T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ile Medeniyetin Burçları Derneği’nin birlikte düzenlediği “Kayseri Uluslar arası Öğrenciler Akademisi” 7. hafta dersleri ile devam etti. Elektrik Şirketi Konferans Salonu’nda devam eden akademi derslerinde birinci oturumda Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Murat Doğan "Türk Hukuk Sistemini" anlattı. Akademinin 2. oturumunda ise, Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz, "Batılıların Çanakkale Rüyası" başlıklı konuyu ele aldı. Akademinin 3. ve son oturumunda ise, Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Öcal, "Bölgesel Sorunlar ve Türk Dış Politikası" konusunda konferans verdi.
Akademinin 1. oturumunda konuşan Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Murat Doğan, "Türk Hukuk Sistemi" konusunda açıklamalarda bulundu. Hukukun dışında insanların uyması gereken birtakım kuralların da olduğundan bahseden Doğan, insanların uymak zorunda hissettikleri yeme, içme gibi ve adab-ı muaşeret gibi çeşitli kuralların hukuk kurallarına benzerliğinden bahsetti. Bütün bu kuralların da hukukla bağlantısı olduğunu anlattı. Medeni Hukukta da yer aldığı gibi ihtiyaç sahibi bir yakınımıza yardım etmek zorunda olduğumuz konusunda geleneklerle de uyum olan birtakım kuralların da olduğundan bahsetti. Hukukun birçok konuda ahlaka gönderme yapan bir yapıya sahip olduğunu ifade etti. Hemen hemen bütün kanunlarda bir din ve bir ahlak kuralına atıf olduğunu vurguladı. Evrensel ahlak ilkeleri konusunda hukukla temel felsefe konusunda yakınlık olduğunu ve birbirinden tamamen soyutlanamayacağını belirtti. Doğan konuşmasında şunları kaydetti:
"Hukuk kurallarını tamamen diğer kurallardan yani ahlak kurallarından, örf, adet ve geleneklerden soyutlamak mümkün değildir. Ancak aralarındaki temel fark, hukuk kurallarına uyulmaması durumunda devlet bu kuralları zorla uyulmasını sağlar. Biz buna devlet zoru diyoruz. Müeyyideye bağlanmıştır. Bir kurala uyulmamasına gösterilen tepkidir. Hangi kurala uyulmazsa ona bir tepki gösterilir. Devlet zoru hukuk kurallarına diğer kurallardan biraz daha farklılaştırır"
"DÜNYADA HUKUKU ETKİLEYEN 4 SİSTEMDEN BİRİ İSLAM HUKUKUDUR"
Prof. Dr. Murat Doğan, dünyadaki hukukların hangi hukuk sistemlerinden etkilendiği üzerinde de durarak dünyada hukuku etkileyen 4 hukuk sisteminin olduğunu anlattı. Bunların, Roma Cermen Hukuk Sistemi, İslam Hukuku, Anglo Sakson Hukuk Sistemi ve Sosyalist Hukuk Sistemi olduğunu ifade etti. Doğan Türk hukuk sisteminin 1923 yılına kadar İslam Hukukunun etkisinde olduğunu ondan sonra ise Roma Cermen Hukuk sisteminin etkisine girdiğini söyledi. Roma Cermen hukuk sisteminin temel özelliklerinden bahsetti. 