Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

'Büyük Doğu ile tanışmak Allah'ın bir lütfu, bereketi...'

Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

5. BÖLÜM

Siyasi ve idari kimliği dışında, sıkıntı ve yokluk yıllarının yetiştirdiği, bir dönemin siyasi çalkantıları içinde, İman ve islam davasının bir neferi olarak aksiyon ve fikir adamı, bir devrin tanığı Bekir Yıldız’ın hatıralarını Nehir Söyleşileri olarak paylaşıyoruz…

‘İki bıçakla Orta Okula Kayıt için gittim’

 Adam bırakmıyor… Kalktı gitti. La havle vela kuvvet… Gittim… Nazmi Toker ortaokuluna, kayıt şartları yukarıda iki tane pul, bilmem ne kadar resim, diploma iyi aldık tamamladım… 

Vardım… Sıcak bir gün… Bir akasya ağacının altında bir tahta masa koymuş, bir adam… Kuyruk var sekiz, on kişi. Kaderin cilvesi mi bunu çok defa anlattım ama burada da anlatayım… Bir de öğretmen var… İnsan var… İnsan var... Geçtik kuyruğa… Fakat üst baş böyle toz toprak, kir. Yani sebze çürüğü, içinde tozlu ayakkabı, var mı yok mu? Ökçe basılı. İki tane de bıçağım var. Bir sustalı var, bir kasap bıçağım var. Üstümden eksik olmaz. Sokak işte böyle bir şey… Ve kısmi bir heves de var… Ama çevremdeki herkeste var bu bıçaklardan bizim civarımızda. İtiş kalkış eksik olmuyor…  Sıra bana gelince şöyle bir baktı. İğrendi adam benden. Hissediyorsun. Çok rahat hissediyorum. Çünkü insanlarla çok yüz yüze olduğum için her çeşit insana mal satıyorsun. 

Şöyle baktı.
“On lira kayıt parası”  dedi Sert sesle…
“Kayıt listesinde böyle bir şey yok.”
“Çık sıradan.” 
Öyle bir ağırıma gitti ki, out'ta kaldım, kenarda kaldım… 
“Ben sana gösteririm” dedim. 

Gittim, en arka sıraya tekrar durdum. Yavaş yavaş ilerliyor. Ama benden sonra da gelen oluyor. Fakat yaklaştıkça elimi arkaya atıyorum, bıçağı hazırlıyorum. Ondan sonra bıçağı çakacağım, çocuğum kafa döndü… Kaldıramıyoruz öyle bir şeyi, hakaret etti adam. Bizi azarladı on lira lafı etti. 
“Kayıt parası on lirayı getir!” 
“Çık”
“Senin gibi zibidiyi kim kaydede…”
“Ne işin var buralarda…” 

Orada bir olay çıkartacak çocuk. Tam sıra bana geldi. Ben de telaş, titreme, ter öfke her şey mevcut. Dışarıdan bakan görüyor. Biz kendi halimizi pek bilmiyoruz. 

Sıra bana geldiği zaman adamın bir tarafına çalacağız. Kasap bıçağı öyle jilet gibi…  Sıra tam bana geldi. Adam kafayı kaldırdı. Aynı iğrenç eda ile: 
“Gene mi sen!” Falan gibi bir laf etti.
 Masa var aramızda, kötü bir masa.
“On lira getirdin mi?”
Hiç kulağım laf duymuyor. 

Omuzumun üstünden şırrak diye masaya bir on lira düştü.
“Fazla konuşma kaydet çocuğu.”

Arkamdaki adam çocuğunu getiren bir veli. Boylu bir adam. Adam, o da çok emredici bir vasıfla söyledi  kesin bir emredici üslupla. Dondum kaldım, elim arkada bekliyorum. Hareket de yapamadım.
“Tamam” dedi kayıt yapan .
Diplomayı falan zarfın içinde koydum. Kaydeden baktı,  yazdı “sekiz yüz seksen bir…” Bir kötü kâğıda yazdı: “Numaranız”                                                                                                                                
Numarammış. Bir şaşkınlık, şaşkınlık değil… 

Ne yapacağım, biz neye niyetlendik… Ondan sonra bir adam çıktı… O kim? Niye on lira alınıyor… Niye veriliyor. On lira da bizim bir haftada falan zor biriktireceğimiz bir para. Kolay ulaşacağımız para değil. Ulaşılır ama listede yazmıyor. 

