Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

'Ezanla beraber türkülere de yasak geldi'

Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

Siyasi ve idari kimliği dışında, sıkıntı ve yokluk yıllarının yetiştirdiği, bir dönemin siyasi çalkantıları içinde, İman ve islam davasının bir neferi olarak aksiyon ve fikir adamı, bir devrin tanığı Bekir Yıldız’ın hatıralarını Nehir Söyleşileri olarak paylaşıyoruz…

II. Bölüm

Radyomuz var. Açarsın herhalde kırk elli saniye sonra ışık yanar ve ses sonra gelir. Kapatırsın, konuşma otuz kırk saniye sürer. Öyle bir radyo. Mahallenin kadınları o radyodan çok beslenirler. Gene radyo diyelim on birde beş tane türkü söyleyecektir. Çok da kaliteli Türküler var. Türküler önce on yedi sene kadar yasak edildiği için, ezanla beraber Türkü, Türk müziği yasak edildi. Dinleme tamamen yasak oldu, tamamen Batı müziği hakim oldu. Radyolarda parça parça olarak batı müziği kondu. O da insanların pek anlamadığı şeyler. Kültüründe olmayan şeyler pek itibar etmediler. Küçük bir azınlık. Onlar da yöneticiler. Vali, üst düzey  adliye personelidir falan gibi. Şehirde bir grup o müziği dinler. Onun dışında halkın itibar ettiği bir şey değil. Menderes döneminde bu türkülerde kısmî bir serbestlik buldu. Çok kaliteli türküler radyo tarafından toplandı. Türkiye'de ve radyoda günde beş tane şarkı beş tane türkü okunur. Türkü saatinde kadınlar türküleri bölüşürler. Benim pencerenin önüne gelirler. Hangi sanatçının ne söyleyeceği belli değildir ama.
‘Birinci Türkü benim bahtıma’  diye bölüşürler.
‘İkinci türkü Firdevs halanın bahtına’
‘Üçüncü türkü Memduh ablanın bahtına’.

Oraya otururken beş tane türkü söylenecek. Kadın sayısı fazlaysa kalanlar  da yarınki türküleri bölüşürler. Fakat o günkü türküler de ağıttan ibaret. Yani çok dertli, kederli, ağıtlar. Hal böyle olunca türkü çok ciğer yakıcı olur. 

Neriman Altındağ Tüfekçi, “kışlalar doldu bugün” diye bir başlayınca zaten kadınlar hüngür hüngür ağlar. Öyle neşeli bir türkü, bir oyun havası falan böyle bir şey yok ortalıkta. 

Hasılı yokluk,  hastalık…  Verem hastalığı çok yaygın o dönemde. Ve hatta yollarda adam elinde destan satar, veremli kızla alakalı. Ondan sonra o kadınlar o türküyle kendi kaderlerini hayatlarını, maceralarını buluşturarak, hissederek dinlerler. Ve bende beşinci türküden, sonra bir ajans varsa dinletip, ajans yoksa radyoyu kapatırım.

“MAHALLENİN MEKTUPCUSU”

Görevim mahallede sadece radyoculuk yapmaktan ibaret değil. Bahsettiğim gibi Kayseri'nin o yıllardaki, yani elli, altmış arasındaki siyasi yapısı yüzde seksen, yüzde seksen beş ‘Demirgırat’ diye bilinir. Mahalle de de aynı yansıma var. ‘Hak Parti’ diye kısaca ve İnönü ile özdeşleştirirler ve İnönü hakkında çok ağır sözler söylenir. Çünkü her kadın veya erkek babalarımız veya analarımız İnönü'nün bir zulmünden bahseder. İnönü'nün kahrından uğradığı bir kötülükten bahsederek hiç hazzetmezler ve İnönü'ye çok ağır lakaplar takarak konuşurlar. “Sağır İsmet” bunlardan en çok kullanılanı. 