12. yüzyılda Bolonya Üniversitesinde eğitim alan Avrupa'nın diğer ülkelerinden öğrencilerin bu hukuk sistemini kendi ülkelerine de taşıdığını böylece bu hukukun yayıldığını anlattı. Roma Cermen hukukunun özelliklerinin birincisinin mülkiyet hakkını kabul etmesi, miras hakkını kabul etmesi, sözleşme serbestliğini kabul etmesi ve en önemli özelliğinin de "Kanunilik" ilkesi ve şahsilik ilkesi olduğunu vurguladı. Bir davranışın suç olması için kanunda açıkça yazmasının bu hukuka göre asıl olduğunu ve bu hukukun İtalya, Almanya, Avusturya, Fransa ve İsviçre'yi etkilediğini belirtti. İslam Hukuku ile ilgili de açıklamalarda bulunan Murat Doğan şunları kaydetti:
"İslamiyet bir dindir. Ama İslamiyetin diğerlerinden özellikle de Hristiyanlıktan ayrılan özelliği bütün hayatı düzenlemesidir. İnsanın her davranışını düzenler. Neyle düzenler. Dört temel kaynağı vardır. Birincisi Kur'an, kutsal kitabımız, ikincisi Peygamberin sözlerinden ve fiillerinden oluşan hadistir. Üçüncüsü ise şöyledir; Peygamberimiz bu dünyadan ayrıldıktan sonra çıkan problemler nasıl çözüleceği sorunu ortaya çıktı. Önceleri bütün müslümanların bir konuda anlaşması şeklinde çözüldü. Sonra ise müslümanların sayısı artınca sadece İslam hukuku ile uğraşanların bir konuda anlaşmaları ile oluşan icma-i ümmet yani toplanma anlamına gelen bu ittifak bir kural haline geldi. Daha sonra bu icmada zorlaşınca ictihad ortaya çıktı. İslam hukuku ilahi kökenlidir. Ama temel özellikler İslam'da da kabul edilir. Miras hukuk gibi, sözleşme serbestisi, suçlardaki şahsilik ilkesi gibi hususlar kabul edilir ama ilahi temele dayanır. Biz 1923 yılına kadar bu hukukun etkisinde hukuk geliştirdik. Bugün de çeşitli ülkelerde İslam hukukunun etkisi sürmektedir."
Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Murat Doğan daha sonra Anglo Sakson hukuk sistemi üzerinde durdu. Bu hukukun da mahkeme kararlarına dayandığını ve 20. yüzyıla kadar İngiliz hukukunun yazılı olmadığını halen de tamamının yazılı hale gelmediğini ifade etti. Yazılı hukuka geçme açısından en genç hukukun bu olduğunu belirtti. Kamu özel hukuku ayrımı olmadığını ve mahkemelerin tek bir çatı altında olduğunu ve ayrımın olmadığını vurguladı. Anglo Sakson hukuk sisteminin etkilediği alanların da Kanada, ABD ve Hindistan gibi ülkeler olduğunu anlattı. Dördüncü hukuk sisteminin, Sosyalist hukukun da olduğunu ve kollektif bir mülkiyet anlayışına dayandığını vurguladı. Sosyalist hukukun, Marksist bir ideolojiye dayandığını ve temelinin üretim araçlarında özel mülkiyet olamaz görüşü olduğunu anlattı. Sovyetler Birliği'nin 1990'lı yıllara kadar bu hukuk sistemi ile yönetildiğini ama Sovyetlerin dağılmasından sonra batıdan çeşitli hukuk kanunlarını aldığını ve böylece onların da Roma Cermen hukuk sisteminin etkisine girdiğini belirtti.
