- Haberler
- Yazarlar artık ciddiye alınmıyor
Yazarlar artık ciddiye alınmıyor
Ege Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fazıl Gökçek ile gazetemizi ziyareti sırasında özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Gökçek, gerçekleştirdiğimiz söyleşide Türkiye'de Edebiyat'ın gelişimi ve dönüşümü üzerine dikkat çekici tespitlerde bulunarak şunları söyledi 'Bence edebiyat toplumdan koptu. Eskiden belli başlı yazarlar konuştuğu zaman ülkenin gündemi değişiyordu. Bugün o kadar ciddiye alınmıyorlar. Bilemiyorum, belki de doğrusu budur.'
Söyleşi/Fotoğraf: Bünyamin Gültekin
Prof. Dr. Fazıl Gökçek, Ege Üniversitesi’nde akademisyen ve aynı üniversitenin Fen Edebiyat Fakültesi’nde Dekan Yardımcılığını yürütüyor. Gökçek’in Ramazan Bayramı vesilesiyle doğum yeri (1966) olan Kayseri’ye ziyareti sırasında özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Gökçek, özellikle Ahmet Mithat Efendi ve Mehmet Akif üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınıyor. Biz de Gökçek’in bu çalışmaları üzerinden edebiyatımızın neden batı eksenli bir gelişim gösterdiğini sorguladık. Batının değer verdiği mefhumların ve olguların üzerinden bizim de kendi edebiyatımıza değerler biçmemizin özeleştirisini yaptık. Ama bu özeleştiri ile birlikte kaçınılmaz bir etkileşimin olacağını da göz ardı etmedik. Gökçek ile yaptığımız söyleşide gündemimize aldığımız diğer bir önemli konu da edebiyatın kendini günümüzde nasıl konumlandır(ması)dığı oldu. Gökçek’in bu konumla ilgili yaptığı tespitse ilginçti; “Edebiyat hayatın içinde bir şey olmaktan çıktı.”
Günümüz edebiyat anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzde edebiyat hayatın içinde bir şey olmaktan çıktı gibi geliyor. Eskiden şiir gündelik hayatın bir parçası gibiydi. Şairler tanınır, romancılar dikkate alınırlardı. Bir yazarın ve şairin kitabının yayınlanması gündem olurdu. Belki de şair ve yazarların sayısı bu kadar çok olmadığı için daha değerliydiler. Bugün daha çok şair ve yazar var. Bu nedenle de daha çok kitap yayınlanıyor. En son öğrendiğime göre Türkiye’de bir yılda 350-400 arası roman yayınlanıyor. Eskiden bu sayı 15-20 gibiydi.
Nedenleri arasında okuma-yazma oranın artması matbaa sisteminin gelişmesi ve teknolojik gelişmeleri sayabilir miyiz?
Muhakkak bunlar çok gelişti ve basitleşti. Kitap yayınlamak çok kolaylaştı ve eskisine göre ucuzladı. Okuyucu sayısı arttı. Ama yazara düşen okuyucu sayısı arttı mı? Bundan çok emin değiliz. Yazar sayısı çok arttığı için okuyucu da o oranda arttı diyemeyiz.
Edebiyat biraz özel olarak onunla ilgilenenlerin gündeminde olan bir şey haline geldi. Baskı teknolojilerinin artmasına paralel bir şey olmadı. Eskiden kitap hayatın içindeydi ve insanlar yazar-şairlere bakarak hayatlarında yön tayin ederlerdi. Artık kitap hayatın içinde bir şey değil. Türkiye’de böyle bir edebiyat 1930’lu ve 1940’lı yıllarda vardı. Hatta 1960’lı yıllarda da etkisini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bugün meraklılarının ilgilendiği bir özel alan haline geldi.
Edebiyat toplumdan koptu mu?
Evet, edebiyat toplumdan koptu. Eskiden belli başlı yazarlar konuştuğu zaman ülkenin gündemi değişiyordu. Bugün o kadar ciddiye alınmıyorlar. Bilemiyorum, belki de doğrusu budur. Hayatın ve siyasetin belki de edebiyatçıların açtığı yolda siyasetin ilerlemesi çok doğru bir şey değil. Şair-yazarlar ve bürokratlar aynı kabın içindeydiler. Şimdi ayrıştılar.