KÖYLER SÜT DEPOSUYKEN 'SÜT TOZU' DAYATMASI

Evet, ilkokula böyle başladık ama okulla öğretmenimle arayı bulamıyoruz. Öğretmen sağa doğru bir sayfa çizgi çizdirecek. A harfini öğretecek. Ben zaten okuyorum ve mahallenin mektubunu yazıyorum. Mektupta Mahalleye gelen, giden mektupları okuyorum, yazıyorum. Bu farklı bir durum ama öğretmenin böyle bir çocuk karşında yapabileceği bir şey de yok. Sonunda bana bir formül buldular. Süt tozu dağıttırmaya başladılar. Süt tozu. O zaman Marşal yardımı ve Amerika ile NATO'ya giriş, Kore'ye asker gönderme kararları konuşuluyor. Marshall yardımıyla beraber Türkiye'deki süt katledildi tam bir süt katliamı. Şimdi onu bahsedeyim. Şimdi köyleri bırak, köyler süt deposu zaten. Süt ve süt ürünleri eksik olmaz. Mahallede avlulu evler var. Avlulu evlerde Küçük bahçeler var. Ağaçlar var. Yüzde ellisinin ahırı var. Odanın biri ahırdır. Sabah Çifteönü tarafına inekleri, koyunları gönderirler. Akşam da geri döner. Aşağı yukarı yüzde ellisinde süt bulunur. Bol miktarda. Hatta fazla gelir, kendi yoğurt, peynir vesaire ihtiyaçlarını yaptıktan sonra konu komşuya da süt dağılır. Fakat süt tozu çok cazip hale getirildi. 

Ben de sabah erken gidiyorum. Yani okul, öğrencilerinden erken okulun müstahdemiyle beraber müdür odasında gaz ocağını yakıyoruz. Orada, büyük kovalar var. Süt tozunu ve karşıdaki çeşmeden su alarak karıştırarak çocuklara süt haline getiriyoruz. Küçük güğümlere dolduruyorum. Görevim o oldu. Çokta seviyorum görevi. Sıradan başlıyoruz bir iki üç dört beşinci sınıflara kapıdan. Bazen her birinin bardağını ben dolduruyorum. Bazen güğümünü bırakıyoruz. Sınıftan birine. 

Bir de balık yağı var. Adi kokar. Kimse onu sevmez. Böyle bilyeler halinde gelirken patlar çok da kötü kokar. Çocuklar onu almadan süt tozuna bayılırlardı. Enteresan olan, ben sabah erken okula giderken mahalledeki kadınlar benim Bozatlı Paşa İlkokulu’nda, süt tozu organize ettiğimi biliyorlar. Çocuklarından falan duyuyorlar. Küçük aşırmalarla, kovalarla onların içine üç kilo, iki kilo, bir buçuk kilo artan sütleri var. Hiç kullanılamıyor. Ben sabah diyelim okul sekizde başlayacaksa ben altı buçukta falan okula gidiyorum. Giderken 
‘Ya gadasını aldığım Bekir'im oğlum!’ 
Bir de tavlayacak…
‘Şu sütü götür de su yerine süt tozunun içine kat’

Parlak on yedi kiloluk yağ tenekeleri vardı. Vita yağı tenekeleri gibi. Onun etrafında Amerikan bayrağı, Marşal Yardımı ve Amerikalı o sırıtan tilkiye benzer bir herif var. Sam amca fotoğrafı. Süt tozu tenekelerinin üstünde onlar var. İşte ondan şu kadar katıyoruz. Şu kadar su katacağız. Bize böyle söylediler. Ben sütleri oradan bir aşırma, iki aşırma ancak alabiliyorum. Sütü veremeyen kadının morali bozuluyor sütü dökmek zorunda kalıyor. Biz onu götürürüz, suyu o kadar eksik dökeriz. Köylerde de aynı durum olmuş. Yani bütün Türkiye'nin köylerinde de böyle mis gibi süt döküldü. Ve süt tozu çocuklara içirildi ne idiğü belirsiz bir süt tozu. Evet, süt tozu bahsinden de böyle bahsetmiş olalım çocukluk döneminde. 

YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA MERKEZİ OLARAK MAHALLELER

Bir de yaşadığımız mahallenin atmosferinden bahsetmek gerek. Çünkü o günlerdeki mahalle ve sokak yapısı çok farklı. Yardımlaşma ve dayanışmanın esas olduğu bir yapı içerisinde büyüyoruz. Bir evin hanımı hasta oldu. O yemek pişiremiyor diyelim ki? Mahallede zaten güdücüler var erkek ve olgun. Herhangi bir şahsi çıkar veya art niyet olmayan kadın erkek ayrı ayrı olur. Bizim mahallede sandıkçıların Mustafa amcaya Allah rahmet etsin ve onun hanımı Fikrîye hala mahallede herkesin saygı duyduğu insanlar. Diyelim mahallede bir çocuk evlenecek, o kızın annesi veya oğlanın annesi görücü usulü ile işe başlayacak 
‘Ya o çocuk, o çocuğa uymaz. Başka nasibine bak’ der kısaca. Veya 
‘O, çocuk, ona çok iyi olur, uygundur. Ne güzel olmuş…’

