Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

'Babamdan Kalan Tek Miras'

Bekir Yıldız'la Nehir Söyleşi

3.Bölüm

Siyasi ve idari kimliği dışında, sıkıntı ve yokluk yıllarının yetiştirdiği, bir dönemin siyasi çalkantıları içinde, İman ve islam davasının bir neferi olarak aksiyon ve fikir adamı, bir devrin tanığı Bekir Yıldız’ın hatıralarını Nehir Söyleşileri olarak paylaşıyoruz…

MASAL ALEMİNDE KAFDAĞI’NIN ARDINA GİTMEK
Masalın başı Kafdağı’nın ardına. Nasıl gidileceği, hangi araçla gidileceği bir hangi kuşun sırtına binileceği, o kuşun ekmek, su, bilmem ne gak dedikçe su, guk dedikçe ekmek o kısımlar falan ama ballandıra ballandıra dillendirilir,  anlatılır. Biz  öyle sessizce aman ha kıpırdamadan çarpılmış gibi dinleriz. Bir yerinde der ki hep menzil geçecek, menzil aşacak. Bak bir kapıya bir yere vardın. Atın önünde et, itin önünde ot var. Sen itin önündeki otu atın önüne koyacaksın. Atın önündeki eti itin önüne koyacaksın, kapı açılır diye tembih eder.  Masal ustası çaprazlama yapıyor. Ve onu temin ediyor bir sonraki yere geçtiğinde. Önceki tembihler. Açık kapı göreceksin. Bir de kapalı kapı göreceksin. Sen kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapat. Çünkü açık kapının arkasında yol yok, kapalı kapıyı açacaksın gibi böyle imajlı şeyler var. Hasılı böyle bir masal dinlemem de var. Allah rahmet etsin. O gün bunları anlatırken o günkü insan ilişkilerini, mantığını, manasını. 

YOKLUK ve YARDIMLAŞMA
Genel bir yoklukta var yalnız. Yani varlıklı olan varlığını gösterecek durumda değil. Fileyi, ayıp ve yasak, kabul eder. Dışarıdan gözükeni evine getirirken göstermez. Bağcılar bağdan döndüğü zaman geldiği zaman. Tabii olarak kurular, kayısı kurusu, üzüm kurusu, iğde kurusu. Pekmez ve ürünleri, süt ve ürün sebil vaziyette olur. Konuya komşuya dağıtılır. Önemli olan çalışmak, ter dökmek, çabalamak. Bunlarsız bir yere varılmaz diye diye herkes daha hayata adımını attığı zaman bunu kabul etmiştir. Tembele hayat yok. Bu hayatta yer yok manasına gelen bir şey aslında. 

OKUYACAK KİTAP BİLE YOK
Öbür taraftan okuyabileceğimiz herhangi bir kitap yok. Ben dördüncü, beşinci sınıflarda biraz kitap bulsam okusam falan gibi başladı zihnimde. Çarşıda, pazarda kitap falan yok öyle kitapçılarda.. O günkü Kültür Bakanlığı batı klasiklerini basmış. Başka da yerli bir şey yok. Daha sonra biraz motlar değişti. Bin temel eser, daha sonra tamamlanamadı. ‘Bin bir temel esere döndü’ falan derken onun hikâyesi ayrı.  

‘BABAMDAN KALAN TEK MİRAS’
Babam rahmetliye Devlet Demiryolları'ndan bir defter vermişler sarı, bir defter. Benim hayatımda babamdan kalan tek şey. Herhangi bir para, mal, mülk, yok. Zaten öyle bir yapı da yok ortada. Ve o defter rast geldi. Herhalde üçüncü dördüncü sınıftayken ve o sıralarda rast geldi. O yeni el yazısını mektepte beraber öğretilen el yazısıyla biraz zor söküyorum, okudum. O defterde otuz iki farzı yazmış. El yazısıyla biri yazdırmış daha doğrusu. Daha sonra ve biraz daha büyüdükten sonra depoda babamı araştırırken yani Demir Yollarında nedir, ne değildir, nasıldır, nereden? Arkadaşı kimler konularını araştırdım. 