"TÜRKİYE CUMHURİYETİNE KADAR OSMANLI İSLAM HUKUKUNUN ETKİSİNDEYDİ"
Türkiye'deki hukuk sisteminin temellerine de değinen Doğan, Osmanlının hukuk sisteminin İslam Hukukuna dayandığını belirterek şunları kaydetti:
"Türkiye'de hukuk sistemi Cumhuriyete kadar daha çok İslam hukuku etkilidir. Bu çerçevede yürütülen bir hukuk sistemidir. Bunların dışında özellikle de İslam hukuku kaynaklarında olmayan konularda padişahın fermanlarına dayanan örfi hukuk sistemi var. Padişahın emirlerinden oluşan kanunnameler var. 19. yüzyıla kadar bu devam etti. 19. yüzyıl bu konunun yeniden gözden geçirildiği dönemdir. Gücünü kaybettikçe birtakım ayrıcalıklar tanınıyor. Başka ülkelerden gelenlere kendi hukuklarını uygulama imkanı sağlanıyor. Aslında bunun kaynağı Medine Vesikasına kadar devam eder. Çok hukukluluk tanımıştır. Ama bu özel hukuk alanında kişiler arası konularda bu geçerlidir. Diğer konularda devlet kendi hukukunu herkese uygular. Tanzimattan sonra özellikle gayri müslimlerle müslümanların eşit olduğu kabul edilerek kanunlarda da düzenlemeler yapılmıştır. İktibas ilk defa bu dönemde ortaya çıkmıştır. İktibas, bir ülkenin kanunlarının ya tamamen ya da kısmen başka bir ülke tarafından alınmasıdır. Burada iki tane kanun var. 1850 yılında Fransa'dan aldığımız ticaret kanunu, 1858 yılında ceza kanunu yine Fransa'dan iktibas edilmiş. Sonra Medeni Kanuna gelmiş, medeni kanun, miras hukukunu, yani doğumdan ölüme kadar kişisel ilişkileri düzenler. Burada iki görüş çatışmış, bir tarafta Sadrazam Ali Paşa var o Fransız medeni kanununun alınmasını istiyor. Karşısında Ahmet Cevdet Paşa var, büyük bir hukukçudur, o hayır biz kendimiz yapabiliriz diyor. Sonunda Ahmet Cevdet Paşa galip geliyor ve kanun yapma vazifesi ona veriliyor. 1868'den 1876'ya kadar bu kanun yapma sürmüştür. Gerçekten de halen de takdirle karşılanan bazı ülkelerde kısmen de uygulanan Mecelle-i Ahkamı Adliye adı verilen bir medeni kanun ortaya çıkmıştır. Aile hukuku düzenlenmemiştir ama onun dışındaki konular düzenlenmiştir. Bu süreç Cumhuriyete kadar sürdü. Kanunların Fransa'dan alınmasının sebebi o günün hakim kültürünün Fransa olmasıydı. Aslında bu doğru bir tutum değildir. Herkesin kendi örf ve adetini göz önünde bulundurması, kültürüne göre kanunlar yapmasıdır. Normal olan budur çünkü toplumsal farklılıklardan dolayı sorunlar çıkmakta ve bu sorunların çıkması da normal karşılanmalıdır. Örneğin biz 1926 yılında İsviçre Medeni kanununu iktibas ettik ama o İsviçre için muhafazakar bir kanundu. Kendi gelenek göreneklerine ve hatta dini inançlarına uygun olan bir kanundu. Aynı kanun bizim için yenilikçi olarak nitelendirildi. Toplumu değiştirici dönüştürücü olarak nitelendirildi."
"LOZAN'DA BİZ BATI HUKUK SİSTEMİNE GEÇECEĞİMİZİ TAAHHÜT ETTİK"
Doğan konuşmasında, 1926'daki Medeni Kanun gibi, 2001'de yürürlüğe giren Medeni kanununun da kısmen İsviçre'den iktibas edildiğini ve bunun en önemli özelliğinin eşlere evlilikte eşitlik ilkesini getirmesi olduğunu belirtti. Bu durumun aile içi anlaşmazlıklar konusunda çeşitli sıkıntılara yol açtığını vurguladı. Hakime gidilmesi konusunda bile hakimin karar verme yetkisinin olmadığının altını çizdi. Doğan şunları kaydetti:
"Lozan'da karşı tarafın bizden istediği en önemli talep gayri müslimlerin kendi hukuklarına tabi olmasıydı. Biz de buna karşı zaten biz herkese din ayrımı gözetmeksizin uygulanacak bir hukuk sistemi getireceğimizi söyledik. Bizim onların seviyesine gelebilmemiz için bunun gerekli olduğuna inandık. Bu yüzde yüz doğru değildi. Bu bizim o seviyeye gelmemizi sağlamadı, sağlamazdı da. Bundan sonrası için de aynı şey geçerlidir. İnsanlığın ortak değerleri vardır. Evrensel değerleri vardır onları alırız. Ama aile gibi ceza hukuku gibi kurallarda kendi örflerine ve geleneklerine göre kanunlar koymalıdır. Biz de şöyle yapıldı. Cumhuriyetle birlikte bir iktibas hareketi oldu. Medeni kanun İsviçre, Borçlar kanunu İsviçre, Ticaret kanunu biraz Almanya'dan, İdare hukuku Fransa'dan alındı. Avrupa Birliği sürecinde de çeşitli ülkelerden kanunlar aldık. Ceza hukukunu Almanya'dan 2004 yılında aldık eski İtalyan kanunu biraz faşist özellikler taşıyordu. Bizim hukuk sistemimizin temel özellikleri, kanun esastır. Ceza hukuku dışında ikincil kaynaklara yazılı olmayan hükümlere bakılır. Ceza hukukunda sadece kanunlara bakılır. Bir diğer özelliği ictihad bağlayıcı değildir. Her mahkeme yorumuna göre karar verebilir. Oysa İngiltere mahkeme kararlarına dayanır. Biz de özel hukuk ve kamu hukuku ayrımı vardır. Bir de yargı ayrılığı vardır. Adli, idari, anayasa mahkemesi gibi üçlü bir ayrım vardır. Temel özelliğimiz irade özerkliğine, sözleşme serbestisine, özel mülkiyete, miras haklarına, suçlarda kanunilik prensibine dayanır. Yargı sistemi ise adli ve idari yargı olarak ikiye ayrılır."
Doğan, anlaşmazlıklarla ilgili olarak hangi mahkemelerin yetki alanına girdiği ile ilgili konularda açıklamalarda bulundu. Ayrıca Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş ve gelişmesini de ele alan Doğan, Anayasa Mahkemesi'nin görev alanı ile ilgili de çeşitli bilgiler verdi. Doğan ayrıca öğrencilerin idamın getirilip getirilmemesi gerektiği ile ilgili soruya da, kanunların müeyyidesinin etkin uygulanması gerektiğini, kişisel olarak belli suçlar için idam cezasının getirilmesine inandığını ancak her sistemi de kendi içinde değerlendirmenin doğru olacağını belirtti.
Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz:
"BATILILARIN ÇANAKKALE DÜŞLERİ"
Uluslararası Öğrenciler Akademisi'nin 2. oturumunda ise Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz, "Batılıların Çanakkale Düşleri" konusunu ele aldı.
Karadeniz konuşmasında öncelikle konuşmasının içeriği ile ilgili bilgiler verdi. Önce mitolojiden, destanlardan ve sonra da bilgiden söz edeceğini ardından da gerçeklikten bahsedeceğini anlattı. Mitolojinin gerçeklikle hiçbir alakasının olmadığını fakat modern ve posmodern zamanlarda bu tür gerçeklik dışı şeylerin insanların reflekslerine sindiğinin görüldüğünü vurguladı. Karadeniz daha sonra Antik Turuva kenti ile ilgili olarak anlatılan mitolojilerden bahsetti. Antik Yunan'da Turuva'nın ifade ettiği anlam üzerinde durarak tarihte meşhur Turuva savaşının anlamını anlatarak bu savaşın batılılar için ne ifade ettiği üzerinde durdu. Homeros'un İlyada destanında geçen birtakım olayların tarih boyunca batılıları nasıl etkilediği üzerinde durdu. Yine Turuvalılar ve Atinalılar arasındaki savaşların altında yatan sebeplerin neler olduğu üzerinde durdu.
