene bir buçuk saat, bir saat kırk beş dakika falan. Gaziemir Karşıyaka birbirine çok zıt . Betonu döktüm, sulanması lazım. Tembih ettim mutlaka sulayın falan ama asker bu yani. Evde dururken pazar günü sabah kafama takıldı evden çıktım. Subay elbisesini giydim garnizona giriş çıkış için. Dolmuşlar, otobüsler, bir tek araçla gitmek mümkün değil. Dolmuş, otobüs , yaya Gaziemir'e tekrar geldim, betonu sulattım. Oradan tekrar çıktım, Aydın yolundan İzmir'e doğru. Arkadan bir alay komutanı arabası geldi. Beni geçti biz gerekli selamlamayı falan yaptık. Adam böyle elli metre falan gitti. Araç durdu içinde kim var bilmiyorum ama alay komutanı aracı beni bekledi. Elli metre gittiyse kırk metre ben vardım on metre o geri geldi. Kapı açıldı. Azarlayıcı eda ile;
'Asteğmen, bu ne? Bu sıcakta ne geziyorsun burada!' dedi.
Tekmil verdim; 'Komutanım böyle böyle bir beton hadisesi vardı, sulama kafama takıldığı için gelmek zorunda kaldım!' dedim.
Adam bir çarpıldı. Bu ne manyak adamdır der gibi baktı;
'Tamam, geç arkaya da ben seni Konağa kadar bırakayım!'
Ondan sonra vapurla gideceğim. Karşılıklı Konak'la Karşıyaka. Vapurla Karşıyaka’ya vardık. Yolda giderken şeceremi sordu. Biz o falan cevap verdik, bölük tabur bilmem ne. Çok hoşuna gitti ama böyle hiç askerde eşine mihengine hiç rastlanmamış fedakârlık gibi kabul ediyor bu durumu. Benim için gayet normal beton yanmasın. Beton yanarsa canım sıkılır, kocaman bir arazi gibi beton dökmüştük.
'Yarın mutlaka şuraya gel!' dedi Alay komutanı.
'Seninle' dedi? 'Özel görüşelim!' Vardık ertesi gün.
'Asteğmenim senin arzu ettiğin, yapacağın bir proje var mı?' dedi.
'Vallahi' dedim, 'bende proje çok.'
'Ne var?'
'Çok ilkel şartlarda yapılıyor sabah sporları. Ben spor uzmanıyım. Çok kötü şartlarda yapılan spor verimden ziyade hasta ediyor çocukları!'
'Ne düşünüyorsun?'
'Eğer izin verilirse ben malzeme falan da istemiyorum.' Yukarıdaki hurdalıklarda envai çeşit, her türlü imalat yapabileceğim malzeme var. Kaldırılıp atılıyor, israfın o boyutuna zor rastlanır.
'Tamam, asteğmenim, sen yetkilisin!' dedi. 'İstediğin kadar eleman al ve başla!'
Bizim bir bölükte bin kişi var. Bizim tabur beş bölük, beş bin kişi var bizde. Yanında bir beş bin kişi daha var. Bunlar er eğitim alayı. Aralarında envai çeşit motor ustaları, kaporta ustaları, boya ustaları, inşaat, duvarcı, kalıpçı, demirci hepsi var. Malzeme de zaten var. Benim kendi zimmetimde yüz tane mi, yüz elli tane mi araç var. Her türlü askeri araç var. Kum, çakıl veya malzeme nakliye lazım olduğu zaman Seferihisar'a bir yol yazıyoruz kendimize. Asker de çok seviniyor. Yani hani Seferihisar’a gidiş geliş bir muhabbet oluyor. Ve biz büyük bir spor alanı yapmaya başladık orada. Önceden kimse alakadar olmadı ama alan çok, yüz bin metrekare üstündeki bir boşlukta çalışıyoruz. Oralarda ova tepe her taraf. Bir de çok güzel zeytin ağaçları var. Hiç kimse bakmıyor hepsi altına dökülüyor hasılı ortaya bir şekil çıkmaya başlayınca bölükler arasında, bölük komutanları arasında bir kıskançlık oluştu hatta tabur komutanları arasında;
'Bu niye bizim bölüğe yapılmıyor da ikinci bölüğe yapılıyor?' 'Bu niye işte birinci tabura yapılmıyor da ikinci tabura yapılıyor?'
