• Haberler
  • UZAKDOĞU SPORLARININ DİNİ VE METAFİZİK TEMELLERİ

UZAKDOĞU SPORLARININ DİNİ VE METAFİZİK TEMELLERİ

Savunma sporları olarak da bilinen Uzakdoğu sporlarının dini metafizik kökenleri var mıdır, eğer varsa bu bağlantı dinin özüyle mi alakalıdır? Yani bir inanç ve ibadet sistemi midir, yoksa folklorik özellik mi taşımaktadırlar? Eğer bu Uzakdoğu sporları, dinin özüyle alakalı ise Müslüman ülkelerde bu spor dallarıyla meşgul olanlar bilmeden Uzakdoğu dinlerinin ibadet biçimleri taklit mi etmektedirler? Yoksa dinin asıl unsurlarından değil de bir amaca ulaşmak için yapılan hareketler midir? Eğer bu sporlar vasıta olarak kullanılıyorsa hangi amaca ulaşmak amacıyla mı kullanılıyorlar?

Karate, Tekvando, Judo vs. gibi spor türleri spor halini almadan önce başka boyutlarda ve başka amaçlarla kullanılan bir takım hareketler bütünü mü idiler, nasıl ve ne zaman savunma spor halini aldırlar. Savunma sporları olarak kullanılan bu spor dalları belli zamanlarda savaş sanatı olarak ta kullanıldı mı? Eğer kullanıldıysa bu sporlara savunma sporları demek doğru mu?

Yukarda sıraladığımız ve örneklerini çoğaltabileceğimiz birçok sorunun cevabını arayacağız bu yazı dizimizde. Tüm bu sorulara sağlıklı ve doyurucu cevapların bulunamayacağını da tahmin ediyoruz, fakat en azından bazı ipuçları elde etmek ve bunları siz değerli okuyucularımızla paylaşmak ümidindeyiz.

Bu konuda yapacağımız ilk şey sanırım uzak doğu dinlerinden başlıcalarının, özellikle Hint, Japon ve Çin dinlerinin genel özelliklerini önceden belirtmek olacaktır. Daha çok metafizik (fizik ötesi) karakterlerini oraya koymaya ve bu din mensuplarının, metafizik alana ulaşmak amacıyla yahut daha belirgin bir ifadeyle metafizik bilgiyi elde etmek için başvurdukları metotları da belirtmeye de çalışacağız.

Bu arada okuyucuların özellikle “Tao”, “Te”, “Zen”, “Brahman”, “Yoga”, “Nirvana” gibi kelimelerin anlamlarına ve bağlantılarına da dikkatle bakmalarını rica ediyoruz. Zira ilerde sık sık bu kavramlara atıfta bulunacağız. Sözü daha fazla uzatmadan şimdi Çin ve Japon dinlerini ve bunlara kaynaklık eden Hint dininin genel karakterini tanıtmaya çalışalım.

HİNT DİNLERİ

1-VEDİZM

En eski Hint dini olan Vedizm’in başlangıç tarihini tespit etmek kesin olarak mümkün olmamakla beraber M.Ö.2000 yılına kadar uzandığı tahmin edilmektedir. Bu din adını kutsal kitabı olan vedalardan almaktadır. Veda; bilgi, irfan ve din bilgisi anlamına gelmektedir.

Bu dinde din adamlarının adı Brahma’dır. Vedizim de yaratıcı Tanrı fikri vardır. Ancak Brahmanlar Tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayılırlar, esas yaratıcı büyük Tanrının yanı sıra başka Tanrılarda mevcuttur.

Bu dinin mensupları ibadetlerinde put kullanmazlar, en önemli ibadetleri kurban kesmektir, ibadet esnasında oldukları ilahileri açık havada yaktıkları bir ateş etrafında dönerek okurlar. Ahiret, cennet, cehennem gibi inançlara da sahip olan Vedistlere göre, ölülerin ruhu, yukarıya babaların ülkesine giderler.