"BATIYA BATI OLMA ÖZELLİĞİNİ KAZANDIRAN İLYADA DESTANIDIR"
Turuva'yı anlatan Abdurrahim Karadeniz, daha sonra İlyada destanı ile ilgili bilgiler verdikten sonra destanla ilgili şunları kaydetti:
"İlyada destanı batıya batı olma özelliği öncelikle de Yunan'a Yunan olma özelliği kazandıran tarihsel ve mitolojik bir belge niteliğindedir. Bu destan Turuva savaşının son 51 gün ve gecesini 16 bin dizeyle anlatır. Bu destanda Helena'nın Turuva'ya nasıl kaçırıldığı anlatılmaz. Bu bölümler mitolojik bölümlerdir. Turuva savaşına kadar batı yani Yunanlılar, Anadolu'da bir hakimiyet kuramamış ve kendi aralarında da bir birlik kuramamışlardır. Kendi aralarında birlik kurma gerekçelerinde Helena'nın intikamını almak olarak destanda anlattıkları şey 1915'de olduğu gibi emperyal amaçlara ulaşmaktır. Bu destanın sonunda batıya şunlar kalmıştır. Yunan dili ve edebiyatı artık felsefe yapılabilir bir kıvama ulaşmıştır. İlyada destanında anlatılanların kalıcılık özelliği kazanması batılılar ve Yunanlılar için emperyal amaçlardan daha önemlidir. Ve bugüne kadar ulaşması ve batıyı şekillendirmesi bu şekilde gerçekleşmiştir."
Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz, İlyada destanının M.Ö. 800'lü yıllarda Homeros tarafından yazıldığını ancak daha sonra ortadan kaybolduğunu ve yeniden M.Ö. 500'lü yıllarda yani 300 yıl kadar sonra yeniden ortaya çıktığını anlattı. İyonyalıların yani Yunanlıların Turuva'ya saldırmalarının asıl amacının bu bölgelerde ve Ege kıyılarında koloniler kurma amacı olduğunu ve dolayısıyla bunun emperyal bir gerekçe olduğunu vurguladı. Homeros'un İlyadasının M.Ö. 800'den 500'e kadar kayıp olduğunu ve Yunanlıların bu destanı 300 yıl sonra ortaya çıkarmasının bir amacı olduğunu bu destanı kendilerine göre değiştirerek yeniden yazdıklarını araştırmacıların da bunu böyle kabul ettiklerini belirtti. İlk kuşak Yunan filozoflarının hepsinin de Anadolu sahillerinde yaşadığını ve hemen hepsinin de Pers istilası altında kaldıklarını anlattı. Yani ilk dönem Yunan filozoflarının Pers etkisi altında kaldıklarını ve amaçlarının İyonyalıları tek bir birlik altında toplamak olduğunu belirtti.
Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz ikinci kuşak Yunan filozoflarının düşünceleri ve davranışları ile ilgili de şunları kaydetti:
"Sokrat, Platon, Aristo ikinci kuşak Yunan filozoflarıdır. Felsefenin temelini Aristo oluşturmuşlardır. Bunların temel hedefi Perslere karşı hareket geliştirmektir. Bu felsefeden gerçekliğe dönüşecektir. Bu hedefi gerçekleştiren kişi Makedonyalı Büyük İskender olacaktır. Büyük İskender'in babası Fhilip, Aristo'nun arkadaşıdır. Oğlu İskender 13 yaşlarına gelince Makedonya yakınlarında büyük bir okul kuruyor ve burada oğluyla birlikte 5 asilin daha çocuğuna ders vermesi için Aristo'yu çağırıyor. Aristo 3,5 yıl burada Büyük İskender'e öğretmenlik yapıyor. Bu öğretmenliğin sonunda Büyük İskender'in Aristo'ya sorusu şudur. Benden bir Yunan yarattığına inanıyor musun. Aristo ise ona, ben senden bir İskender yaratmak istedim diyor. İskender'in ilk işi Yunan şehir devletlerinin birliğini sağlamak olur. Ayrıca para bastırır. Perslerin altın paralarının yanında altın ve gümüşten oluşan bir para bastırır. Perslerin parası bu para karşısında değer kaybeder. 2 yıl sonra ise birinci Turuva saldırısından bin yıl sonra Helles Pontus yani Çanakkale'ye geçiyorum der. Bu batının doğuya ikinci saldırısıdır. Büyük İskender kendisinin İskender'in soyundan geldiğine inanır. Büyük İskender'in babası Fhilip, İskender'in soyundan gelen soylu bir bayanla evlenmiştir. İlyada destanındaki Aşilyus düştür ama Büyük İskender gerçektir. Büyük İskender gerçeği Çanakkale'de ortaya çıkar. Büyük İskender'den sonra Hellenistik 5 ayrı devlet çıkar. Bu devletlerin kurucuları Aristo'nun öğretmenlik yaptığı akademiden yetişen diğer 5 arkadaşıdır. Büyük İskender'den sonra birlik ortaya çıkar. Dil Birliği, Hukuk Birliği, Para Birliği ve Kültür Birliği Yunan dünyasında sağlanmış olur. Yunan yaşam biçimini bu bölgede yaymıştır. Yunan kültürünü bütün imparatorluk sınırlarına yaymıştır. Burada durup baktığımızda Avrupa Birliği böyle bir şeydir. Bu 4 kuralı Avrupa Birliği'nin yapmak istediği aynı şeydir. Üzerinde çok fazla düşünmek zorunda kalmamışlar, geçmişlerine bakmaları onlar için yeterli olmuştur. Yunan uygarlığının tetikleyicisi iki uygarlık vardır. Biri Mısır uygarlığı diğeri de Sus şehrindeki Pers uygarlığıdır. Yani ilk uygarlık değildir Yunan uygarlığı."