Adam çocuğunu kaydettirdi. Sekiz yüz seksen iki. Adnan'ın babasıymış.
“ Amca niye on lira verdin?”
 “Oğlum kayıt parası istiyorlar on lira.”
“Ben çalışıp sana öderim.”
“Oğlum ne zaman istersen bizim Adnan'a ver… Ne zaman müsait olursan hiç acelem yok. Sakin ol…”

Adam arkamda bir müddet durunca hareketi anlamış. Girişimimiz kötü. Tabii arkadan gözüküyor. Eli bıçağa atıyor tekrar koyuyoruz… Kader! Allah orada korursa koruyor... O adamı da korumuş… Beni de…  O adam da müdür yardımcısı İsmail Köroğlu imiş. Daha sonra okula kaydolduk ve müdürünü yani öğretmenini öğreniyoruz.  Bakıyorum İsmail Köroğlu‘da öğretmen, Mustafa Akşehirlioğlu da öğretmen…

Biri, bir meslek, iş ve zanaat sahibi olsun diye yemiyor, içmiyor, takip ediyor, geliyor. İki defa uğraşıyor… Öbürü kapısına gelmiş adam kovuyor…  

Demin bahsettiğim imam meselesi gibi. Ya çocuk camiye gelmiş. Biraz da içinde  var.. Davetçi ol. .Davetkâr ol… Bir şey kaybetmezsin. Hiçbir şeyi genellemek istemem… Böylelikle  Nazmi Toker Ortaokulu'na başladık.                                                                                                                  

Kitaplarla Tanışıyoruz

Üç yıl Nazmi Toker üç yıl lise. Nazmi Toker Ortaokulu'nda yavaş yavaş ilmihal kitabı buluyoruz… Ufak tefek bulduğumuz kitaplarla haşır neşir oluyoruz…                                                                                                                                                            Ortaokulda kitapla alakam başladı. Kitabı arıyorum okuyabileceğim kitabı.  Sadece Kültür Bakanlığı ucuz kitap çıkartıyor. Öbür altın kitapları falan çok pahalı. Yani özel kitap, özel yayınevi. Kültür Bakanlığı'nın çıkardığı kitapların da yerli bir yanı yok. Öyle dinle örfle alakalı hiçbir şey yok… Rus klasikleri, Fransız klasikleri, serisinden gidiyor. O günlerde ben onlara başlamadım. 

Nazmi Toker Ortaokul ikinci sınıfa gidiyorum. Gene sınıf başkanıyım nasıl olduysa sınıf başkanlığı yapışık bana…

 

Laiklikle Dayaklı Tanışmam

Tabiat bilgisi diye bir ders var.  Defterleri idareye götürüyor, getiriyorum öğretmenlerle ilişki halindeyim. İzmirli bir kızcağız tabiat bilgisi dersine geliyor. Fakat o günkü Kayseri'nin yapısında son derece açık giysi bir kıyafet, mini etek, askılı kollar. Dalyan gibi de bir kız. Fakat öfkeli, çok öfkeli Kayseri'ye mikroplar nüfusu gibi bakıyor. Sınıfa bir alay mikrop bunlar şedit, pislik, çocuklar gibi davranıyor. 

Niye geldi öğretmenlik yapıyorsa?

 Sınıftaki çocuklar da hissediyor, öğretmenler de hissediyor. Herkes hissediyor yazı tahtasının bir kenarında silinmesi gereken yazılar kalmış. Kadın sınıfa geldi. 
“Bu nasıl tahta, sınıf başkanı nerede?”
  Vardım. “Evet, ora unutulmuş. Ben siliyorum.” 
“Dur dur, numaraları oku. Bu çocuklar gelsin tahtaya…” dedi. 

Okudum numaraları üç beş kişi geldi dizildi. Elinde örmeli kablo. Cop olarak kullanıyor. Bileğine takılı. 
“Herkes ellerini uzatsın.” 

Açtık elleri… Sınıf başkanı da cezalı.  Şak şak şak… Her avuca birer tane vurdu. Ben sondayım. Bana geldi  sıra… Bir vurdu.
“Bir dakika!” 
“Ellerini açacaksın.” 
İçine hırsla vuruyor…
“bu çocuklar otursun” 
“Bu ne!” 