Bunu daha mı doğru buluyorsunuz?
Bence daha doğru… Edebiyat o zaman pür edebiyat olur. Yani siyaset ve ideoloji olmaktan çıkar böylelikle estetik ön planda olur. Bu bakımdan daha iyi olmuştur diyorum. Antik Yunan dönemine baktığımızda tabip, şair, filozof aynı kişiydi. Bu İslam’da da böyleydi. Sonradan ayrıştılar. Tıpkı onun gibi şimdi günümüz dünyasında bürokratla edebiyatçı birbirinden ayrıldı.
Edebiyatımızın tarihin çeşitli dönemlerinde dönüştüğünü ve yeni kimlikler kazandığını görüyoruz. Fakat Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan askeri darbelerin ülkemizde topyekûn bir aksama ve duraksamaya neden olduğu gibi bu etkinin edebiyatta da yaşandığı yönünde eleştiriler var. Siz bu eleştiriye katılıyor musunuz?
Çok emin olmamakla birlikte buna katılmıyorum. Mesela 12 Eylül Darbesi’ni ele alalım. Darbe muhakkak kötü bir şeydir. Askeri darbe ise kötünün kötüsü bir şeydir. Fakat zararının olduğunu söyleyebilmek için 12 Eylül öncesi ve sonrası edebiyat ortamını karşılaştırmak gerekir. Darbenin yapılış tarihi ve ardından gelen birkaç yıl edebiyata zararı olmuştur. Ama zamanla darbenin etkisinin azalmasıyla birlikte Türkiye’de edebiyat ortamının zenginleştiğini düşünüyorum. 12 Eylül öncesinde 1970’li yıllarda edebiyat ideoloji haline gelmişti. Sadece ideoloji haline gelmişti. Yazardan da o beklenirdi. Hayatın gidişatına yazarın bir şey söylemesi istenirdi. O yüzden yazar gerçek mesleğini yansıtamaz duruma gelmişti. 12 Eylül’den sonra yazar edebiyat yapmaya başladı. Örneğin roman türü için konuşursak 12 Eylül’den sonra eskisiyle kıyaslanmayacak kadar güçlü bir atılım yaptı. Tabi bu darbenin öngördüğü bir şey değildi. İdeolojinin baskısından kurtulmak yazarlara iyi geldi. Roman için durum böyleyken şiir için bunu söyleyemiyoruz.
12 Eylül’den önce daha canlı bir şiir ortamı vardı. 12 Eylül’den sonra şiir yerini romana kaptırdı. Günümüzde de artık edebiyatın gündemini şairler belirlemiyor. Gündemi romancılar ve hikâyeciler belirliyor. Böyle bir değişim ve dönüşüm oldu. Bu darbenin etkisiyle mi oldu? Yoksa zaten bu olacaktı demek sadece spekülasyon olur. Ama bu bir vakıa. Böyle bir şey oldu.
Bizde ve bütün dünyada da edebiyat hareketleri siyasal dönüşümlerle mutlaka ilintisi var. Zaten devrilerin adına baktığımızda bunu görüyoruz. Mesela Tanzimat Dönemi Türk edebiyatı diyoruz. Tanzimat bir siyasi harekâtın adıdır. Ama edebiyata da adını veriyor. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı diyoruz. Bu da bir siyasi hareketin adıdır. 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra da o siyasi harekatın açtığı öngörü doğrultusunda olmuş veya olmamışta olabilir. Ama o şekilde açılan bir edebiyat yönü var. 12 Mart Edebiyatı ve 12 Eylül Edebiyatı diye bir şey var. Dolayısıyla hiçbir zaman edebiyat hareketleri de siyasi hareketlerden uzak duramıyor.
Gelişen teknoloji kendi dilini oluşturmuş durumda. Toplumlarda teknolojiyi yoğun olarak kullandığı için bu oluşan dilin etkisinde kalıyor. Bu dilin edebiyata adaptasyonunda, edebiyatta dezenformasyona sebep olmuyor mu?