"ROMA İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞUNDA ANTİK YUNAN ETKİSİ VARDIR"
Roma İmparatorluğunun kuruluşunda da Yunanlıların etkisi olduğunu, özellikle Yunan'dan giden bazı Yunan asıllı asilzade kişilerin Roma imparatorluğunun kuruluşunda paş sahibi olduklarını belirten Karadeniz şunları ifade etti:
"Roma İmparatorluğu M.Ö. 753'de başlamıştır. Tarihte devlet olarak Roma şehrinin ortaya çıkması ise M.Ö. 500'dür.Yani İlyada destanının Yunan'da ortaya çıkmasıyla eş zamanlıdır. Latin dünyasında 12 tanrılı bir pantion vardır. Bunlar yine Yunan tanrılarına benzer tanrılardır. Bütün Roma imparatorları kendilerini İyonyalılara dayandırır. Roma'da yönetimi üstlenen asil 50 ailenin hepsi de kendisinin soyunu Truva'ya dayandırırlar. En çok kendini Turuva'ya dayandıranlar Sezar olurlar. Örneğin önemli bir imparator olan Jule Sezar'da kendisini Yunanlılara dayandırır. Jule demek zaten İonya'dan gelen anlamına gelir. Bütün Roma imparatorları Büyük İskender olmak ister. Kendilerini Büyük İskender'in devamı gibi görürler. Bütün Roma imparatorları onun gibi olmak isterler. Hem bedenen hem de ruhen onun devamı gibi görürler. Yani daha eskiye gidersek İlyada destanındaki Aşilyus olmak isterler, onun devamı olmak isterler. Roma demek batı için bugün ki batı demektir. Bayındırlık, imar demektir, hukuk demektir, bütün batılılar bu eğitimi almak zorundadır. Roma demek hüküm, hukuk demektir. Batıyı batı yapan ikinci önemli nokta Yunan'dan sonra Roma'dır. Diğer başka İtalyan şehirleri de kendilerini Turuva'ya dayandırırlar. Avrupa'da başka milletlerde soylarını Turuva'ya dayandırırlar. Batıyı batı yapan Yunan'dan sonra ikinci güç Roma'dır."
"BÜYÜK İSKENDER'DE BARBAR DOĞUYA DEMOKRASİ GÖTÜRME PEŞİNDEYDİ"
Abdurrahim Karadeniz bir öğrencinin bugün ki batının olduğu gibi Büyük İskender'in doğudaki fetihlerinde de buralara demokrasi götürme gibi bir zihniyetin olup olmadığını sorması üzerine şunları kaydetti:
"Büyük İskender'de doğuya saldırmasının gerekçesini şöyle anlatır. Barbar doğuya demokrasi ve medeniyet götürmek için yola çıkıyorum diyor. Tam da kendi cümlesidir. O gün gerçekten de demokrasi vardı. Aristo ile Büyük İskender Cumhuriyet ve demokrasi konusunda tartışmalar olmuştur. Büyük İskender'in doğuya saldırmasının asıl nedeni, neydi, tabii birinci neden emperyaldi. Ayrıca Makedonya'nın doğuya 500 bin kalem borcu vardı. Yani batmıştı Makedonya. Bir diğer mmaç, Batı birliğini kurmak ve doğuya verilen vergiden kurtulmaktır. Büyük İskender'in doğu seferine çıkma gayeleri arasında da bugün olduğu gibi doğuya demokrasi ve insan hakları götürme amacı taşıyordu. Aynen bugün ki anlamda demokrasi anlayışının Hellen uygarlığında da olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Mısır'da da uzun bir süre Roma etkisinde kalmış ve Büyük İskender'in arkadaşları tarafından yönetilmiştir."