Kendi aralarında bir kıskançlık, bizim hiç düşünmediğimiz bir şey. Çünkü herkesin istifade edeceği bütün bir garnizonun tugayın, garnizonun istifa edeceği bir tesis yapılıyor. Hatta yan tarafında Cumaovası hava üssü var. Onlarla da masa tenisi oynamaya gidip geliyorum, hepsi benim müşterilerim. Onlar da istifade edecek. Yani içinde beş altı tane voleybol, beş altı tane tenis, beş altı tane basket sahası olan bir tesis. Atletizmin her türünün yapılabileceği, barfiks, paralel, tarzan, merdiveni. Koşuların yapılabileceği alan. Sen oraya şöyle beş bin kişiyi koy, kaybolur içinde. Ama hepsi de fevkalade spor yapar. Biz olayı tamamladık. Fakat ben orada iki tane sıra dışı hareket yaptım. ST-7 10B diye bir askeri nizamname var. Bu askeri nizamname her şeyi sınırlamıştır. Yapılan her şey ST'ye 10B'ye uygun olacak.
Olimpik ölçülere uygun olmayan bazı aykırılıklar var nizamnamede. Ben onu olimpik ölçüye uygun alıyorum. Yani dünya standardı ölçülerine göre barfiks yapıyorum, paralel yapıyorum, tarzan merdiveni yapıyorum. Basketbol sahası, voleybol, tenis sahası, futbol bilmem ne yapıyoruz. Bunların zeminlerini yapıyoruz. Kurduk, çalışmaya başladı ama müthiş bir olay meydana geldi garnizon içinde ve İzmir'deki askeri bütün bölgelerde. 'Ya işte birinci bölükte bir şey var. Acayip bir şey.' Subaylar geliyor, üstelik hepsinin ağzının suyu akıyor, fakat bunu ikinci bölük yaptı. Birinci tabur, ikinci bölük yaptı. Niye öbürü değil? Bu kıskançlığa vesile oldu. Ve şikâyet edilmiş: 'Bu tesis ST7 ye aykırı!' Garnizon Komutanı, alay komutanına; alay komutanı, tabur komutanına; tabur komutanı bölük komutanına soruyor, hiç kimse cevap veremiyor. En sonunda bana dediler ve ben;
'Evet, ben yaptım. Bunlar olimpik ölçüler. Bizim elimizdeki ölçüler askeri ölçüler, bu olimpik ölçülerle tutmuyor ama hangi ölçü olimpik ölçülerdir bunu teyit edebilirsiniz, Beden Terbiyesi İzmir Bölge Müdürlüğüne yazıyla sorarsanız!'
'Tamam!' dediler.
Ama adamlar birbirinden korkuyor. Şimdi bir yanlış mı olur? Bir de şikâyet edilmiş ya. Ege Ordu Komutanına, Kara Kuvvetleri Ulaştırma ve Lojistik Daire Başkanı Komutanlığı'na soralım. O oraya sallamış. Ankara'dan bir general gelecek buraya bakacak. Fakat olay da devam ediyor orada. Biz sabah sporu yaptırıyoruz. Çocuklar keyiften dört köşe. Pazar günleri akşama kadar doluyor, herkes kuyruğa geçiyor. Cumartesi, tatil günleri İzmir'in diğer askeri bölgelerinden de subaylar geliyor. Her türlü şey var, yani spor yapma imkânı açık olur orada diyorlar. Diyelim buraya gel, masa tenisi falan oynarız veya voleybol. Onların bilgisi yok yakın dövüşte. Onu ben çalıştırıyorum. Sabah sporlarına ben kendim nezaret ediyorum. Beş bin kişiyi aynı anda memnun ediyorsun. Tertemiz sporunu yapıyor. Ondan sonra çeşme, musluk, sıcak su koydum. Tepeden aşağıya yıkanıyor. Bir mola veriyoruz.
