- Esirgeyen ve Bağışlayan’ın Doksan Dokuz Adıyla -
Son zamanlarda çocukluğumu çok düşünür oldum. Bu durum belki tesadüfen oluyor, belki de gurbetliğin getirdiği karışık duyguların 'çocukluk özlemi' çatısı altında birleşmesinden kaynaklanıyor. Çocukluğumda yaptığım şeyleri, ilgilendiğim konuları, düşüncelerimi, ruh halimi kısaca bazı dönemlerimi gülünç ya da utanç verici bulsam da yaşıma rağmen düşündüklerimin ve yaptıklarımın takdire şayan olduğu hissine kapıldığım da oluyor ara sıra. Böyle zamanlarımda muzip bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Açıkçası hoşuma da gidiyor.
Çocukken oynadığımız oyunlarda hepimizin görüşünü bir potada eritebildiğimiz, bir defa bile aksatmadan uyguladığımız ama her türlü istisnai duruma özel esneklikleri bulunan bir takım kurallarımız vardı bizim. Bunların bir kısmını herkes biliyordur. Hatta bir kısmı da evrenseldir. (!) Mesela Dünya'nın her yerinde saklambaç oynanırken saklan(a)mayan ebe olur. Üç korner bir penaltıdır, tartışmalı bir durum ortaya çıktığında karar verilmesi için rakipten bir kişinin dahi durumu kabullenmesi yeterlidir... ( Yazının devamında bunu biraz daha anlaşılır hale getireceğim. ) Çünkü yöresel farklılıklar dışında oyun da oynayan da her yerde aynıdır.
Bizler oyun çağımızda doğallığımızı henüz kaybetmemiştik. Yaşanan her türlü olaya karşı verilmesi gerekli en doğal tepkiyi - göstermelik değil içimizden geldiği gibi, doğal olduğu için yani - olağan bir biçimde ortaya koyardık. Tartışılacak bir gol yemişsek ve gerçekten pozisyon golse herkes birbirini yerken çıkıp "Ben gördüm, goldü" diyebilir, "Adamınız gol dedi oğlum!" haklılığındaki 'adam' olmayı takım arkadaşlarımızın öfkesine tercih ederdik. Emlak oyunlarında banka bize emanet edilmiş olduğu halde batmanın eşiğinde bile olsak varımızı yoğumuzu ipotek ettirirdik ama oyun zevkimizi kazanma hırsımıza teminat gösterip ipoteklemezdik. Arkadaşlarımızı da düşünürdük bir zamanlar. Burun takmaz, abanmaz gol atmaya değil "güzel" gol atmaya çalışırdık. Neyi ne amaçla yaptığımızı bilirdik, kısacası oyunu kazanmak için oynayanlardan değildik.
Şimdilerde ise sanki bu anlattıklarımı yaşayan biz değilmişiz gibi, çocukluğumuza nazire yaparcasına bir sükûneti sahipleniverdik. Doğallığımızı hoşgörü ve sabır karşılığında ipotekleyip köşemize çekilir olduk. Birileri şikeyi icat edip zevkimize el koyduğunda her birimize pay edilen yapmacık sabrı ağız dolusu küfürlerin üzerine serdik. Birileri saklanmaya bile gerek duymuyordu artık; çünkü ses çıkarmaya cesaretimiz de mecalimiz de kalmamıştı. Oyun artık bir savaştı ve kazanmak için her yol mübahtı. Biz bunu fark edemedik.
Ne oldu da böyle sustuk, susturulduk bilmiyorum ama biz sustukça kuruyemiş kutusunda kendini fındık, fıstık, badem gösterenler seçilirken; bizler yenmeyen leblebiler gibi en dipte kaldık. Birileri yatarak kazanır oldu, biz çalışıp başaramadık. Yaptığımız güzel şeyleri biz saklamaya çalışırken, onlar arsızlığı uluorta yapar oldular. Hep sineye çektik, bir duvarın arkasına sindik. Artık saklandığımız yerden çıkıp suskunluğumuzu en doğal naralarla kovmanın vakti geldi. Çünkü ne bu oyunun kuralları böyle, ne de biz şu anda göründüğümüz gibiyiz. "ÇANAK ÇÖMLEK PATLADI!"
Yaşı bizim yaşımıza yakın olanlar bilir, bilmeyenler de olabilir. Saklambaç oyununda ebe olan oyuncu saklananlardan birini başka bir arkadaşıyla karıştırıp yanlış kişiyi “sobelemişse” bütün oyuncular saklandıkları yerden “ÇANAK ÇÖMLEK PATLADI” diye bağırarak çıkar, oyun bozulur, aynı kişi tekrar ebe olurdu. En azından bizim zamanımızda, bizim oralarda öyleydi.