Alperen Tuğrul ATALAY

KFL: KAHVE FALI LİSESİ

Alperen Tuğrul ATALAY

 - Esirgeyen ve Bağışlayan’ın Doksan Dokuz Adıyla -

Gözlerimin ders kitaplarını aşındırdığı, soru işaretlerinin beyin hücrelerime hücum ettiği ve zamanın göz kapaklarımı acımasızca sündürdüğü “sıradan” bir gecede tüm bu eziyeti yeterli görerek yatağa uzanıyorum. Uyanık vaziyetten uyku haline ne kadar sürede geçtiğimi bilmiyorum; çünkü içinde bulunduğum mekândan ve zamandan sıyrılıp yaşadıklarımın ve şimdi size anlatacaklarımın rüya olduğunun bilincinde olsaydım ne zaman uyuyakaldığımı hatırlardım haliyle. Her şey bir anda gelişti, hatırlamıyorum.

Kayseri’nin göbeğinde, Cumhuriyet Meydanı’nın tam orta yerinde büyük bir kalabalığın arasındayım. Orta yaşlı bir amcanın “Bu, bizim buraların çocuğuna hiç benzemiyor.” diyerek beyan ettiği fikrinin benimle ilgili olduğunu anladığımda kalabalığın tamamının ilgi odağında olduğumu fark ediyorum. Elimde bütün Kayseri’nin, kaderinden bir yudum aldığı büyükçe bir fincan tutuyorum. Ve o zaman bu kalabalığın beni şehrin kaderinden haber vermem ve tüm şehrin yudumladığı bu kahvenin falına bakmam için beklediklerini anlıyorum. Omuzlarımda ağırlığını ziyadesiyle hissettiğim bu sorumluluktan kaçabilmek adına “Ben böyle şeylere inanmıyorum.” diyecek oluyorum ki; Resulüne “İkra!” emrini verip olmaz denileni oldurtan kudret, bana da gerçekte gösterdiklerini bir kahve falıymış gibi, kahve falı kılığında anlattırıyor.

“Şurada” diye başlıyorum söze, sol şahadet parmağımı batıya doğru kaldırarak. “Nereye gittiğini bilmediğim uzunca bir yol görüyorum. Ve yolun kenarında ufak bir kasaba var sanki.” diyerek kasabanın hayalî tabelasından adını okumaya çalışıyormuşçasına gözlerimi kısıyorum. Bu sırada -o kasabadan- aşina olduğum bir suret kalabalığı rahatsız ederek önlere doğru ilerliyor. Bu tanıdık suret, yaşlı bir amcanın yanında soluk soluğa durduğunda ben anlatmaya devam ediyorum. “Bu kasabanın adı…” Biraz bekliyorum; çünkü sözlerim yaşlı amcanın yanına gelen gence fısıldayarak sorduğu “Evladım nerede okuyorsun sen?” sualini duymamı engellemiyor. İşte o an gözlerim, aşina olduğum o gözlerle buluşuyor ve o gözler bu sorunun cevabını, hikâyenin devamını benden beklercesine bakıyor bana. Tereddüt bile etmeden devam ediyorum: “Bu kasabanın adı: Kahve Falı Lisesi”

Kasabanın adının bu kadar garip olması -tamamen rüya olduğundan olsa gerek- hiç kimsenin dikkatini çekmiyor. Sanırım kalabalık sadece benimle, hatta benimle de değil yalnızca anlattıklarımla ilgileniyor. Ben de onları merakta bırakmadan fincanda ne görüyorsam (!) bir bir anlatıyorum: “Çoğumuz bu kasabanın varlığından bile haberdar değiliz.” Söylediklerimi onaylarcasına başlar yukarı ve aşağı gidip geliyor. İlk başlardaki heyecanımı attığımı hissederek anlatımımı dikkat çekici kılabilmek için her yolu deniyorum. Cevap almak için değil anlatımıma yol çizmek için bir soru soruyorum: “Bu kasabada kimlerin yaşadığını biliyor musunuz?” Sorunun etkisini görebilmek için bir süre susuyorum ve ardından belirlediğim planla kesintisiz bir anlatıma bırakıveriyorum kendimi:

“Bu kasabaya her yıl onlarca genç gelip yerleşiyor ve her yıl bu kasabada görevini tamamlayan onlarcası büyük şehirlere göç ediyorlar. Bazı insanlar sırf ekmeği bu kasabada olduğu için kilometrelerce yol çekiyorlar her Allah’ın günü. Yine her gün bu kasabada kazan kazan yemek pişiriliyor ve kazanların üzerinden Türkiye’nin geleceği tütüyor gizli gizli. Kasabanın yanına iliştirilmiş bir fabrika zehir zemberek bulutlarla kapatıyor göğün üzerini. Hiçbirimiz o fabrikayı bildiğimiz kadar bilmiyoruz kasabanın yerini.

Sizleri de görüyorum fincanın diplerinde. Kendi yaşam mücadelenizde bazı şeyleri fark etmemekte haklı olduğunuzu apaçık görüyorum. Mesela hiçbiriniz üzerinde “Kahve Falı Lisesi” yazan bir belediye otobüsüne binmemişsinizdir. Şayet binmişseniz üzerinde “İncesu – Terminal” yazanına binmişsinizdir ve muhtemelen kasabayı göremeden gözlerinizi uykuya teslim etmişsinizdir. Yine hiçbiriniz “Kahve Falı Lisesi” yazan bir tabelaya rastlamamışsınızdır yolunuzun üzerinde. Çünkü hep uzağa bakan gözleriniz dibinizdeki şeyleri görmenize müsaade etmiyordur tahminimce. Yol boyunca “Adana Niğde Nevşehir” yahut “İncesu” yazan onca tabelanın dikildiği yolda meçhul bir kasabanın esamesinin okunmuyor olması kimseyi de incitmiyordur zaten.”

Bir an falı burada bitirmem gerektiğini düşünerek susuyorum; fakat söyleyeceklerimin bitmediğini, fincanda şekillerin oynamaya devam ettiğini ve kalabalığın hala dinleyecek bir şeylerinin olduğunu söyleyen bir kıymık batıyor kalbime doğru.

“İşte!” diyorum, ellerimi iki yana açarak. “İşte şehrinizin kaderi ve geleceği budur. Sizlerin meçhulde bıraktığınız bu kasaba, belki şehrinizin de değil ülkenizin, ülkemizin kaderi ve geleceği olacaktır bir gün…”

Ağzım, dilim kupkuru bir şekilde ama soğuk terlerin sırılsıklam ettiği bir vaziyette aniden uyanıyorum. Ranzanın alt katına, karşı ranzaya, her yere bakıyorum. Meçhuldeyim sanki. Korkuyorum. Yataktan atlayarak kapıya koşuyorum. Koridoru bir çırpıda geçip aheste aheste açılan otomatik kapıya omuzlarımı çarparak dış kapıya geliyorum. Kapıyı kendime çekiyorum, açamıyorum. Meçhulde kilitli kalmışlığın korkusuyla arkamı dönüyorum. Hayır hayır, meçhulde değilim. En iyi bildiğim yerdeyim. Kapının üzerindeki amblemi görünce rahatlıyorum: “1984 / Kayseri Fen Lisesi”

Yorumlar 3
Kadir Yılmaz 05 Aralık 2012 02:11

kardeşim bizim okulu süper anlatmışsın çok güzel gerçekten ...

ahmet cemil karamanlı 01 Aralık 2012 22:21

ne hoş bir ironi bu.tebrik ederim

Ramazan Bayraktar 30 Kasım 2012 13:12

tebrik ederim kardeşim. Kelimeleri çok iyi kullanıyorsunuz.Ehliyetinizin olduğu anlaşılıyor, layıkta olursunuz inşaallah.

Yazarın Diğer Yazıları