Fakat üstümde bir baskı, bir gerilim meydana geldi. Herkes ters bakmaya başladı. Subay kısmı özellikle üst rütbeliler ters bakıyor bana. Kimi buradan niye bize yapmıyorsun da oraya yapıyorsun, çekememezlik kıskançlık derdinde. Ben işin o taraflarında değilim kulağım da delik de değil öyle fazla, merak da etmiyorum. Yani ne olacak işte gel kullan. Bir haber geldi ki Kara Kuvvetleri Lojistik Daire Başkanı denetlemeye gelecekmiş. Senin yaptığına da bakacak. Evet derse kalacak. Hayır derse kökünden kazıyacaksın. Haydaa! Adam ne anlar? Burada o kadar içinde bulunan adam varken. Fakat başka da çare yok. Askerde emir demiri kesiyor. O gün gelecek, genel bir denetleme. Bizim geniş arazide bir yolumuz var, şöyle tatlı bir meyille bir kilometre ilerleyen. Paşa bu yoldan geçecek sonra başka bir yere gidecek. Paşa jipin içinde, uzaklaştırıldı herkes, ben dahil hiç kimse yok. Tabii Paşanın yanında albay var, arabanın içinde bilgi veriyor mu, bilmiyoruz. Şöyle geçerken araba birkaç saniye durdu ve hareket etti. Biz yukarıdan görüyoruz. Ne dedi acaba adam? Şöyle bir baktı içeriden. Araba kapalı cip. Ondan sonra Paşanın aracı arkasında alay komutanları falan var, apoletli şeyler. Alayın komutanları gidiyor. Sadece burası değil ama burayı da şikâyet etmişler. Şimdi bana da hiç kimse bir şey demiyor. Ama benim böyle tuhaflıklar karşısında Beyaz Saray'a hapsedilmem de söz konusu. Yani bu iş yanlış, yık dedi mi tepeme çökecekler! Ben hem orayı kazıyacağım, dozerlerle ben kazımam ama emir öyle gelir. Ama bu işi yapmış olmaktan, emre itaatsizlikten ve ST7'ye 10B'ye ölçü aykırılığından yatacağız, ne kadar takdir ederlerse. O durumla karşı karşıyayız. Fakat aradan şöyle birkaç gün geçti. Hiç kimse bir şey demiyor ama;
'Bekir Teğmen'im, Bekir Teğmenim!'
Birden bir kıymetlendik şimdi. Böyle bir herkeste saygı, ya nasıl istersen öyle. Çok güzel. Allah Allah anlayamıyorum ama bir gevşeme var. Bir şey var. Bir müddet sonra öğrendim. Durum şu; Adam geçerken durmuş işte demişler;
'Komutanım böyle bir şey.'
'İyi olmuş !'
Bu kadar: 'İyi olmuş geç.' Allah'tan adam durmuş da şöyle bir bakmış. Anladığından anlamadığından da değil yani. Olacak ya iyi olmuş demiş geçmiş. O kadar. Bu iyi olmuş lafı, Ege Ordu Komutanına, Ulaştırma Garnizon Komutanına, Ulaştırma Alay Komutanlığına, Ulaştırma Tabur Komutanına, Ulaştırma Birlik Komutanına, sicil ve para mükâfatı olarak verilmiş. Sicil mükâfatı daha kıymetli. Bir de maaşlarında şu kadar ödül vermişler. Şimdi bana adamlar duyurmuyor. Ben para falan istemedim. Öyle bir şey zaten aklımın ucunda yok ama onlar nasıl seviniyorlar, biz bu işten ödül aldık diye. Bu hadiseden sonra da bizim üstümüzdeki baskılar azaldı, çünkü yedi sekiz tane mahkeme, artık adliyeye çıkacağımız bekleyen mahkememiz var. Fakat o hep aynı mevzularda. Ahlaki mevzulara itiraz ettiğimiz için . Mesela Almanlar bize çıkıntı Kayser araç göndermiş. Kayser araç aracın adı, aracın tipi. Bu işte Jeep gibi, A4 gibi A6 gibi arabalar o tabirler öyle. Kayzer ulaşım aracı. Askeri ulaşım aracı. Bizimkiler kendi renklerimize boyuyor ama yani 1945'te Alman'ın terk ettiği arabalar. Parmak gibi benzin akıyor, altmış kilometrede yetmiş litre benzin yakıyor. Altmış litre dolduruyorsun, elli kilometre gitmiyor. Hantal iki tane mi, dört tane mi araç. Alman astsubay gelmiş, bizim subay yemekhanesinde dikiliyor.