Bunu şuanda değerlendirmek için biraz erken gibi görünüyor. Bugün içinde yaşarken kolay değerlendiremeyiz. Mesela matbaa icat olduğunda bugün nasıl bir değerlendirme yapabiliriz. Kitaplar elle çoğaltılıyordu. Matbaa kullanıldığında 1 ayda çıkan kitap, yarım saatte veya 1 saat gibi bir sürede çıkmaya başladı. Bu muhakkak bir değişime yol açtı. Ama o günün insanları bunu değerlendirecek durumda değildiler. Biz bugün geriye bakarak değerlendirebiliyoruz. Tıpkı onun gibi günümüz teknolojilerinin edebiyata etkisini olumlu ya da olumsuz yönlerini çok iyi değerlendiremeyeceğimizi düşünüyorum. Bunun sonuçlarını ileride göreceğiz.
Bugün internet edebiyatı diye bir şey var. Hiç kitap yayınlamayan bir sürü edebiyatçı var. İnsanlar sayfalarında içlerinden geçen duyguları yazıyor ve paylaşıyorlar. Kendilerine göre de bir okuyucu kitleleri var. Bu okuyucular bildiğimiz konvansiyonel okuyucular olmadığı gibi yazarlarda geleneksel anlamda yazarlar değil. Ama yazıyorlar ve okutuyorlar.
Pop kültür gibi pop bir edebiyat mı ortaya çıktı?
Aynen öyle bir edebiyat ortamı doğdu. Bunun şimdi ortaya nasıl bir şey çıkaracağını ve nasıl bir ortam meydana getireceğini tam bilmiyoruz. Sonuçlarını daha görmemiz gerekiyor. Postmodern’de biraz bununla ilgili bir şey. Postmodern Edebiyat’ın öne çıkardığı bir takım kavramlar var. Bunlar acaba kalıcı olacak mı? Yoksa gelip geçici bir moda olarak unutulacaklar mı? Bunu da henüz bilmiyoruz. 1930-1940’lı yıllarda bizim edebiyatımızda Romacı ve şair için bir zaaf ve kusur olarak görülen şeyler bugün Postmodern Edebiyat’ta bir meziyet olarak algılanıyor. Mesela yazarın metne müdahale etmesi modern roman anlayışına göre bir kusurdu. Yazar metne müdahale etmemeliydi. Anlatımın içine girmemeliydi. Ama Postmodern Edebiyat bunu bir meziyet olarak görüyor. Yazarın kendisini anlatması, romanın içindeki kişilerle konuşması, okuyucuya hitap etmesi v.s. Yazarın metnin içerisinde varlığını hissettirmesi bugün Postmodern Edebiyat’ta artı değer olarak algılanıyor. Bu acaba yerleşik kalacak mı? Yoksa gelip geçici bir moda mıdır? Bunu da henüz tam olarak bilmiyoruz.
Ahmet Mithat Efendi üzerine yaptığınız çalışmaları biliyoruz. Postmodernizm ile birlikte romanda yeni değerlerin ön plana çıktığını söylüyorsunuz. Bu değerler ile birlikte Ahmet Mithat’ın eserlerinin önem kazandığını kaydetmişsiniz. Bu çerçevede Ahmet Mithat Efendi üzerine yaptığınız çalışmaları Postmodernizm’in getirdiği yeni değerler üzerinden anlatabilir misiniz?
Esasında bu üzerine çok uzun konuşulması gereken bir konu… Ahmet Mithat ile ilgili 10 yıl öncesine kadar sahip olduğum bilgiler genel geçer bilgilerdi. Ahmet Mithat Efendi’nin çala kalem yazan, biraz sığ bir yazar olduğunu, çok ciddiye alınmaması gerektiği yönünde bir bilgim vardı. Daha çok Halid Ziya’yı ve onun romancılığını merkeze alan ve onu önemseyen bir bakış açısı egemendi. Biz de öyle biliyorduk. Fakat Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerini okumaya başlayınca bize öğretilenleri sorgulamaya başladım. Bu sorgulama sonunda bize öğretilen birçok şeyin doğru olmadığını gördüm. Cemil Meriç, Ahmet Mithat Efendi için; “10-12 ayrı bilim dalında bugünkü birçok üniversite hocasını cebinden çıkaracak bilgiye sahip bir adamdır.” diyor. Felsefe, ilahiyat, pedagoji, edebiyat, hikaye, roman vb.