Eskişehir'den Kadiri bir dervişi gelmiş tayinle. Yasak ama  bunları özel üç beş tane arkadaşına, bir yerde toplandığında iş yerinde veya dışarıdan, otuz iki farzı yazdırmış. Otuz iki. Otuz iki farzı yazdırmış ilk okuduğum şey bu. Yani metin olarak ve inanarak ‘aa buymuş’ dediğim. Böyle bir de baba, rahmetliden kalınca çok kıymetli bir hatıra. Bir de bu defterde el yazısıyla Yunus Emre Divanı’ndan dörtlükler var.

Yüzünü görmediğim babamdan kalan tek miras


Söylemiş, bunları da yazmış. Belki yazan da pek farkında olmayabilir ne yazdığının. Oradan bir cümle kafama takıldı, okuyorum
“Bir nesneye yanar içim göynür Öz'üm 
Yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi.” 
Bu gök ekini diye yazılıyor. Gök ekinini, bir türlü gök ekini nedir? İlkokuldaki öğretmenlerin zaten böyle bir şeyle ilgileri yok. Nazmi Toker Ortaokuluna kayıt oldum Orada Türkçe dersi var. Türkçe öğretmenine sordum. 
‘gökte bir ekin tarlası düşün’ dedi .
Sonra anladık ki Hazret diyor ki:
‘Gençken ölüm biraz acı gelir’. Buna üzülürüm.

Hepsi bu. Gök ekini gövermemiş. ‘Gövermek’ tam yerli kelimeyi bulana kadar iki üç yıl uğraştım. Rahmetli babamdan bana en kıymetli hediye o. Şimdi başucu kitabımda odur. Allah rahmet eylesin. 

Ondan sonra Ömer Nasuhi Bilmen İlmihal kitabı bulduk. Ama lisan bizden çok uzak. Yani kitabı okuyorum anlamam neredeyse mümkün değil. Çünkü o tarihten o tarihler dahil olmak üzere 30 veya 35 yıl. Yani 1950-1975’e kadar her yıl değişiyor. Türkçe değişiyor. Agop Dilaçar Türk Dil Kurumu’nun başkanı. Gökgötürsel avrat, hostes oluyor. İşte her gün Türkçe değişiyor. Bir yıl önceki kitabı müfredattan, orta birde, orta ikiye geçiyorsun, geçen seneki kitap değişiyor. Böyle bir felaket. Kökünden kazımak yetmemiş sonra devam eden bir Türkçe kıyımı. 

‘ŞEHRİ AVUCUM İÇİ GİBİ BİLİRİM’
O günlerde Kayseri'de mahalle çeşmelerinden su temin edilir. Hepsi her zaman akmaz, akan çeşmeleri. Çocuklar ellerinde büyük kova ve kaplarla su götürürler. Şehir Kiçikapı, Hunat, Meydan, Hacıkılıç, Düvenönü, Çifteönü, Bahçebaşı, yani böyle bir avuç içi kadar bir yer. Benim de ayağım cıvık olduğu için, yani ticaretle meşgul olduğum için, Kapalı Çarşının en ücra noktasını herhangi bir sokağın köşesini akrabalar falan da var, Kayseri’yi avcumun içi bilirim. Nerede çeşme var, nerede virane var, şu var, nerede bu var, hepsi hafızamızda kayıtlı çocukken. 

O GÜN OKULLA AİLE ARASINDA BİR UYUM VAR
Çocukluğumuzda böyle bir canlı bir çocukluk dönemi yaşadım. İlkokul enteresan. Babalar, analar, halalar, dayılar, yaşlı insanlar bana hep okulda öğretmenine saygı göster, öğretmenini üzme diye söylediler. Okulda öğretmen diyor ki evinizde ananızı, babanızı üzmeyin, saygı duyun, hürmet edin, dediklerini yapın. Yani okulla ev arasında o gün, okulla aile arasında uyum var. Birbirine uyum halinde eğitim var. Okul çocuğu öğretmene itiyor. Öğretmen çocuğu eve barışık ediyor. Bugün çocuğuma bir şey söyledin diye öğretmeni, ipe çekmeye gidiyor veli. Öğretmen de ben karışmıyorum ne haltın varsa gör diyor. Böyle bir anlayışta öğrenim olamaz, eğitimi bırak.