'Bu Almanlar ne geziyor burada?' diyorum.
Almanlar, aman bir itibar görüyorlar. Bana sorarsan bu iki astsubayı subay yemekhanesine almam bile. Normal mantıkla, gitsin nerede yerse yesin. Yani astsubay yemekhanesinde yesin. Hadi neyse yediği önemli değil ama astsubaylardaki havayı bir görün. Oradaki bizim binbaşıya caka satıyor, binbaşı gık demiyor. Ağırına gidiyor şimdi senin. O Binbaşı'nın şahsi tarafına bakmıyorum ki. Yüksek sesle konuşmaya başladım;
'Bunlar kim dedim ya?' Dediler ki;
'Bunlar Kayser arabalarını Türkiye'ye, İzmir'e, bize şu kadar elli tane yüz tane araba verdiler.'
Merkezi olarak bütün ulaştırma oradan dağılır Türkiye’ye. Askerin her türlü ulaştırma malzemesi Türkiye'nin diğer askeri bölgelerine dağılır. Buradaki Kayserlerin çalışma metodunu öğretmek üzere geldi bu Almanlar.
'Ne kadar ücret alıyorlar?'
'Bizim paşalardan daha yüksek ücret alıyorlar. Bilmem ne kadar tatil, bilmem ne kadar avantaj, bilmem ne kadar yan ödeme.'
'Lan manyak mıyız biz' dedim ya. Nedir bunlar? Ne gerek var. Ben dedim bak elimin altında bir tek makine mühendisi asteğmen arkadaşlar var. Onlar da bunların yaptığı işi gözlerinin önünde bütün Kayzeri parçalarız. Tekrar takarız. Söker takarız, dizeriz hiçbir sorun yok! 'Def edin gitsin bunları!'
Biz kendi kendimize bağırarak konuştuk. Bu kayda geçmiş. Suç, suç yani. Bundan dolayı yargılanıyoruz, diyelim ki. Ben inanıyorum ve ısrar ediyorum, o adamların bize kattığı bir şey yok. Bu arabaları da defolsun gitsin. Arabaları da bize hasar açıyor. Yani tükettiği yakıta, yaptığın bakıma yani 1945 yılında adamlar kullanmış off olmuş, ıskartaya çıkmış. Ondan sonra sana NATO ikramı denilerek gelen arabalar. Senin sinirin bozuluyor ama askerler itiraz edemiyor. Ve sen itiraz edince umumi nizama aykırılıktan veya emre karşı itaatsizlikten yargılanıyorsun. Bu tür işte sekiz on tane dediğim dava. Sağ olsun orada o yolda rastladığımız alay komutanı çağırdı.
'Bekir asteğmenim' dedi. 'Bak senin bir ayın kalmış, davalarına da bakıyorum, bunlar senin başına çorap örer. İyisi mi bunlar şu ödülleri almışken sayende ben sana teşekkür ederim, kimse gelip de sana teşekkür etmez.' Yani umurunda bile değil. Aldıkları şeye seviniyorlar. 'Seni izne gönderiyorum. İznin bitince de teskeren gelir. Teskeren gelince de gönderirim. Bütün davalar da kapanır' dedi.