Bunu söylerken ezbere söylemiyor, bir şeyi yapmak veya bozmak için de söylemiyor. Çocukları doğuşundan itibaren tanıyor, mizacını tanıyor, karakterini tanıyor. Birbirlerine yakınlığını küfüvvetini, denkliğini bilerek konuşuyor. Kadın ve erkek. O yaşlı zatlar yardımlaşmaya da nezaret ederler. Diyelim evin hanımı hasta oldu. Horantanın yemeği için mahalleli otomatikman sıraya geçer. O hasta ayağa kalkana kadar her gün akşam sofrada bir tepsi içerisinde bugün diyelim ki Hatça abla, öbür gün Firdevs hala, öbür gün falan böyle o programlar. Otomatik programlar gibi, yemeği getirir, eve bırakır çocukla veya oğlunun biriyle. Yemekten sonra da bulaşık yıkamaması için kapları da alır götürür hasta ayağa kalkana kadar bu böyle devam eder. Veya hastaneye gitmiştir. Bu bir yemek uygulamasıdır. 

Ramazan iftarı için Kalenin üstünden top atılır. Ezan hoparlörleri kuvvetli değil. Her camiden ezan sesi gelmez. Küçük mescitler var. Orda minber minarelerde müezzin Ezan okur ama duyulmazdı. Gülük Camii'nin minber minaresi vardı. Orada hoparlör var. Duyulsa da kıraatle bir ezan okuyan müezzini yoktu. Okumasa daha iyi olurdu. Top atılmaya yakın çocuklar gençler hepsi top bekliyor. Şöyle mahallenin sota orta yerinde tapalar, tapa tabancaları, çatapatlar, gürültü çıkartacak ne kadar şey varsa, tiryakilerin ağzında sigara elinde çakmak herkes topun atılmasını bekliyor.

 Ayağım sokakta, çarşıda olduğu için dört beş yaştan itibaren alışverişe gidiyorum. Satış yapıyorum. Kayseri’nin o günkü kahvelerini tek tek dolaşarak mısır patlağı satıyorum. Gece taş domino oynatan kahvelerde satıyorum. Adem Ağa'nın evinin altında büyük bir kahve var. Bunu geçince ileride bir Kızılırmak Kahvesi var, amele pazarına doğru. İleride Kiçikapı’da bir kahve var. Geçersin Büyük Sinema’nın arkasında Cıngıllının kahve var. Oradan Kervansaray’a geçersin. Kervansaray’dan  geçip Çamlı Köşk'e. Camlı Köşk'ten Kurşunlu Camii'nin karşısında büyük Bahçeli Kahve var. Bu kahvelerde böyle bir tur atardım. Anam mısır patlatır, popcorn diyorlar ya ondan. Onu yarım torba şeker torbasında taşırım. Parayı miktar olarak tanımıyorum, şekil olarak tanıyorum. O gün delikli para var adı yüz para.  Anam yüz parayı göstererek bir bardak verirsen şu paradan alacaksın diye gösterdi. İki verirsen bu paradan alacaksın. Şu kadar verirsen bu paradan. Yüz para, iki buçuk kuruş, beş kuruş, on kuruş yirmi beş kuruş var. Bir lira, elli kuruş sonradan basıldı.

Hasılı sokağı tanıdığımız için top atılmaya yakın pencereden Hanife abla:
-‘Ya gadasını aldığım’
 Bu tabir Kayseri'ye ait bir şey. 
‘Bekir'im bir tane bizim sofraya fukara getir’ 
‘Olur.’

 Biz o Düvenönü’nde Tıngalanın Şaban’ın Kahve, bugün orada bisikletçiler var. Orada at arabacıları bulunur. Kimsesizler, yoksullar, garipler. Ben de onları tanıyorum. Birden fazla bulunur. Benden bir tane fukara fakir istendi. Tamam dedim. Seğirtiyorum o tarafa doğru. Onu duyan öbür komşu pencereden:
‘Ya kurbanım iki tane de bana getir ha.’