Allah'ım ya Rabbim.
Bir şey yok ortada. Herkese birer tane bana beşer tane… O günlerde yastıkçılık yapıyorum, çok iyi yastık basarım bende zanaat çok… Meslek çok. Sağ elimin içi çuvaldızı avuç içiyle  itelediğim için nasırlaşmış ve çatlamış vaziyette.  Sağ elin içi tamamen nasır… Anam: “Oğlum çatlağa kına iyi gelir…” deyip elime kına yakmış. Kına da bitmek üzere. Tabii şey… Öğretmen sağ elimde kınayı görmüş… 
“Yobaz… gerici… laiklik düşmanı…”
Kadın köpürdü. 

Dedim ki: “Eğer kadın olmasaydın sana gösterirdim.” 

O kadın bütün hırsıyla , hıncıyla  patır patır vuruyor. Ellerimi çekmiyorum, inatlaştık… Kadın, terin suyun içinde kaldı. Bağırıyor bir taraftan. Yobazlıkla suçluyor: “Laiklik düşmanı…”

İlk defa laiklik sözünü duydum. Merak ettim… Tamam.  Kadın öfkelendi gitti. Sınıfı terk etti. O gün kafama takıldı. Bu laiklik neymiş? Bilmiyorum hakikaten. Laikliğin ne olduğu ilk defa o kadının ağzından duydum… Sağ elime on tane cop yedim. Sol elden vazgeçti. Sağ ele bindirdi. Yani çatlak olan elime… Ben de öfkelendim. O öfkeyle kadına çarpsam yuvarlanır ama kadın diye dokunmadım.”  
“Sen kadın olmasaydın sana gününü gösterirdim… 
Tamam avucumuzun içine cop yedik ama… Lan bu laiklik neymiş… İlk defa laiklikle böyle tanıştım. Sonradan öğrendik laikliği ne olduğunu…

 

Kitap defter taşımayan talebe

Ortaokulu bitirdim. Hiçbir türlü ders sorunum yok, ne kitap var bende ne defter. Lisede de ilkokulda da, ortaokulda da neredeyse üniversite de kitap, defter taşımayan bir adamdım. 

Lisedeyken kalenin içinde güzel kâğıtlar satılırdı. Onu matbaada kestirdim.  Zımbaladım. Teksir kâğıdından daha kaliteli kâğıtlar… Hoca anlatırken, buraya edebiyat dersinden not alırdım, çevirirdim, fen dersi gelir, not alırdım. Çevirirdim, tarih dersi ile üst üste notlar alırdım buda bana yeterdi. 

Hasılı hayatta sürekli, ya büyüklerin ananın, babanın, ağzı dualı, garazsız, dua eden insanların duasını almak lazım. Zaten dua deyince beklentisi çıkarı olmayan bir şeyden bahsediyoruz. Allah eksik etmesin. Hasılı biz bu şartlarda Nazmi Teker Ortaokulunu tamamladık.

Büyük Doğu Yayınlarıyla lisede tanıştım
Kayseri Lisesi'ne başladığımda biraz daha etrafı tanımaya başladım. Çünkü okumaya başladım. Kayseri Lisesi'ne girince de rahmetli Ziya Olgunharputlu isimli bir arkadaşım vardı. 

Birinci sınıfta Büyük Doğu ve yayınları ile tanışma fırsatını buldum. Haftalık Büyük Doğu mecmuası çıkar. Çok canlı, çok güncel, çok dinamik bir dergi.  Biz onu bayide beklerdik, bir tane satın alalım diye. Çünkü rahmetli o gün de güncel mevzularla bütün Türkiye'de olay meydana getirecek başlıklarla çıkarırdı her büyük doğu sayısını. Hakikaten olay olurdu insanların zihninde. Çok az adetle basılırdı.

Bu arada müftülüğün arka tarafında küçük bir oda kiraya tuttuk. Birkaç arkadaş burada oturalım. Muhabbet edelim gibi düşünerek… Kapıya da bir levha astık. “Türk Ocağı”.  Biz orada yirmi, yirmi beş arkadaş Büyük Doğu Mecmuası okurduk. O zaman Yüksek İslam Enstitüsü Derneği İdeologya Örgüsü’nün ilk baskısını yaptı.  Onlar da bizim, tanıdığımız arkadaşlar... Güzel de bir kitap çıktı. Böyle örgülü, mavi kapaklı bir kitap gözümün önüne geliyor. Derken Büyük Doğu'nun külliyatıyla tanıştık... Başladık Büyük Doğu okumaya... O arada Kayseri Lisesi'nde okuyorum. 