‘BİZ EKMEK PARTİSİNDENİZ’
60 ihtilali olduğu zaman halkın yüreğinde büyük bir korku esti. Tekrardan ‘Sağır İsmet Dönemi’ başlayacak mı? İşte ne çektiyse, o yaşlılar biliyor Sağır İsmet Dönemini. Tekrar başlar mı diye yaprak gazeli olmaya başladı insanlar. Ve ben gazete satarken, mısır satarken hangi partidensin diye bana sorarlardı. Daha anlamadığım bir şey. Rahmetli Ömer abimin bir lafı vardı. Onu da söylerdim: ‘Biz ekmek partisiyiz’

HALKTAN ve HAYATTAN KOPUK SİNEMACILIK
İstanbul'da Sinematek Derneğine üye oldum. İstanbul'da Edebiyat Fakültesi'ne severek kayıt oldum. Büyük bir heyecanla, sonra yanlış yaptığımızı anladık. Okul değiştirdik. 
Sinematek Derneği Türkiye'de en yetkin sinema eğitim kurumu sayılırdı o günlerde.  Yeşilçam Sineması farklı bir sinema. Eczacıbaşı’nın kurduğu yürüttüğü ve finanse ettiği bir dernek. Bu bilgiyi de burada peşin geçelim. Eczacıbaşı ailesi Marksist, Maocu görüşü destekleyen bir aile. Çin komünizmi lehine Türkiye'de teşvik eden, finans eden, destek eden aile. Bu aileden bir tanesine vakıf kurdurdular. Eczacıbaşı Vakfı. O kanaatleri hâlâ devam ediyor. Sinematik Derneği’nin hamisi de Türkiye'de Çin yanlısı komünizme hizmet etmek için dergi çıkartır. Dernekler kurulur. Ama Sinematek Derneği çok ciddi çalışan bir yer. Gittik üye olduk. Üç kişi üye olduk. Salih Diriklik, Mesut Uçakan ve ben Bekir Yıldız.  Hakikaten ciddi çalışıyoruz. Kapanıyoruz Fransız sineması konusu için. Fransız Elçiliği veya Fransa Devleti’nden, Fransız klasiklerinin tamamını temin ediyoruz. Biz onları tek tek izliyoruz, yorum yapıyoruz. Haklarında konuşuyoruz. Sonra geçiyoruz Rus sinemasına. Haftalarca hem halkları tanıyoruz. Rus ne demek, Rus halkı kim, Yapısı ne? Fransız halkını, Çek halkını, İspanyol halkının kimliğini tanıyoruz. Benim o sinema çalışmalarından bahsetmemin sebebi, Yılmaz Güney'i Türkiye'deki sosyalist sinema lanse etmek istiyor.  Yeşilçam Sineması bunlardan ayrı farklı bir şey. Sinema bahsine ayrıca geçeriz ama o hatıra için anlatıyorum. Önce Tarık Akan’ı seçtiler, tutmadı. Tarık Akan züppe bir tip canlandırırken sosyalist devrimci bir tip yapmak istediler, olmadı. Yılmaz Güney’i buldular. O da Beyoğlu bıçkını rollerindeydi o günlerde. Beyoğlu’nda bıçkınlık yapar atar, yatar. Meyhane kabadayısı falan filmler çevirir. Buna tuttular sosyalist sinemacılar, Umut diye bir film yaptılar. Fakat Sinematik Derneği’nin ağırlığı çok. Oraya Türkiye'deki on, on beş tane sinema ustası geliyor. Metin Erksan, Halit Refik gibi. Ne kadar kültürle alakalı konu varsa sol ve sosyalist yapılı adamlar. Biz de oraya çömez olarak gittik, kaydolduk. Öğreneceğiz. Kafaya koyduk. Yani senarist olmak, kamera kullanmayı falan öğreneceğiz, niyetiyle. 
Dediler ‘Umut filmi görülüp yorumlanacak.’ Daha galası yapılmadı. Piyasaya çıkmadı, galası da yapılmadan önce bizim bir yani Sinematek Derneği’nin bir görüşüne başvurulur. Seyrettik aşağıda. Yukarı çıkacaksın orada yorumlanacak ama yorumlarken herkes mutlaka fikir beyan edecek. Her filim için durum aynı.  Fransız sineması için de öyle. Rus sineması içinde durum böyle.  
Öve öve ayağını yerden kestiler filmin. Adana'da bir at pazarında başlıyor film. Sıra bana geldi, yorum sırası. Pek gale alınmıyoruz tabii. Çömezlerin yorumu ama işte orada üyesin. Fazla bir üyesi yok toplam yirmi, yirmi beş kişi falan. 