Allah razı olsun ondan. Allah Allah dedik, askerliği de böyle teslim ettik geldik ama oraya epey eser bıraktım. Daha sonraki senelerde gittim baktım. Şakır şakır kullanılıyor.
Yani kaç sene oldu bin 1978 diyelim kırk dört sene. Kırk dört senede biraz yani beton dayanıklılığı vardır ama bilmiyorum. Ben gittiğimden on beş yıl sonra falan İzmir'e bir yolum düştü. Hassaten gittim oradan izin aldım, içeri girdim. Şahane memnunlar tesislerden, konuştum komutanlarla ama elli sene sonra ne olur onu bilmiyorum . 18 ay boyunca İzmir’de eşim ve küçük kızım Betül’le kaldık. Hasılı böylece askerliği teslim ettik, döndük geldik.
Askerlik dönüşü, Erciyes üniversitesi İnşaat Daire Başkanlığında çalıştım. Hastane binasının son kat betonunu attıktan sonra Erciyes üniversitesinden ayrılıp serbest mühendislik hayatına başladım.
Cumhuriyet iş hanında büro açtım .
“BÜYÜK DOĞU YAYINLARI”
Üstad Necip Fazıl rahmeti rahmana kavuştuktan sonra (yıl 1983) Büyük Doğu Yayınları çıkamaz oldu. Yayınevi kapandı. Üstadın evlatları, kitap yayınlarını sürdürebilmek için gerekli paraya sahip değillerdi.
1984-1985-1986 yıllarında “Necip Fazıl'ı Anma'' toplantıları yapıldı . Bu toplantıların çoğunda “Üstad şöyle sigara içerdi”, “Yüzündeki tik böyleydi” gibi saçma komik laflar edilmeye başlandı. Bazı anlatıcılar da kendine paye çıkarmak için, konuşuyorlardı. Bir de İBDA-C diye Salih Mirzabeyoğlu tarafından Üstad ve Büyükdoğu ile alakası olmayan söylemler dolaşıyordu. Kayseri’den ben, rahmetli Mustafa Özküçük ve Mustafa Tekelioğlu, Büyük Doğu Yayınevi’nin tekrar açılması ve Üstadın 100 aşkın eserlerinin basılması için harekete geçtik.
Önce 6 aylık bir etüt ve fizibilite yapıldı. Gerekli miktar sermayenin toplanması için 33 gönüldaş taahhütte bulundu .
1987-1988-1989 yılında bu miktarlar tarafımdan aylık olarak toplandı ve Mehmet Kısakürek’e teslim edildi.
Cağaloğlu Vilayet Han'da Mehmet Kısakürek riyasetinde tekrar çalışmaya başlayan “BD yayınları” beyaz kitap serisi ile tekrar yayın hayatına girdi . O gün bu gün her defasında kaliteli bir şekilde (1987-2023) Üstad rahmetlinin kitapları okuyucuları ile buluşturuldu. 36 yıl boyunca Türkiye’nin en çok basılan kitapları oldu. Bu çalışmaya karşılık beklemeden katılan 33 gönüldaşımıza ve Mehmet, Osman, Ömer ve Emrah Kısakürek’e yürekten teşekkür borcumuzu ifade etmek gerekir …
“12 EYLÜL 1980”
Kenan Evren ve TSK komutanları planlı anarşiden dökülen kanları yeterli bulup , ABD kontrolünde 12 Eylül Cuma günü memlekette sıkıyönetim ilan ettiler .
Binlerce gencin kanı dökülüp, binlerce ana babanın yürek yangınından sonra tutuklamalar, işkenceler ve idamlar yeniden başladı.
Kenan Evren yaptığı açıklamada
'İhtilal yapma ortamının olgunlaşmasını bekledik!' diyerek , itirafta bulundu.