Tabii insan ister istemez fikirlerini konuşmak, etrafa sirayet ettirmek gibi bir yaratılış içerisinde. Bizim bu dinamik arkadaş grubu da bu maksatla, bu gayrette… Bir taraftan rahmetli üstadı Necip Fazıl'ın kitaplarını okuyoruz kendi kendimize… Yirmi, yirmi beş arkadaşımızla diyelim ki “o ve ben”i okuyor, okuyan arkadaş onu yirmi beş arkadaşına anlatıyor. Bir hazırlık yapıyor. Diyelim ki “Tohum”u piyeslerden bazılarını veya veya “Abdülhamit Han”ı… Toker yayınları basardı üstadın kitaplarını, bize de fiyatı pahalı gelirdi. Bir kitap okunur, bir de çay içilirdi.  Ya böyle,  otuz metre kare büyüklükte bir oda düşünün. Orada bir musluk var, çayımız orada kaynar, biz yaparız, lavabo orada. Birkaç masa sandalye… Ama çok samimi bir ortam. 

Kayseri'de Türk Kültür Derneği diye iş hanının üstünde bir dernek vardı. Sadece kültür faaliyetlerini o çerçevede yürütürlerdi. Rahmetli Nevzat Türkden oranın banisi, kurucusu. Onlar da biraz Nihal Atsız ve Dündar Taşer arasında gidip gelen bir yapıydı. Nihal Atsız iyice nasyonal sosyalizm denen kafatası ölçümüne kadar giden bir ırkçılığa doğru yöneldi. 

MHP ülkücülük hareketi Türk kültür Cemiyeti’nin  riyasetindeydi bir arkadaşlık ünsiyeti içerisinde bizden de seminer talep ederlerdi. Gider biz hazırlıklarımızı orada anlatmaya çalışırdık. Anlattığımızda da sonunda olay çıkardı zaten. Onların kabul edemediği şeyleri söylemiş oluyoruz biz çünkü. 

Bunlar Lisede oluyor tabii. Büyük Doğu Dergisi içerikli ve dolu dolu bir dergi. Bir de güncel bir dergi, günlük olaylardan azade günlük siyasetten uzak. Her konuya direk bodoslama dalan bir mizaç. 

Onun için dergiyi alınca bir hafta mevzu çıkardı okulda. Çok kolay ve kendiliğinden çıkardı. Çünkü alternatif söylüyor. Bilhassa Çetin Altan’la rahmetli üstadın karşılıklı yazılarını hararetle takip ederdik.

Daha sonra üstat Bugün Gazetesi’ne yazı yazmaya başladı. Mehmet Şevket Eygi Bugün gazetesini çıkarttı o günlerde. Köşe yazıyordu rahmetli. Günlük böyle çok müthiş atışmalar olurdu.  O atışmalar günceldi zaten… Yani ferdi, şahsi bir atışmadan falan bahsetmiyoruz tabii. Diyelim ki Çetin Altan sabah Sultan Ahmet Camisinden bahsederken “çorap kokusundan iğrendim” diye bahseder. Üstad da ertesi gün ona cevaben: “Senin iğrendiğin koku benim için dünyanın en güzel misk kokusudur.” 
“Moskova lağımının pis faresi” diye başlar…

 

Büyük Doğu ile tanışmak Allah’ın bir lütfu

Liseli yıllarımızda bir kanaat sahibi olmaya başladık. Bir dünyaya bakış açımız oldu. Dünyayı tanıma açımız oldu. Daha sonra Batı Klasiklerinden istifade ettik. O küçük odada bir taraftan Necip Fazıl'ın kitaplarını okuyup birbirimize anlatırken, bir taraftan da ülkelerin diyelim Fransız edebiyatı klasiklerinden şunu falan arkadaş okuyacak, anlatacak. İspanyol edebiyatını falan okuyup anlatacak belli başlı yazarlarla beraber. İtalya'da İtalyan edebiyatı, İran edebiyatı, Arap edebiyatı, Amerikan, İngiliz edebiyatı. Bu ülkelerin klasikleri okunur arkadaşlarımız tarafından anlatılır. Rus klasikleri düşmüştü bana.  