Ahmet Mithat Efendi’yi okurken bir şey dikkatimi çekti. Onun bir imparatorluk yazarı olduğunu düşündüm. Biz şimdi milli bir devletin mensuplarıyız. Hayata da ister istemez o pencereden bakıyoruz. Oysa Ahmet Mithat Efendi’nin bir imparatorluk mensubu gibi hayata baktığını görüyoruz. İmparatorluk içerisinde yaşayan herkes, her konu onu ilgilendiriyordu ve bunu eserlerine taşıyordu. Müslüman Türkler, Ermeniler, Yahudiler ve imparatorluğa bağlı diğer tebaa eserlerinde mevcuttu. Bu nedenle ona ilişkin bir çalışma yapmak istedim. Ahmet Mithat Efendi’nin hikaye ve romanlarında gayri Müslim Osmanlılar diye bir çalışma yaptım. Bu çalışma İletişim Yayınları’nda çıktı. Sonra Ahmet Mithat okumalarına devam ettim. Ben edebiyatçı olduğum için özellikle onun hikayeci ve romancı yönüyle özel olarak ilgilendim. Onunla ilgili epeyce ortaya makale çıktı. Onları daha sonra “Küllerinden Doğan Anka” ismini uygun görerek kitaplaştırdım. Bu kitap yakın zamanda yayınlandı. Ahmet Mithat bu postmodern Edebiyat bağlamında yeniden keşfedildi. Onun Romanlarında gördüğümüz ve modern roman anlayışında kusur kabul edilen şeyleri Postmodern Edebiyat bir meziyet olarak görüyordu. Bunların hepsi Ahmet Mithat’da vardı. Romancının kendini metne katması, okuyucu ile diyaloga girmesi, okuyucu ile tartışması, romanın bir eğlence ve oyun olduğunu ileri sürmesi…
Günümüzde Orhan Pamuk’un yaptığı ve bir değer olarak kabul görülen şeyin yüzyıl önce Ahmet Mithat Efendi’de olduğunu gördüm. Böylece Ahmet Mithat Efendi adeta yeniden küllerinden doğdu. Bugün onun hakkında çok makale ve kitap yayınlanıyor. Kitapları yeniden yayınlanıyor. Bu vesileyle bende zikretmiş olayım: Dergah Yayınları, Ahmet Mithat Efendi’nin külliyatını basmaya karar verdi. Bende bu işin başındayım. Bu işin editörlüğünü yapıyorum. Bu aşağı-yukarı 150-200 ciltlik bir külliyat. Daha kitaplaşmamış gazetede ki yazıları var. Çünkü bu adam 40 yıl boyunca bir gazete çıkarıyor. Tercüman-ı Hakikat gazetesini cumartesi günü tatil yapıyor diğer 6 gün ise gazeteyi çıkarıyor. Çıkardığı başka gazetelerde var ama en uzun soluklusu bu. Orada her gün yazı yazıyor. Hiçbir gün yok ki Ahmet Mithat’ın bir yazısı olmasın. Birçok alanda yazdığı bu yazıları da toplarsak ne kadar eder bilmiyorum. Yuvarlarsak 200 ciltten aşağı olmayacağı kesin. Normalde bir yayınevi böyle bir işe girişmezdi. Ancak ilgi olmasından dolayı böyle bir işe girdiler. 2-3 kitap çıktı. Birkaç kitapta yılsonuna kadar çıkacak.