“ZİNCİDERE”
Kayseri’de bir belde Zincidere …
Ama 12 Eylül askeri darbesinin cezaevi ve işkencehanesi…
Uydurma bir sebepten ben, Mustafa Tekelli, Macit Gül, Şaban Bayrak, Yusuf Bozkurt göz altına alınıp Zincidere'ye götürüldük. Orada kendi başımızdan geçenleri anlatmaktan ziyade, iki olaydan bahsetmek isterim.
“ÜLKÜCÜ SÜLEYMAN”
Zincidere'ye götürülenler, önce 3-4 gece uykusuz, susuz, ekmeksiz bırakılıyor gözleri bağlı olarak. O günlerde 15-16 yaşlarında Yenişehir Ülkü Ocağı mensubu olan Süleyman önce sorgu, sonra cezaevinde yatıyor. Birçok kurşunlama ve olaydan sorumlu tutulan Süleyman kaldığı cezaevinin bodrum katında bulunan ve “Tecrit” denilen işkencehanede sorgulanmak için, tekrar tekrar bodrum kata indirilir.
Dar bir koridor ve koridorda dizili sorgu odaları var. Sorgulanacak şahıslar sabahtan akşama kadar dar koridorda sorgulanmak için gözleri bağlı olarak duvara dönük, sıralarını beklerler.
Süleyman'ı sorguda sorgulayan emniyet siyasi şubede görevli polis Abdurrahman …
Süleyman’a Yavuzlar Mahallesindeki solculara ait kahvehaneyi niçin kurşunladığını soruyor. Süleyman genç yaşta kafayı sıyırmış vaziyette, olanca gücü ile bağırarak konuşuyor. Koridorda sorgu sırası bekleyenler konuşmaları duyuyorlar .
'Ulan şerefsiz Abdurrahman bana niye soruyorsun, sen değil miydin gece Yenişehir Ülkü Ocağına ekibinle gelip, çocuklar üşüdük bir çay yapında içelim…' diyen!
'Sen değil miydin masanın üstüne iki adet tabanca bırakıp, 'gençler Yavuzlar'daki komünistler kahvede toplanmışlar şunlara bir bakıp gelin' diyen, sen değil miydin ? Sen değil miydin ? Şimdi bana niye soruyon ?!…
Daha sonra öğrendiğime göre Süleyman Malatya cezaevine sevk edilmiş. Orada vefat etmiş…Gençliğinin baharında …
“SARRAF KEREM”
Zincidere’de tecritteyim…Gece sabaha kadar gözü bağlı olarak ayakta bekletildiğim yere, iri kıyım bir adam getirdiler. Malum uygulamalardan geçirildikten sonra adamı sorguya götürdüler…
Akşam sorgulamadan sonra dönen adının Kerem olduğunu sonradan öğrendiğim adam çıldırmış vaziyette;
'Mafiya ne , Mafiya ne ?!' Diye bağırıyor.