2-BRAHMANİZM

Vedizm’e bağlı olarak ortaya çıkmış olan Brahmanizm Vedizm’in devamı olarak kabul edilmektedir.

Brahmanizm de Brahma esas yaratıca Tanrı olup, Vedizm’deki Deva Tanrısının yerine geçmiştir.

Bu dinde toplu ibadet esnasında bir takım dualar okunur. Bu dualar esnasında en tesirli kelime olarak “om” kelimesi kullanılır.

Brahmanistler bilgiye çok önem verirler, özellikle felsefe ilmine çok ilgi duyarlar, bu dinin en önemli özelliklerinden birisi ruhun terbiye edilmesi ve yogadır. Yoga mutlak ve muntazam istirahat manasına gelmekte olup, teveccüh istiğrak ve düşünce demektir.

Yoga Sanskritce bağlamak birleştirmek anlamına gelen yug ve toug kökünden gelmektedir, insanın enerjisini belli bir gayeye yöneltmeyi hedef alan bir disiplindir. Bir irade eğitimi yoludur. Egzersiz ve antrenman anlamına da gelmektedir. Gita da insanları kurtuluşa ulaştıran yol olarak gösterilir. Yoga insanın hem bedeni hem de zihni ve manevi gücünü bir araya getiren egzersizdir. Yoga yapana yogi denir. Yogi nefesine hâkim olur ve zihnini bir notada toplar. Böylece o beden ile ruh, hareket ile zihin, his ile sezgi çıkmaktadır. Bedenin arzularını frenlemek suretiyle Mokşa ’ya (Budizm’deki Nirvana) ulaşılır. Mokşa hali insan ruhunun bedeni ile ilgili her türlü yük ve bağlılıklardan ve daha önceki ütün hareketlerden (karma) kurtulmuş olduğu tam bir mutluluk halidir.

ÇİN DİNLERİ

1-SİNİZİM

Çin’de ortaya çıkan bu din Çinlilerin bilinen en eski dinidir. Bu dinin esasını atalara saygı ve tapınma teşkil etmektedir.

Sinizme göre kainatta biri “Yang” diğeri “yin” olmak üzere iki prensip vardır. Yang, erkek prensip olup Güneş tarafından temsil edilir. “Yin” ise dişi prensip olup Ay tarafından temsil edilir.

Kâinatta mevcut olan “Yang” ve “Yin” prensiplerini birleştiren ana prensibin adı “Yao”dur.

Bu Tao fikrine dayanılarak Taoizm dini ortaya çıktığı gibi, fazilet ve saygı prensibine dayanarak da konfüçyanizm ortaya çıkmıştır.

2-KONFÜÇYANİZM

Bu dinin korucusu olarak kabul edilen konfüçyüs’ün asıl adı “Kung-fu Tseu”dur. Bu isimdeki Kung: Bir aile adı, Fu: Öğretmen, Tseu: İse akıllı hikmet sahibi kimse anlamına gelmektedir.

Konfüçyüs hayatı boyunca bir din kurucusu tavrı takınmamış olmasına rağmen sonraları onun ortaya attığı fikirler sistemleştirilerek bir din halini almıştır.

Kurbandan başka belli başlı ibadetleri ve din adamlığı sınıfı yoktur.

3-TAOİZM

Sinizm ’in “Yang” ve “Yin” prensiplerini esas alarak ortaya çıkan bir din olan Taoizm7in kurucusu Lao Tseu’dur.

TAO’ya göre kâinatta bulunan “Yang” ve “Yin” prensiplerini birleştiren ana prensip Tao’dur. Taoculuk panteizme yakın bir özellik arz eder. Ona göre “Tao” ezeli ve edebi olup her şeye nüfuz etmiştir. Her şeye hâkimdir. Her yerde vardır, her şey ondan meydana gelmektedir. O bütün yaratılmışların esasıdır ve biçimsizdir.