O günlerde Kültür Bakanlığı “bin temel eser” diye kitaplar yayınladı. Yirmi beş otuz kadarı yayınlandıktan sonra yayın son buldu. Daha sonra Tercüman gazetesi “bin bir temel eser” diye kitap yayınlamaya başladı. O da otuz sayı kadar çıkarttıktan sonra yayınına son verdi. Bu kitapların tanesi beş lira idi. Yemeyip içmeyip bu kitapları alıyordum.                                         

Türkiye'de ne kitap çıktı? Mutlaka haberimiz olurdu. Bu liseli yıllarda oluyor. 

Fikri olarak söyleyeceğimiz çok söz biriktirmişiz. Tarafsız ve bir tarafa çok katı bağlılık yapmadan, ehlisünnet akaidi çerçevesinde.  Bir çalışma olduğu için cemiyetin her kesimiyle çok kolay temas kurardık.  Ülkücü çocuklarda var.  Belki okudukları kitap falan yoktu…  Hareket üstüne kurulu, dinamiklik üstüne kurulu, o tür mizaca sahip arkadaşlar oraya intisap ediyor. 

MHP hareketi var. MHP hareketi de başlarda tam bir ırkçı kafa yapısıyla, düşünüyor. Daha sonra Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si isimli bir kitap yayınladı. İyi bir kitaptır biraz daha Anadolu rengine büründü bu hareket. Zaten o gün bugün bu iç çekişme MHP'nin içindeki iç çekişme budur. Nihal Atsız’ın fikirleri ile Dündar Taşer’in Fikirleri…

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun çıkış sebebi de budur. 

Liseli yıllarımızda farkında olarak veya olmayarak kendimizi dünya kültürleriyle, dünya kültürlerini tanıma adına çok iyi geliştirmişiz.

O yirmi beş otuz kişi olan arkadaş kadrosu kitap okuyor . Cervantes okuyor anlatıyor, İspanya'yı tanıyorsun. Rusya'yı tanıyorsun. Müzik nedir onu biliyorsun çar nedir, onu biliyorsun. Bolşevik nedir, onu biliyorsun.  Birçok insanın el yordamıyla ulaşamayacağı şeyleri.  

Büyük Doğu’nun, en büyük katkısı Kayserili o grup arkadaşa, bu oldu diye düşünüyorum.  Çok kıymetli bir katkı oldu.  Biz Büyük Doğu’yla orada tanıştık ve devam ettik. Büyük Doğu yayınevi, rahmetli Necip Fazıl'ın kitaplarıyla kendisiyle daha sonra İstanbul'da tanışacağız.

Ondan sonra kitaplarını anlamaya çalıştık. Doğu nedir? Batı nedir? Sentez nedir? Antitez nedir? Müslümanlığın kendi içerisindeki serüveninin doğru bir tarihi seyrini anlatıyor. Tasavvuf, Osmanlı, mezhep, din bunlara güzel bir tanım yaptığı için hâlâ bundan sonra da geçerli olabilecek tanımları yerli yerine oturtmuş. O gün ve bugün bile aynı şey geçerli. Büyük Doğu’yla tanışmak bir şans diye düşünüyorum. Allah'ın bir lütfu, bereketi diye düşünüyorum. Allah herkese nasip etsin. 

En küçük bir ziyanımız zararımız söz konusu olmadı. İnsan gibi düşünmeyi öğrendik. Bugüne kadar hiçbir fikren aldatılmışlık duygusu yaşamadık. Ne kadar isabetliymiş! Gerek dünyayı, gerek doğuyu, gerek Batı'yı, gerek dini, gerek itikadı hassasiyet ve ölçülere riayet hususunu…  Kitap, sünnet, icma, kıyas, gibi, temel meseleleri anladık. 

Diyelim ki  bir Komünizmle Mücadele Derneği, herkes sonradan öğrendi ki bu İngilizler tarafından Irak'ta Selefilik manasıyla kurulan bir şey.

Daha sonra başka bir kola bakıyorsun. O da yine İngiliz veya Amerika eliyle kurulmuş FETÖ gibi… Müslümanları ve dünyayı ifsat etmek için. Ayrıca bu yanlış düşüncelere sahip arkadaşlarımızın çoğu perişan oldu.