Onun sayesinde işkencehanede kalanların tamamı epey cop yedi. Öyle beleş yok! Kalanlardan kim işkencehanenin kurallarına uymazsa herkese cop cezası uygulanıyor. Her defasında, beş sağ ele, beş sol ele…Birinci sorguda Kerem’e dünya silah mafyası ile ilgisi ve irtibatı soruluyor. İkinci sorguda, Türkiye’deki silah kaçakçıları ile ilgisi soruluyor, üçüncü sorguda Kayseri’deki silah ve mermi kaçakçısı Adem Ruhbaş’la alakası soruluyor… Garibim, Boğazlıyan’dan Kayseri’ye gelip sarraf dükkanı açmış ,”Mafya” lafını yeni duyuyor. Nihayet Kerem’e
'Senin şu marka bir tabancan var, nerede ?' Diye soruyorlar Kerem de;
'Sıkı yönetim ilanından sonra tabancamı teslim ettim!' diyor. Evine gidiyorlar ve teslim makbuzunu görüyorlar. Kerem’e; 'Bi daha ayağımıza dolaşma !' diyerek serbest bırakıyorlar …
Süleyman vefat etti, ama Kerem'le sonradan buluşup epey muhabbet ettik. Fezlekeler hazırlanıp sıkıyönetim mahkemesine çıkarıldık. Mahkeme başkanı hakim albay, sorguda bir sıkıntıyla karşılaşıp karşılaşmadığımızı sordu. Dört kişi sükut ettik. Şaban Bayrak, morarmış, şişmiş ellerini gösterdi. Albay 4 kişiyi tahliye etti. Şaban Bayrak 3 ay kadar cezaevine gönderildi…
'İHRAMLA, HAC YERİNE EMNİYETE GÖTÜRÜLDÜM'
1985 yılında yaptığım hesaba göre zengin sayılırdım. Hac üzerime farz olmuştu …
Müracaat ettim hanıma; 'Bana farz oluştu bu yıl gidip oraları tanıyım, ilk fırsatta beraber gideriz!' dedim. Ankara Esenboğa Hava Alanı'ndayız. O günlerde Develi’de Saray Halı Fabrikası'nı ve kooperatif evlerini yapıyorum. Tören, karşılama, uğurlama işlerinden hoşlanmadığım için Develi'den 'Allahaısmarladık' deyip Esenboğa’ya yalnız gelip hac kafilesine katıldım.
İhramlar giyildi, telbiye, tekbirle uçağa binmek üzereyken bir emniyet yetkilisi; 'Bekir Yıldız, bir dakika şöyle gelebilir misiniz?' diye beni polis bankosunun arkasına davet etti . Orada bekletilirken uçak kalktı. Niye beni tuttuklarını polis yetkilileri bilmiyor. Esenboğa semt karakolu, oradan Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne getirildim.
6. kat, demir parmaklıklarla bölünmüş nezarethane. Dokuz kadar sivil polis görevli…Nezarethane, ana baba günü, kalabalık. Gece her türlü insan getiriliyor. Yankesici, hırsız, kaçakçı, fahişe çeşit bol. Ama her getirilen suçlu şöyle çömelecek, oturacak bir yer bulduktan sonra, gözüne ben ilişiyorum. Adamlar önce sırıtıyor sonra;
'Hacı, hadi ben neyse de senin ne işin var buralarda?' diye alaycı takılıyorlar bana…
Görevli polisler, nezarethanede olay çıkmaması için 5 günde 15 defa yerimi değiştirdiler.
6. gün, insaf sahibi bir polis memuru bir pantolon bir tişört getirdi. Neredeyse gözaltındayken katil olmaktan kurtuldum…
Olay şuymuş;12 eylül darbesi ile ihtilalciler Bekir Yıldız’ın yurt dışına çıkışına tahdit yasağı koymuşlar, 4 Yıl sonrada bu yasağı kaldırmışlar. Ama tahdidin kaldırılması kararı sınır kapılarına ulaşmamış…
Arefe günü Develi'deki evime döndüm. İki ay kadar ağzımı bıçak açmadı. Farklı duygular içinde yüzerken, Tombaklı Ahmet amca zihnimi ve gönlümü rahatlattı. Mekanı cennet olsun…
Abdullah Gül, o sıralar Cidde İslam Bankasında görev yapıyordu. Sözleşmiştik. Bulamayınca epey aramış.
DOĞU TÜRKİSTAN'DANGELEN AĞLATAN MEKTUP
Sene 1986,bu sefer hanımla ve tedbirli olarak hacca gittim…
Gece, mescidin üst katında muhabbetli buluşmalar oluyor. Dünyanın her tarafından gelen müminler, önce kendi memleketleriyle sonra diğer hacılarla temasa geçiyorlar …
Başlarında Mehmet isimli benden küçük bir delikanlı olan Doğu Türkistan’dan hacca gelen 10 kişilik gurup, yanıma yaklaştı Mehmet;
'Gözüm seni okşadı' dedi.
'Benim de gözüm seni bir yerden tanıdı. Gel hele şöyle bir oturalım' dedim, muhabbet koyulaştı.