Tao ayrıca tarz, usul ve yol manalarına da gelmektedir. Bu dinde asıl hedef Tao’ya erişebilmektir. Tao’ya erişebilen kişi ebediyete kavuşabilir ve dolayısıyla ölümden kurtulabilir. Bu dine göre insan raks ve (dans ve sarhoşluk) yolu ile vecde gelebilir ve TAO’ya ulaşabilir. Tabii dünya nizamı dünyanın değiştirilemez kanunlara doğru gidişi.

“Te” Kavramı

Taoizm de Tao’dan sonra en çok önem verilen kelime “Te” kelimesidir. Te; TAO’nun sonucudur. Tao’nun bittiği yerde Te bulunur. Te bir şuur ve gayretin sonunda idrak edilen bir haldir.

Te esrarengiz büyük ve ebedi gibi kelimelerle ifade edilmektedir.

Taoizm de savaş sadece bozulmuş olan nizamı düzeltmek için yapılabilir. Kamil kişi manaların hepsini düşmanlarını bile sevgi ile düşünür. Bu konuda Tao, şunları söyler “iyilere karşı iyilik gösteriyorum, iyi olmayanlara karşı da yine iyilik gösteriyorum.” Bu suretle hepsi iyi olurlar.

Tao’nun erdemi veya onun gizli gücü olarak bütün varlıklarda bulunan “Te”, TAO’nun tabiattaki her şeyi değiştiren gücünün kendisidir. Tao, kaybolduktan sonra “Te” onun ayrılmaz vasfı olur, akı karayı bilir muhafaza eder ve dünyanın şeklini vücuda getirir. Dünyanın şekli vücuda geldikten sonra ölümsüz Te, onu hatadan korur ve yükseltir.

Bütün varlıkları Tao meydana getirir. Te ise onları besler büyütür, madde olarak şekil verir, kuvvetini tamamlar. Bundan dolayı bütün varlıklar Tao’yu yükseltir ve Te’ye değer verir.

Te; Çincede “erdem ya da gizli güç” Taoculukta mutlak gerçeklik olan Tao’nun gizli gücü Konfiçyüslükte ise içsel iyiliğin ve başkalarına karşı saygılı davranışın erdemi olarak görülür.

Tao’nun etkinliği olan “te” tüm varlıklarda bulunur ve örneğin tohumun hiç güç harcamadan ağaca dönüşmesini sağlar. Dolayısıyla görünmez Tao’nun görünür yanını oluşturur. Tao, Te Ching’de insanın maddi varlığının bilinç dışı işleyişi olarak tanımlanır. Bu içsel sürece uyum sağlayan kişi zaten karşı koyamayacağı doğa güçleriyle uyumla yaşar. İnsan tutkunlarından arındığı yaşamında yarışma ruhu yerine doğallığı ve kendiliğindenliği benimsediği zaman içindeki “te” de gelişmeye başlar. Bunun sonunda insan iki tür güç kazanır. Bunlardan birincisi toplumsal düzen içinde başkalarının da benzer bir yolu seçmesine yol açan insanları etkileme gücüdür.

İkincisi ise içsel bir aydınlanmayla evrenin temelinde ki birlik ilkesinin daha çok bilincine varma gücüdür.

JAPON DİNLERİ

1-ŞİNTOİZM

Japonya’da en yaygın olan din Şintoizm’dir. Şinto kelimesi Tanrıların yolu, anlamına gelmektedir.

Japonlar ruhlara tapmanın yanı sıra tabiat kuvvetlerine de tapmaktadırlar. Bu yönden bakıldığında Şintoizm politeist bir dindir.

Yaşayan büyüklere saygı bu dinde bir nevi ibadet kabul edilmektedir, saygı büyüklerin önünde eğilerek diz çökerek alkışlayarak belirtilir.

Başta Mahayana mezhebi olmak üzere Zen mezhebine kadar Japonya’da birçok Budist mezhep faaliyet göstermiş ve taraftar bulmuştur.