Ülkücü arkadaşlar da perişan oldu.  Şişirdiler. Komünizmin önünde bir engel zannetti kendisini. Hâlbuki komünizmi de destekleyen derin devletti… Ülkücülüğü de destekleyen…  Birbiriyle çatıştırıp şu kadar bin gencin ölümüne sebep derin devletti…

Büyük Doğu fikriyatına sahip olan arkadaşların ömrü, etraftaki işlerin yanlış olduğunun izahıyla geçti. Türkiye'de büyük bir zaman dilimi sürekli boşa gitti. Hasılı liseli yıllarımızda tabii canlı bir siyaset, canlı bir fikri hayat, canlı bir tartışma ortamı vardı.  Biz de bunun merkezindeyiz.

Çünkü biz kuvvet kullanma kısmını kullanmadığımız için zor veya kaba kuvveti mecbur kalmadıkça kullanmak istemediğimiz için, karşımızdaki konuştuğumuz her insan rahat eder. Emin olur… Neticede biz peşinen söyleriz ki: “İnansak kafamızı koruz. Ama inanmadığımız bir kavganın içinde de bulunmayız.” 

Dahil olurken belki heyecanla dahil olduk, ama daha sonra hakikaten emin bir sığınakta bulunmuşuz. Doğru bir sığınakta bulunmuşuz, kadim bir geleneği olan sığınakta toplanmışız.

 

İstanbul’da Üniversite Okumak Hayalimizdi

Arkadaşlarımızın hepsi üniversiteyi İstanbul’da okumak isterdi. İstanbul’da üniversite okumak hayalimizdi.          

İstanbul’a giden önümüzdeki ilk gurup Ali Biraderoğlu, Rafet Cıngıl, Ali Gengeç, Hüseyin Arı, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran, Rıfat Besceli gibi İsimler vardı. 

İstanbul'a gittiğimizde Milli Türk Talebe Birliği tabla kürek bize teslim etti kendini. Hiç sorunsuz, ivazsız, garazsız… Hakikaten yönetim kabiliyeti olan, düşünen, lise mezunu bir çocuk düşünün. Kafasının işi çok dengeli ve problemi yok. İç çatışma yaşamıyor… Her soruyu kendine göre çözmüş… İrade beyan ediyor. Üniversiteye yeni başlamış. Kaç kişi irade beyan edebilecek ve kararlı olabilecek? O avantajı biz Kayseri’de temin etmişiz. Dünyanın her kitabını okuyorsun, değerlendirmeli okuyorsun, önü, arkası, hepsini eleştirerek okuyorsun… Derken liseli dönemim böyle geçti.

İlk guruptan sonra İstanbul’a üniversite için giden ikinci gurup arkadaşlardan bazılarının isimleri Özer Koç, Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül, Bekir Yıldız, Ziya Olgunharputlu, Galip Boztoprak, Nazım Erinmez gibi İsimler.

Üçüncü gurup içinde şu isimler hatırımda; Mustafa Tekelioğlu, Mustafa Cabat, İlhan özkeçeci,Fikret Karakaya, Ahmet Tahir Gül, Taner Yıldız, Kadir Seçmeler, Mehmet Sarıçiçek , Mesut Akçakaya. Sadece Şükrü Karatepe Ankara’yı kazandı. Biz de latife ederdik. İstanbul’dan başka üniversite diplomasını kabul etmeyiz diye.

 Bahsettiğim bu üç gurup arkadaşlar Büyük Doğu Yayınevi’nde ve MTTB de önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Allah hepsinden razı olsun.  

 

Duvar Gazetesi ve Macar Milli Takımı

Kayseri Lisesi’nde ikinci sınıftayım. Duvar gazetesi çıkartalım dedik. Sınıf başkanıyım. Şu kapıyı yan yatır. Daha büyük bir şey. Çuhanın üstüne çerçeveyi alıyoruz. Onun üstüne yazıları iğneliyoruz. Mahmut Taşkın lisenin müdürü. 
Dedim ki: “Arkadaşlar gidip Mahmut Taşkın’dan izin alalım. Saygısızlık olmasın.” 
Çaldık kapıyı.

“Sesimiz isimli bir duvar gazetesi çıkartmak istiyoruz. Sizin izninizi talep ediyoruz müdürüm.” 

“Bu çok iyi olur çocuklar. Çıkartın yalnız çıkartmadan önce bir göreyim.” 

Biz de teşkilat hazır. Kız çocuklarına, sapları kestirip üstünü altın rengi boyatıyoruz, format ve görüntü mükemmel tamam. Şahane çerçeve ve hemen el yazısıyla, divitle, okkayla yazı yazdırıyoruz. Üstadın makaleleri, Sezai Karakoç’tan alıntılar,  Yunus Emre’nin şiirleri, Baki'de şu bu ama işte bizim o günkü formatımız.