Çin zulmünden , Tacikistan’a kaçmışlar, oradan Pakistan’a. Derken çok zor şartlarda Mekke’ye gelmişler. Haccetmek ve Doğu Türkistan’da yaşananları, Çinin yaptığı eziyetleri anlatabilmek için …
Adresimi aldı, ağlaştık sarıldık ayrıldık…
Kayseri’ye dönüşümden aylar sonra Cumhuriyet İş Hanında bulunan büroma Özbekistan çıkışlı bir mektup geldi. Arap harfleriyle yazılmıştı. Ama Arapça ve Osmanlıca bilen arkadaşlarım mektubu okuyamadı.
Hunat camiinin doğu tarafında saatçi Mehmet Cantürk’e mektubu götürmem söylendi.
Belki o okur ümidi ile, saatçi dükkanına gittim Mehmet Cantürk, İsa Yusuf Alptekin’den sonra Doğu Türkistan dışındaki Uygur Müslümanlarının lideri, sözcüsü. Altı yedi lisan biliyor. Tefsir, fıkıh, alimi oldukça mütevazi bir zat. Mektubu görünce;
'Akşam bizim mahalleye gel mektubu orada cemaat huzurunda okuyalım' dedi. Akşam erkek, kadın, yaşlı, genç, çocuk büyük bir kalabalık dernek binasında toplanmış Mehmet Cantürk, mektubu okudu. Gözyaşı sel oldu…
Mektup hacda tanıştığım Mehmet’den geliyor…Doğu Türkistan’daki durumlardan bahsediyor. Dinleyenler arasında Mehmet ve on kişilik ekipte bulunanların amcaları, dayıları, akrabaları var.15-20 yıldır ilk kez birinci ağızdan haber alıyorlar.
O vesile ile benim ad ve adresimle uzun süre yazışmalar oldu …
Doğu Türkistan’dan Kayseri’ye gelen muhacirlerin oturduğu mahallenin adı Garipçorak mahallesi idi. O zamanki Belediye Başkanı Niyazi Bahçecioğlu mahallenin adını “Vedat Dalokay” Mahallesi yaptı. Kayseri’de Mimar Dalokay’ın Marksist- Maoist bir komünist olduğunu bilen de yoktu. Kayseri’deki Doğu Türkistan muhaciri kardeşlerime çok dokundu bu isim değişikliği. Yetmezmiş gibi Belediye tarafından 1 ay açık kalan Kayseri fuarına Çin Halk Cumhuriyeti reyonu açılarak 12 ay faaliyet göstermesine izin verildi. Dünyadaki Doğu Türkistan dışındaki Doğu Türkistanlıların en yoğun olduğu yer Kayseri idi. Çin bu mahalleyi izlemek için yakın takipteydi. Belediye görevlilerinin ise yaptıkları işin ne anlam taşıdığını bilecek donanım ve bilgileri yoktu.
1994 yılında Kocasinan Belediye Başkanı seçildim ilk işim Vedat Dalokay mahallesi ismini Hoca Ahmet Yesevi Mahallesi yapmak oldu . Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz bayram sevinciyle karşıladılar.
Çin elçisi olayı protesto etmek maksadı ile Kayseri’ye geldi. Kocasinan ve Büyükşehir Belediyesi randevu vermediler ve görüşmediler. Erciyes Üniversitesi rektörü Mehmet Şahin ise Çin elçisine randevu verip görüştü.!
2010 ‘lu yıllarda Çin’den kaçıp Tayland’a sığınan 500 Doğu Türkistanlı ailenin Kayseri’ye getirilip yerleştirilmesinde büyük bir çaba sarf eden Recep Tayip ERDOĞAN ve eşine şükran borcumuzdur… Tayvan, bu aileleri, Çin'e teslim etmek zorunda kalmıştı. Çin teslim aldığı anda 500 aileyi katletme noktasına gelmişti! Kayseri'nin muhacir kabul edip bağrına basma özelliğinden bahsetmiş olduk…