"ÇANAKKALE'NİN ÖNEMİNİ İLK FARK EDEN PADİŞAH FATİH'TİR"
Osmanlı İmparatorluğunda Çanakkale Boğazı'nın önemini ilk fark eden Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Helles Pontus denen boğazın iki yakasına çapraz bir şekilde kaleler yaptırarak boğazın korunması için özel önlem almıştır. 3 yıl içinde Çanakkale Boğazı'nın en dar yerine bu kaleler inşa edilir. Çanakkale deniz savaşlarının yapıldığı yerde bir Anadolu bölgesinde ve bir de Rumeli bölgesinde iki kale inşa edilir. Savaşların yapıldığı Gelibolu yarımadasındaki kale kalp gibi görülür. O kale Anadolu sahillerini görür Anadolu sahillerindeki kale de Gelibolu sahillerini korur yani çapraz bir koruma vardır. Gelibolu yarımadasındaki kaleyi yaptırdıktan sonra Fatih buraya bir kasaba kurdurur ve buraya Kilitbahir denilmiştir. Bahr deniz demektir yani Denizin kilidi anlamına gelir. Bölgenin ne kadar stratejik ve önemini fark eden bir diğer Osmanlı Namık Kemal'dir. Gelibolu'daki mutasarrıflığı sırasında Çanakkale savaşlarının yaşandığı yarımadayı gezer ve arkadaşı Ebu Ziya Tevfik'e der ki ben öldüğümde buraya gömseler ne kadar güzel olur der. Namık Kemal Sakız'da mutasarrıfken 1888'de öldüğünde arkadaşı Tevfik gelir ve padişahın izniyle Süleyman Paşanın kabrinin yanına gömülür. Süleyman Paşa Orhan Gazi'nin oğludur ve bir av sırasında karşı tarafa geçerken öldüğü için buraya gömülmüştür.
"ÇANAKKALE SAVAŞLARI BATILILARIN ÜÇÜNCÜ EMPERYAL SALDIRISIDIR"
Şair-Yazar Abdurrahim Karadeniz, başından beri anlattığı Yunanlıların İlyada destanından, Roma İmparatorluğuna kadar batılı güçler için Çanakkale'nin hep önem taşıdığını ve birincisi Turuva savaşında olmak üzere ve ikincisinin de Büyük İskender'in gerçekleştirdiği iki saldırısının da başarıyla tamamlanmasının batılıların üçüncü saldırılarının da başarılı olacağına inançlarının pekişmesine sebep olduğunu ancak bu üçüncü saldırılarında gerek deniz savaşlarında gerekse kara savaşlarında Çanakkale'yi geçemediklerini belirterek şunları kaydetti:
"Bundan sonra son bölümde şunları ifade etmek istiyorum. Batılılar 1915'de Çanakkale'ye saldırdıklarında dünyanın en iyi donanmasına sahiptiler. Çünkü İngilizlerin, Fransızların öncülüğünde, İngiliz sömürgelerinden insanlar, Kanada'dan, Hindistan'dan insanlar getirmişler ve o günün şartlarında en güçlü savaş gemileri onlara aitti. Bu gemiler Çanakkale Boğazı'na saldırdığında bu anlattığım iki kalenin savunma hattını aşamamışlardır. Fatih'in yaptırdığı Kilitbahir kalelerini aşamamış, Fransız Buve ve İngiliz Qeen Elizabeth gemileri boğazın serin sularına gömülmüştür. Ama bu deniz savaşlarıdır. Deniz savaşlarında Osmanlı toplam 25 şehit vermiştir. Ama esas kanlı savaşlar karadan sürecektir. Bu saldırılar batılıların Çanakkale'ye yaptığı üçüncü saldırıdır. Bu da ilk ikisi emperyal amaçlarla gerçekleşmiş saldırılardır. İlk iki emperyal saldırıda