Çinde Chan, Japonya’da büyük önem taşıyan Budacı okul adı Sanskrit dilindeki Dhyana (meditasyon) sözcüğünden gelir. Budacılığın Gatoma Budanın ulaştığı aydınlanmayı yaşamak biçiminde anlaşılan ruhunu ya da özünü aktarma iddiasındadır.

Zihinsel dinamiklik, korkusuzluk ve kendiliğindenliği gibi aydınlanmamış zihne özgü nitelikleri geliştirmesi Zen Budacılığının Japon kültür yaşamında kalıcı izler bırakmasına yol açmıştır.

Aydınlanmaya ulaşmak için öğrenilmesi gereken yöntemler kişisel düzeyde ustadan öğrenciye aktarılır. Taoizm’in mistik yanını saunan Chuong tzu genel bir tabiat kanununa inanmak ve her şeyin mistik bir duyguyla, meditasyonla anlaşılabileceğini savunmaktadır. Ona göre biz genel bir tabiat kanununu keşfedemeyiz, aklımız buna ermez. Onu ancak duygularımızla anlarız. Bunun için kendimizi diğer şevlerden ayırmalı ve kalbimizi boşaltmalıyız.

Binlerce yıllık geçmişe sahip mitolojilerden tutunda,, çağımızın kozmoloji öğretilerine kadar, evreni açıklamak isteyen tüm öğretiler, öncelikle onu görünen evren (alem) ve görünmeyen evren, ya da aynı evrenin görünen veya görünmeyen kısmı olmak üzere iki kısma yarımayı tercih etmişlerdir.

Uzakdoğu da Hint ve Çin, Ortadoğu’da Mezopotamya, Batıda kadim Yanan Felsefelerini örnek olarak göstermek mümkün.

Bu ikili (düalist) alem anlayışı, belki de insanın alem karşısındaki tavrını belirlemesi için yapılan bir tercihten ibarettir.

Önce bu yarımın ne olduğunu belirtip sonra açıklamaya geçebiliriz.

Birincisi insanın beş duyu organıyla algılayabildiği, duyulur, hissedilir alem, bu alem gerek içinde yaşadığımız olgu ve olaylar alemi, gerekse duyularımızla gözlemlediğimiz şahadet alemi diye adlandırılsın fiziki (maddi) yapıya sahiptir. Yani gözlemlenebilir, varlığı hissedilebilir olayların vuku bulduğu âlemdir. Bu alem çoğunlukla dünya adını alır. Felsefe buna fenomenler, olgular âlem diyor, İslam düşünür Gazali bu aleme “mülk ve şahadet alemi” demeyi tercih etmiş, sonuçta kısaca bu dünya, bizim içerisinde yaşadığımız dünyadır. Çoğunlukla cisimli, bedenli, varlıkların dünyası olan bu dünya ancak yine kendi cinsinden olan duyularla yani aletli, cisimli duygularla anlaşılır.

Diğer âlem ise metafizik (fizik ötesi) âlemdir. Akli âlem, ruhani âlem, ulvi alem, gayb alemi, numen alemi gibi bir ok değişik isimle anılan bu alemin en büyük özelliği bu alemde

mevcut olan varlıkların hiç birisinin varlığının herhangi bir cisme, kalıba, bedene, yani maddi bir bünyeye girmeden var olmalarıdır. Bu varlık âlemi kimi düşünce sistemlerinde tamamen soyu suretlerden oluşmuş bir varlık olup, varlığı sadece zihinseldir, yani insan zihni dışında hiçbir varlığı yoktur, kimi düşünce sistemlerinde ise insan zihni dışında ayrı bir âlemdir. Mesela Eflatun’un ”ideler âlemi” dediği bu âlem gerçek âlemdir. Bizim için de yaşadığımız dünya ise gölgeler dünyasıdır ama biz onu gerçek zannederiz. Çünkü doğuştan beri bize böyle anlatılır, öğretilir.