Ahmet Mithat bu anlamda kendi şansını oluşturdu. Ama bunu diğer yazarlarımızda hakkediyor. Hüseyin Rahmi, Refik Halit, Fatma Aliye Hanım da bunu hakkediyor. O dönemin yazarlarını günümüz okuyucuları ile buluşturmak gerekir. Böylece devamlılığı sağlayabiliriz. Edebiyatımızın birbirinden kopuk süreçler olmaması, devamlılığın ve geleneğin oluşabilmesi için eski yazarların külliyatlarının yayınlanması, günümüz okuyucusu ile buluşturulması gerekiyor.
Bizim bir diğer talihsizliğimiz Tanzimat’dan itibaren dilimizle çok oynandı. Bugün ki nesil 30-50 yıl öncekileri anlamıyor. Böyle bir şeyin olmaması gerekir. Ama oldu. Başka milletlerde böyle bir şey yok. Bugün lise mezunu bir İngiliz, Shakespeare okur ve anlar. Ama bugün liseli bir gencimiz bugün Fuzuli’yi anlayamaz. Daha dünkü yazar dediğimiz Hüseyin Rahmi ve Reşat Nuri’yi bile okuyamıyor. Bunun bir şekilde aşılması gerekiyor.
Tanzimat, sonrasında batının etkisinde bir ilerleyişimiz oldu. Bu nedenle batının değer verdiği mefhumlara biz de değer atfettik. Ahmet Mithat Efendi’de de bunu görüyoruz. Bizim Ahmet Mithat Efendi’nin değerini bilmemiz için batının bize bir model sunmasını beklemeliyiz? Diğer yazarlarımızda böyle bir etkileşimin kurbanı mı?
Maalesef öyle oldu. Ahmet Mithat’ı yeniden keşfetmemiz içinde batının bize öğrettiği bir şeyi öğrenmemiz gerekti. Postmodern Edebiyat anlayışının batıdan bize intikali ile kendi yazarlarımıza yeni bir gözle bakabildik. Beğenelim veya beğenmeyelim bu bir olgu… Belki de kaçınılmaz bir şey… Çünkü Tanzimat’tan sonra batının etkisine girmiş olduk. Bu yukarıdan devlet eliyle başladı. Halk önce bunu çok benimsemedi. Ama zamanla halka da intikal etti. Bu sürece hizmet edenlerin arasında Ahmet Mithat Efendi’de var. Cemil Meriç, Ahmet Mithat’dan bahsederken Mustağrip der. Tanzimat’tan sonra batıyı tanımamızın kaçınılmaz bir şey olduğunu görüyordu. Onlara benzemek isteyelim ya da istemeyelim ama onları tanımamız gerekiyordu.
Ahmet Mithat Efendi’nin çok doğulu ve yerli olduğuna dair bir kanaat var. Ama bu doğru değil. Ahmet Mithat Efendi aksine batıyı tanıyan ve birçok meziyetini görerek bu meziyetleri bizimde benimsememiz gerektiğini düşünen bir yazar. Kendi toplumunu düşünen ve seven birisinin iyi bir şeyi görüpte benimsenmesini istememesi düşünülemez.
Mehmet Akif Ersoy üzerine de çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Mehmet Akif üzerine yaptığınız çalışmalarda, Akif’in genellikle şahsiyetinin ön plana çıkarıldığını ve şair yönünün geri plana atıldığını belirtmişsiniz. Siz ise bunun aksine Akif’in şair yönünü gündeme getirdiğinizi söylüyorsunuz.
Doktora tezimde Mehmet Akif’in şiiri üzerine çalıştım. Doktora tezimden sonra da uzunca bir süre Akif üzerine düşünmeye devam ettim. Ondan sonra Ahmet Mithat Efendi’ye geçtim. Ben ikisinin de aynı zihniyetin yazarları olduğunu düşünüyorum. Ben çalışmaya başladığımda Akif’in fikriyatı üzerin çok şey söylenmişti. Ama onun şiirine büyük bir haksızlık vardı. Duygularını ve düşüncelerini nazımın diliyle ifade eden biri olduğu şeklinde yaygın bir kanaat vardı. Ben bunun çok doğru olmadığını düşündüğüm için o çalışmaya başladım. Akif’i şair olarak değerli göstermeye çalıştım. Kuşkusuz bunu fikriyatından ayırt etmek mümkün değil.