Anlaşılır şey olsun diye biraz da esprili fıkralar falan. Öğrencilerden bulmaca falan. Duvar gazetesi.  Kayseri Lisesi’nde bir olay. Daha önce olmamış ama öyle bir şey yok. Biz tuttuk bir kişi oradan bir kişi buradan. Hocaya: 
“Hazır bunu asacağız.”  Diye Mahmut Taşkın'a götürüyoruz, Müdüre. Biz de altına yazıyoruz: Necip Fazıl Kısa kürek, Sezai Karakoç, Mehmet Akif Ersoy… Kime aitse onun altına ismini.
“Yazdık hocam işte hazırladık.” 
Şöyle baktı. Yazarların isimlerini okudu.
“Bunu asmayın!” 
“Niye hocam?” 
“Hep, yobaz, gerici adamlar”…  Altındaki isimleri okumuş.
“Burada bak Nur kelimesi geçiyor, bu nurculuk…” 
“Kayseri Lisesi'nin Nura koşan gençleri” diye bir marşımızda var falan dediysem de, “olmaz!” 
“Peki, hocam derhal değiştiririz.” 

Geldim kızları topladım. Çok güzel divitle yazan kız çocukları var. 
“Bu yazılara bir daha yazacaksınız.”
 Arkadaşlarla konuştuk. 
“Ama altına ne yazalım?”

 O sene Macaristan futbol takımı bir başarı kazandı.  Avrupa çapında bir başarı. 

“Hah oğlum işte böyle…” 

Macar Milli Takımının kalecisinden başlayıp forvetine kadar hepsinin ismini yazıların altına yazdık. Biri aklımda Mehmet Akif’in şiirinin altına Frerdik Puşkaş denk geldi. 

“Hocam getirdik değiştirdik bütün yazıları…”

Baktı : “Hah oğlum işte böyle…”

 

 

 

“KANLI FUTBOL”
Kayserİspor –Sivasspor arasında oynanan futbol maçları önceden Sümer Stadadında oynanırdı… Her maçta ufak tefek itişme kakışma olurdu… Stadyum yapıldıktan sonra futbol maçları merkezdeki şehir stadında oynandı.

Yıl 1967… Ay eylül … Lise ikinci sınıftayım… Kayserispor-Sivasspor maçı var Kayseri’de… 

Ömer ağabeyim DDY’da makinist… Sabah Sivas’tan doğu ekspresini getirmiş…
“Oğlum, kalabalık bir Sivaslı taraftar getirdim. Hava çok gergin maça gitme olay çıkacak…”

Fakat ben bir gün önceden 2 küfe ayva aldım. Onu maçtan önce satacağım…

Tane tane sattığım ayvalar erken bitti. El arabamı Yanıkoğlu mahallesindeki halamın evine bıraktım ve maçı izlemek için, kapalı türbine geçtim. Stat kapısı, sinema kapısında bilet kesenler arkadaşım olduğundan; ücretsiz giriyorum stada… Sivas seyircileri, açık türbindeler. Kayseri taraftarı kale arkasındalar. Hava çok gergin… Kayserispor bir gol atınca, ortalık karıştı. Taşlar havada uçmaya başladı… Seyirci tel örgüleri yıkarak sahaya girdi. Hakem ve oyuncular, soyunma odasına sığındılar. Ortada güvenlik namına bir şey görünmedi.

Sivas taraftarı can havliyle çıkış kapısını zorladılar. Fakat kapılar içeri doğru açıldığından orada 39 kişi, sıkışmadan dolayı can vermiş.

Olay şehre yansıdı. Araba yakmalar, cam kırmalar, çatışmalar sürdü gitti…
Akşama doğru, asker olaya el koydu… Sivaslı taraftarları otobüslerle Sıvas’a gönderdi… Kayseri’de sabaha kadar durum anlaşılamadı… Sivas’ta, Kayserili bilinenlerin evleri, işyerleri, arabaları, yakıldı…

Coğrafyası ve kültürü aynı olan iki Selçuklu şehrinin arasına husumet girdi… Uzun yıllar Sivas ve Kayseri bu vahim olayın etkilerini yaşadı.

DEVAM EDECEK

Röportaj: Mustafa Kanlıoğlu
 

Yazarın Diğer Yazıları