Tembih ediyor. Derken birkaç tane böyle sipariş yükleniriz. Diyelim beş kişi oldu orda tanıyorum garipleri. O gariplere gelin dediğimiz zaman zaten boynu bükük bekliyor. Yani o gel desen de gelme desen de çaresiz. Onları evlere dağıtırız .O arada da top patlar. Fakat enteresan evlerdeki hal o gariplerden çok daha farklı değil.  Bir tane çorba var ortada. Bir de kendi yoğurup pişirdiği ekmek. Kendi horantasıyla sofranın başına oturur. O garip de sofraya oturur. Hiç yadırgamaz kimseyi yadırgamaz. Oruç tuttu mu? Tutmadı mı? Zaten sormaz gelen de bir oruç tuttuydu, tutmadıydı. Var mıydı? Hiç öyle bir şey sorulmaz. Afiyet olsun. Sofranız bereketli olsun. Adam çorbasını veya işte Allah ne verdiyse sofrada bulunanları yer. Geçmişlerinizin canını değsin der kalkar gider. Bu yardımlaşma ve dayanışma içindeki mahallede evin birine kömür gelmiş, odun gelmiş veya bir eşya gelmiş. Bir yerden bir yere taşınacak. Çocuklar birbirine hemen işaret eder. Otomatik kimse bir şey talep etmeden o eşyayı, o kömürü, o odun veya o neyse nesneyi, bağdan inme veya bağa göçme zamanlarında. Yerine otomatikman yerleştirilir. 

'İNSAN GÖRDÜĞÜYLE, YAŞADIĞIYLA, DUYDUĞUYLA EĞİTİLİR'

Evet, biz bu çocukluktaki kendi oluşumumuzu da tamamlıyoruz. İnsan gördüğüyle, yaşadığıyla, duyduğuyla eğitilir. Bir de ben çocukken belki başka şey yoktu. Bir radyo vardı ama masal dinlemek çok hoşuma giden bir şeydi. Masalcı da fazla yok ortada. Birkaç tane kadın, yaşlı, masalcı vardı. Sabah altı buçukta okula gidiyorum. Beş buçukta masal dinlemeye giderdim. Kış günü. Allah rahmet etsin. O da kimsesiz Hafize ana, ‘Hafızana’ derdik. Hafize anne. Yaşlı ve kimsesiz. Mahalleli, el kol olmuş bir çıkmaz sokağın içinde. Bir oda, bir karyola, bir saç soba… O, sabah namazına kalkar biz varmadan. Yatağının içinde kılar, Hafıza ana. Yaşlı, kimi, kimsesi yok. Mahalleli bakar ona. Ben onun sobasını yakarım. Sobasının üstünde küçük bir çaydanlık var. İçinde Ihlamur, kiraz sapı vesaire, bitkisel suyla kaynayan, ondan bir bardak içerim, yatağına oturturum. Ondan sonra sırtına yorgan veya ilave battaniye falan korum. Hafızana kendine gelir.  Sever. Ve Dua eder. ‘Namazınızı kılın’ diye öğütler. Elemtere’den aşağıya okutur. Biz masal anlatmasını istiyoruz. Ona severek hizmet ederiz. Hâlâ bildiğim Elemtere’den aşağı dualar o sayede aklımda kaldı. O günlerde elimize alabileceğimiz, ulaşabileceğimiz bir kitap yoktu.

Basılı bir kitap yoktu. Masal anlatırken onlar bir büyüklerinden falan dinlemişler, masalcılar, benim büyük yengem de çok iyi bir masalcıydı. Çok rüşvet verdim ben masal dinlemeye. Rüşvet nedir biliyor musun? Çeşmeden güğümle su getirmek. Tabi evlerde musluk Yok. Mahalle çeşmesinden kaplarla güğümlerle su getirilir.  Masalcı aynı o pencere önündeki  kadınların türküye kendi hayatını koyduğu gibi türkü dinlerken kendini macerasını, acısını, hastalığını, ayrılığını, yokluğunu, yoksulluğunu, şununu, bununu tefekkür ediyor, dalıyor ve artık bir ağıt haline geliyor. Masalcılar da kendi hayatıyla birleştirerek anlatır. Kendi hayatının acılarıyla, çileleriyle, yokluklarıyla, sevgi ve sevdiklerine ulaşamadığıyla masalla bütünleştirerek anlatır.  

(devam edecek)

Yazarın Diğer Yazıları