Akif’in, dile getirdiği düşünceleri, vaazlarını, Sırat-ı Müstakim’de yazdıkları yazıları bir araya getirdiği kitapları var. Onları çoğu kimse bilmiyor ve okumuyor. Ama şiirlerini okuyoruz. Safahat, Türkçede en çok basılan şiir kitaplarından biridir. Bunun bir sebebi olması lazım. O zaman bu şiirin estetik unsurları neler? Bunu ortaya koyabilir miyiz? diye yola çıkmıştık.
Gazetemizin Genel Koordinatörü olan Ali Dursun’un hazırladığı “Medeniyetin Burçları-Sezai Karakoç Kitabı” çalışmasında Mehmet Akif’i, Sezai Karakoç penceresinden değerlendirdiğiniz bir Mehmet Akif Ersoy tasavvuru var. Bu tasavvuru biraz anlatır mısınız?
Sezai Karakoç’un Mehmet Akif ile ilgili çok güzel bir kitabı vardır. Ben de Mehmet Akif üzerine çalıştığım için Ali Bey benim o kitabı değerlendirmemi istedi. O kitapla ilgili bir değerlendirme yazısı yazdım. Gerçektende o yazının sonunda ulaştığım sonuç: Mehmet Akif gibi bir şairi ancak Sezai Karakoç gibi biri layıkıyla değerlendirebilirdi. Gerçekten de O, 50-60 sayfalık küçücük kitapta, yüzlerce sayfalık kitapların yapamadığını yapmıştır. Bende günümüz tabiriyle altını çizdim.
Akif üzerine yaptığınız çalışmada, Akif’in sürgünde geçen ve son 10 yılına tekabül eden döneminin değerlendirilmediğini söylemişsiniz. Bu da ayrı bir yara değil mi?
Mehmet Akif’in son 10 yılı gerçekten hazindir. 1923’ten sonra birkaç defa Mısır’a gidip geliyor. En son 1926’da gidiyor ve 1936’ya kadar Türkiye’ye geri dönmüyor. Orada çok büyük mahrumiyet ve sıkıntılar içerisinde yaşıyor. Burada milletvekili olduğu halde emekli maaşı da bağlanmıyor kendisine… İstiklal Marşı şairine ulus olarak hiç yakışmayacak bir ayıp işlemişiz. Sürgünde ki 10 yılda Akif çok acı çekmiş. Hiçbir zamanda ben acı çekiyorum diye bağırmamış. Sessize katlanmış.
Toplumun acısını paylaşıyor ama sanırım kendi acısını paylaşmıyor.
Mehmet Akif, Asım’da “milletin derdi dururken kendi derdinden bahsetmek ayıptır” der. Onun ölümünden çok sonra sadece dostlarına yazdığı mektuplarda ne gibi sıkıntılar çektiğini anlıyoruz. Şiiri bağlamında bu son 10 yıla baktığımızda çok verimsiz yıllardır. Bu da bizim kaybımızdır.
Sayın hocam edebiyatın, hayatın içinden çıkıp, kaf dağının ardına uçtuğunu söylüyor ama bu biraz da hocamın popüler gündemi, buna bağlı olarak da insanların dünya üzerindeki şuursuz depreşimlerini hayat olarak algılamasından kaynaklanıyor. Misal; günümüzde demogoji yapan siyasi lidere, göz yaşı geceleri ile dinleyenlerini büyüleyen ilahiyatçıya, dün akşam ne yediğini köşesinde paylaşan gazeteciye mikrofon uzatılması ve halkın bu alana çekilmesi "haya"tın sahihliğini belirlemez. Gerek(siz) dünya hayatında, gerekse edebiyat dünyasında nefes alıp veren faniler vardır elbet. Yazarları takip ederler, şairleri dinlerler... her ne kadar bizim şehrimizde olmasa da bir çınar altı bulup edebiyat sohbeti ederler. Bence esas edebiyat hayatı bu tür insanları kendinden uzaklaştırmayı başarmıştır. yeraltında kalması ise yeniden gün yüzüne çıkacağı seviyeyi beklemek olduğundandır.