Şimdi gelelim, insanın bu iki âlem, yani fizik ve metafizik (görünür ve görünmez âlem karşısında aldığı tutumu incelemeye)

İnsanın görünür alem (fiziki alem) karşısında ki tutumu gayet sıradan bir tutumdur. Yani içinde yaşanılan sıradan bir dünya olmanın ötesinde hiçbir özelliği olmayan bir dünyadır. İnsanın bu dünya karşısındaki tutumu sıradandır. Yani çoğunlukla her türlü kutsallıktan arınmış tamamen seküler bir yaklaşımdır. Çünkü bu dünya bütün unsurlarıyla insanın duyu algıları içerisindedir. Her türlü sırdan uzaktır. Bu yüzdendir ki gündelik hayatın içerisinde devam ettiği bu dünyanın keşfe değer, sırları yoktur. Sır (gizem) olmayınca, keşfe değer bir yanı da olmayacaktır. Keşfe değer gizemli bir yanı olmayan bir dünyanın da kutsallaştırmaya değer yanı yoktur. Ne zamanki hayatın gündelik çizgisinden çıkılır işte o an zamanlar, mekânlar, olaylar, kişiler birden sırri ve kutsal mahiyet kazanır. Kutsal mekânlar ibadethaneler, çoğu zaman evler, mezarlıklar, türbeler vs. kutsal olarak karşımıza çıkar, aynı şekilde tarihin belli devirlerinde meydana gelen ve kutsallığına inanılan olayların meydana geldiği günlerde kutsanır çoğu zaman.

Fakat bunların ötesinde, yani bu dünyanın kutsallaştırmasının daha ötesinde asıl kutsal âlem metafizik âlemdir. Zaten bu dünyanın bazı öğelerinin kutsallaştırılması olgusu da, bu öğelerin metafizik âlemle bağlantısına inanılması dolayısıyladır.

Asıl kutsal âlem metafizik âlemidir. Çünkü bu âlem insanın duyularının algı alanına girmediğinden dolayı insan için gizemli olma özelliğini hep korumuştur. Bu alem dindar bir insanın gözüyle bakıldığında Tanrısal alemdir, meleklerin alemidir, gayb alemidir. Dolayısıyla saygıya, ululamayı, yüceltmeye en layık âlem bu âlemdir.

Tarih boyunca insan genellikle bu dünyayı kötülükler dünyası, metafizik âleminde tüm iyiliklerin, huzurun ve ruh sükunetinin sağlandığı, hatta ebedi mutluluğun alemi olarak görmüşlerdir, işte bu sebepten dolayıdır ki, her ne kadar bedenen bu dünyanın içinde yaşasalar daha, ruhen veya zihnen bu dünyanın daha ötelerine gitmenin ve böylece aradaki sükuneti, mutluluğu bir an da olsa yaşamanın sonraki yaşamlarında da orada sürekli kalmanın yollarını aramışlardır.

Buradaki temel espri dünyadan ve dünyayı temsil eden tüm aşağılıklardan olabildiğince uzaklaşmak, ruhun engin denizinde huzura kavuşmaktır. Bunu için yapılacak en basit şey bedenin arzu ve isteklerini mümkün olduğu kadar sınırlayıp onu ruhun egemenliği altına vermektir. Bunun için de yapılacak ilk iş özellikle bedeni şehevi arzulardan, aşırı yemek, içmek, aşırı uyku vs. gibi ruhu karartan fakat bedeni arzuları kabartan davranışlardan uzak durmaktır. Çünkü beden ne kadar fala beslenir semizleşirse ruh gücü o kadar zayıflar, bilakis beden perhiz (oruç) ile az, uyumakla spor yapmakla çok daha fazla sağlıklı olur fakat ruha yük olmaz. Üstelik çok yemek ve çok uyumak bütün hastalıkların başı olduğundan insanın yaşam dengesini de bozar. Oysa denge ancak aşırılıklardan kaçarak sağlanır.