Dedim ki ; ‘Bunun kurgusu baştan sona yanlış.’
 Herkes gerildi. 
‘Ne demek? Nasıl olur’ 
Anlatayım:  Kayseri Düvenönü. Güccük gözün Amet.’
 Aynen böyle söylüyorum. 
‘At arabacısı. Atından başka hiçbir şeyi yok adamın. Ana yok, baba yok, şu yok, bu yok. Birinden gider bir araba kiralar, atını takar. Onunla araba sahibi ile  ortak çalışır. Üç beş kuruş bir sigara parası  zor temin eder. Yatacak yeri yok, ana yok, baba yok. Benim ilkokul günlerim. ‘Güccük gözün Amed'in atı çatlamış’ dediler.
Amet, ölen atının başına çökmüş. At oraya yığılmış. Zaten cılız. Çünkü çelimsiz bir at ölmüş, Amet de başına oturmuş ağlıyor,  Seyirci her taraf.’ 
Ama ben bunu olduğu gibi orada anlatıyorum. 
‘Siz böyle atıp kütületiyorsunuz  da bunlar  hayalinizdir. Böyle bir şey yok.  Anadolu'da, Düvenönünde Tıngalanın, Şaban’ın kahve var. At arabacıları orada oturur. At arabacılar, taş oynar, boştur, sırası gelen  yükünü alır.  Kahvede oturanlar duydu ki Güccük Gözün Amet'in atı çatlamış. Herkes herkesi biliyor zaten. Ölen atının başında ağlayan Amed’in başına geldiler. Ben gözlemciyim. Hatırı sayılır yaşlı bir at arabacısı başındaki kirli papağı çıkardı: 
‘Atın lan’ dedi. 
Herkes içine kaç kuruş attı bilmiyorum ama. Demir bir lira, elli kuruş, yirmi beş kuruş gibi.
‘Amet'e at alacağız, atın.’ 
Şöyle bir dolaştı  atan attı.  Papağın üstünden tuttu içinde bozuk para var. Ben adamın peşine takıldım bisikletçi Kadir Amcanın dükkânına girdi. 
‘Kadir Emmi bak Amed’in atı çatlamış. Falanın ahırda at var, on liraya satın alırız. Orada müsait bir at var. Biz aramızda bu kadar topladık.’ 
Kadir emmi masadaki çekmeceyi çekti. Yeşil kâğıt onluğu adama uzattı:  ‘Al oğlum!’
Papağı aldı içindeki bozukluğu çekmecesine boşalttı. Hiç sayma mayma yok. Belki iki buçuk lira toplandı. Belki de üç lira toplandı bilmiyorum. Adam seğirtti gitti. Atı satın aldı geldi. 
Amet hâlâ ağlıyor. ‘Kalk lan’ dedi. Tepti Amed’e. 
‘Kalk’ dedi.
Yeni atı bağladılar. Amet ne olduğunu şaşırdı. Ölen atı da arabasının üstüne yüklediler.
‘Git bunu garipler mezarlığının o tarafa at gel’ dediler. 
İyiler Mezarlığı, Garipler Mezarlığı gibi şehir mezarlığına varmadan mezarlıklar var. 