Özellikle uzak doğu kültürlerinde (başta Hint ve Japon olmak üzere) bedenle ruhun dengesini sağlamak için özel bazı egzersizleri de gündelik olarak yapmak ve bunda devamlı olmak gerektiğine inanılır. Öyle ki bu egzersizler yoga ve transandantal meditasyon adı altında yüzyıllardır yapılmaktadır.

Yoga ve meditasyonun kurallarına uyularak, devamlı ve düzenli yapıldığı takdirde, ruh beden arasındaki uyumu ve düzeni sağladığı kabul edilebilir bir gerçektir. Fakat yoga aşamadır. Ancak huzura ve sükûna ermiş bir ruh trans haline geçebilir. İşte bu trans halinin sonunda ruh Mokşa ya ulaşabilir. Mokşa hali huzur ve sükûn halidir, ruhun dinginlik halidir. Ruhun sükûna erdirilmesi çabası halinde yani kutsal olanla bağlantı kurulması çabası esnasında insan vücudunun çeşitli organlarını, el, kol, bacak, ayak, başını kullanarak bazı ritmik ve düzenli hareketleri e tekrar etmek zorundadır. Bu hareketlerin kimi yeryüzünde yürüyen ve sürünen hayvanların hareketlerinin taklididir ki durgunluğu simgeler, kimi sıçrayıp zıplayan hayvan hareketlerinin taklididir ki insanda biriken aktif enerjiyi temsil eder. Kimisi de gökyüzünde uçun hayvanların taklididir ki, özgürlüğü bağımsızlığı simgeler. Yani bu hareketlerin her biri karşısındaki nisana vücut diliyle konuşmanın bir biçimini gösterir.

Bu hareketleri yapan kimse karşısındaki insana gerektiğinde bir yılan kadar sakin ve sessiz, bir kartal kadar keskin bakışlı, bir kaplan kadar yırtıcı hatta gerektiği zamanda bir kuzu kadar uysal olabileceğini göstermek istemektedir.

Tarihini tam olarak tespit edememekle birlikte Uzakdoğu sporlarında kullanılan bazı el-ayak hareketlerinin işte bu düşünceden kaynaklandığı yahut hiç olmazsa mistik bir ayinin birer parçası görünümünde olan bu hareket biçimlerinin Uzakdoğu sporlarının (Karate Tekvando, Judo vs.) hareket vuruş ve duruşlarına esin kaynağı olduğu kanaatindeyiz.

Fakat hiçbir zaman ayinin tamamının bu spor dallarına olduğu gibi aktarıldığı kanaatinde değiliz. Ancak özellikle müsabakalar başlamadan önce gerek sporcuların birbirlerine gerekse seyircilere karşı aşırı bir tazim örneği gösterip neredeyse rükû derecesinde eğilmelerinin sakıncasını da vurgulamadan geçemeyeceğim.

Özellikle Müslüman insanların Uzakdoğu sporlarıyla fazlaca meşgul olmaları, onların farkında olmadan bu Uzakdoğu ayin ve seremonilerini bilmeden tekrar etmelerine neden olmaktadır. Bu konuda kesin bir hüküm vermek istemiyorum. Sadece başından beri yaptığım açıklamalar sonucu şu soruyu sormadan edemeyeceğim, acaba diyorum bunca genç farkında olmadan Uzakdoğu sporu yapıyorum derken, önceleri ayin olarak yapılan sonraları spor hareketlerine dönüşen bazı hareketlerimi tekrar ediyorlar, bu soruya “Evet” diyemiyorum. Çünkü çok fazla iddialı bir söz olup bunca insanı aşağılamak olurdu. “Hayır”da diyemiyorum. Çünkü bu durum birçok şüpheyi de içerisinde barındırıyor.

 Mehmet AYMAN'ın yazısı

Bakmadan Geçme