Sokak bunu yaşatıyor. Orada Sinematek Derneği’ndeki herkes iki büklüm oldu şimdi. Sen canlı bir pasaj anlatıyorsun. 
‘Siz ezbere anlatıyorsunuz. Ama ben diyorum ki siz burada böyle kafayı çekerken gidip te Anadolu’ya hiçbiriniz çıkmadınız.
Ben, işte Kayseri'de, mekân şu, adı şu, olay bu. Adana'da da olsa durum bu. Erzurum'da da olsa durum bu. Yani bir nalbant esnafı birbirini boş bırakmaz. Bir berber esnafında o günlerde birbiriyle yardımlaşır. Cenazesi vardır, batmıştır, oğlunun başından macera geçmiştir. Yapışık yaşıyor insanlar. Yani birbirinin gamını bölüşüyor, kederini bölüşüyor’ dedim.  
Sonra tabii ben de biliyorum ki o çıkışım altımızı çizdirdi. Mesut’a dedim ki: ‘Aman sen devam et.’ Biz çizdirdik. Mesut devam etti Salih'le. Kamera başına geçilecek. Listede Benim ismim yok. 

ALDATILMAK UNUTULMAZ
Gene ilkokula gidiyorum. Kağnı pazarında su satıyorum. Kağnı pazarı nere? Hunat Cami’nin kuzey kapısı ile eski hal binasının arasına kağnı pazarı derler. Orada kavun, karpuz bastaları kurulur. Köy garajları var. Oraya gelir. Tam ana baba günü gibi bir Pazar yeri. Ben de Gazezoğlu’ndan buz alırım. İki kapılı çeşmeden kovamı doldururum. 
‘Soğuk su içen var mı?  Otuz iki dişine keman çaldırıyor’  diye su satarım. 
Bir kovadan 135 – 140 kuruş çıkartmam lazım. Hesabım bu. Eve iki tane ekmek alacağım. Ertesi günün buz parasını temin edeceğim  hesap bu. 

Hunat Cami’nin kuzey tarafındaki kalabalığa vardım. Artık suda soğuk içilir kıvama geldi. Bir tahta sandalyenin üstünde dev gibi bir adam boğazına yılan sarmış, boğa yılanı, oynuyor yılan. Herif dikkatimi çekti. Acayip bir görüntü. Yaklaştım adam hokus pokus yaptı.  Minare gölgesi koydu, davul tozu kattı, gazeteyi külah yaptı, eski bir gazeteyi. Sonra çakmakla ucunu yaktı, tekrar söndürdü,  sonra birer parça koparttı, etrafa dağıttı.
‘Bu biraz sonra cebinizde kâğıt para olacak’ dedi.
Hemen bir tane kaptım. Herkes kapış kapışa gidiyor. Onun ateşleyicileri de var. Az önce aynısını o yapmış. 
‘Bak benimki yeşil onluk  çıktı.’ 
‘Bu benimki fındıkçı güzeli.’ 
Fındıkçı güzeli eski beş liralık kâğıt para.   
Öbürü: ‘Benimki mor oldu’ diyor. 
Mor iki buçuk liralık kâğıt para. 
Reklamcılar kışkırtıyor. Çocuk cahil. Bir tane kaptım. Bastırdım cebime. Biz su satmaya geldik. Hava sıcak. Buz eriyor. Adam az sonra sandalyenin üstüne çantasından, penisilin şişeleri çıkkarttı. Kapağını silgi yapardık. Şişenin içinde siyah bir sıvı. 
‘Bu gördüğünüz ilaç her derde deva. Mide, bağırsak kurtları, tenya, şerit, her şeyi bi iznillah çözer atar. Hatta soğuk algınlığı gibi. Ne kadar hastalık var? Devası bunun içinde. Hediyesi elli kuruş.’
Patır patır satılıyor. Şimdi ben bekliyorum kendi kendime: ‘Lan en kötü mor olur’ diyorum. 
İki buçuk lira  135 kuruştan daha fazla.  Bu tereddütle böyle bir saat falan geçti. Buz tamamen eridi, su ılıdı satılmaz hale geldi. Ayağımla kovayı devirdim, bekliyorum. Cebime sıkı sıkı bastırarak. Bütün ümidim cebimdeki kâğıtta. Adam ilacını sattı, işini bitirdi. Kimse kalmadı etrafında. İndi sandalyeden. Sünnetçi çantasına benzer kocaman bir körüklü çanta. Yılanını içine koydu kapattı. Sandalyeyi de koltuğuna taktı gidiyor.
-‘Hop! Amca’ dedim. ‘Ya nereye gidiyon?’
‘Ne var lan’ dedi  kocaman adam.
‘ Bakacak mıyım cebime?’
‘Hast…r lan’ dedi, arkasına bakmadan gitti. 
Herif bir tane çarpsa biz uçacağız. Bacak kadar bebe. Hayatta o kadar zoruma giden başka şey olmadı. Aldatılmışlık. Çok kötü bir duygu. O gün eve ekmek götüremedim. Anamdan yediğim paparanın haddi hesabı yok. Ertesi gün buz parası kalmadı. Fakat öyle bir dert edindim ki bu herif inşallah bir daha gelir diyorum.  İki ayda, bir buçuk ayda falan  gelirmiş bu adam.

Hakikaten adam bir müddet sonra geldi.  Ben gene su satıyorum baktım adam orada. ‘Hah. Düştün elime’ dedim. 
Kafaya koydum. Dükkânlar var ya, şimdi teraviden sonra çıkınca zemin katta çay içilen dükkânların. O  zamanlarda  çay içilen dükkânlar var. Karşıda Nazmi Toker Ortaokulu var. Nazmi Toker Ortaokulu’nun arkasında kasa hali var. Ben o dükkânların sota yerine saklandım. Adam sandalyeye çıktı, başlıyor ilacını satmaya. Yine yılanı boynunda.
Ben uzak köşeden bağırmaya başlıyorum: ‘Yalan söylüyor bu adam. Bu adam sahtekâr. İnanmayın Yalancı adam.’ 
Adam arkama seğirtiyor. Çocuğu yakalamak mümkün değil. O gelmeden fırlayıp gidiyorum. Kaybolup tekrar geliyor sandalyesine çıkıyor. Ben gene aynı köşeden biraz daha yüksek sesle :
‘Sahtekâr, alçak sen aldatıyorsun insanları inanmayın.’ 
İki, üç derken. O gün tezgâhını açamadı. Ama öfkeden beni görse tutsa parçalayacak. Beni yakalayamayacağına düşünüyorum. Gitti adam. O gün de ben çok keyiflendim. Adamın morali bozuk gitti. Adamı bir müddet sonra tekrar sandalyede gördüm. Gene köşeye geçtim aynen önce yaptığımı yapıyorum.
Nasıl ciğerim yanıyor ama? 

‘Sahtekâr. Yalan söylüyor. İnanmayın bu adama’ diye bağırıyorum. 
Adam çaresiz kaldı, bir cigara yaktı bana doğru: 
‘Vallahi billahi oğlum sana hiçbir şey yapmayacağım’ dedi. Tamam tamam, bir dakika seninle konuşacağım.
‘Bak ama dövmek yok’ dedim. 
‘Yok. Dövmem oğlum, niye bana kafayı taktın’ dedi.
Belli, mesafeden konuşuyoruz.
‘O gün dedim sen beni haşat ettin. Rezil oldum. Su satıyorduk. Yüz kırk kuruşumuza mani oldun anamdan şu kadar dayak yedim. Ve sen beni aldattın.’ 
‘Oğlum özür olsun. Şu, yüz kırk kurşun, benden uzak dur.’
 ‘Tamam, o kadar’ dedim. 
Bana babacanlık tarafıyla yaklaştı.  Sonra da, ahbap olduk. İşte sokak, böyle bir şey…
Adama sordum
‘Amca şu şişe içindekini çok şişiriyon, bunun aslı ne?’ 
‘Oğlum, bu,  zararlı bir şey değil. Pekmeze azıcık su katıp koyuyorum hepsi bu.’ 
Bu hadiseyi yaşadıktan sonra, herhangi bir piyango işine, herhangi bir loto, toto şans oyunlarına en küçük bir meylim olmadı. Nazarı dikkatimi celp etmedi.
Bana böyle bir katkısı oldu o olayın. Aldatılmak çok ağır bir duygu. O gün adamla çatışmak için her şeyi göze almıştım. Sokakta olunca ben bunu koymam yanına diyorsun. Elinden gelen neyse onu yapıyorsun. 

Devam edecek

(Söyleşi: Mustafa Kanlıoğlu)


 

Yazarın Diğer Yazıları