amaçlarına ulaştıkları için üçüncü saldırının da amaçlarına ulaşacağından son derece emindirler. Ama bu üçüncü saldırı amaçlarına ulaşma imkanı vermez. En fazla ilerledikleri nokta Namık Kemal'in kabrine kurşunların isabet etmesi noktasıdır. Namık Kemal'in mezarı ilginç bir yerdedir. Namık Kemal'in mezarından baktığınızda bir tarafta Saroz Körfezi, diğer tarafta Marmara Denizi görülür. Namık Kemal'in Türk düşünce ve edebiyatındaki yeri doğu ve batı arasındaki kesişim noktasındadır. Mezarı da aynı şekilde doğuyla batının tam kesişim noktasında bulunur. Düşmanların 1915'te yaptığı saldırılar Ağustos'a kadar devam etmiştir. Osmanlı birlikleri 253 bin şehit vermiştir. 350-400 bin civarında kayıp vermiştir batılı güçler. Bu kadar insanı yarımadaya elleri değmeyecek şekilde uzatsanız kapatır. Bu kanlı savaşta deniz yoluyla gemiler iki kale arasında onların menzilinden ileriye, kara savaşlarında da attıkları mermilerin en uzağı gideni Namık Kemal'ın mezarından daha uzağa gidememiştir."
Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Öcal:
BÖLGESEL SORUNLAR VE TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMEL YAKLAŞIMLAR
Uluslararası Öğrenciler Akademisi'nin 3. oturumunda ise, Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Öcal, "Bölgesel Sorunlar ve Türk Dış Politikası" konusunda açıklamalarda bulundu.
Türk Dış Politikasının temel yaklaşımları üzerinde durarak Ahmet Davutoğlu'nun gerek Dışişleri Bakanlığı döneminde gerekse Başbakanlığı dönemindeki dış politika yaklaşımlarından bahsetti. Özellikle Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ele aldığı konularla ilgili kısa bilgiler veren Öcal, Türk Dış Politikası'nın bugün geldiği noktada, akil ülke, arabuluculuk yapabilecek bir ülke konumuna geldiğini ve bununla ilgili de farklı zamanlarda çeşitli faaliyetlerin görüldüğünden bahsetti. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye ve Brezilya'nın birlikte yürüttükleri, İran'ın nükleer çalışmaları ile ilgili arabuluculuk çalışmasından, ayrıca İsrail ve Filistin arasındaki arabuluculuk girişimlerin bu anlamda değerlendirilebileceğini belirtti. Bu arabuluculuk girişimlerinin batıla devletlerin bazıları tarafından hoş görülmediğini ve sabote edildiğinin de altını çizdi. Mehmet Öcal, Türkiye'nin özellikle İslam ülkeleri arasındaki ihtilaflarda arabulucu olabilecek bir özelliğe sahip olduğunu ifade etti.
"TÜRKİYE BÖLGEDE AKTİF ROL OYNAMAK ZORUNDADIR"
Türkiye'nin bölgesel sorunlar üzerinde aldığı tavır konusunda da açıklamalar yapan Öcal özellikle, Ukrayna Rusya sorunu, Kafkaslardaki sorunlar, Balkan ülkeleri arasındaki sorunlar ve son olarak da Ortadoğu da yaşanan etnik ve mezhepsel sorunlara değindi. Öcal konuşmasında şunları kaydetti:
"Türk Dış Politikası’nın oluşumunda etkili olan unsurlar, coğrafi konum, tarih, ekonomi, batıcılık, statükoculuk, davranışsal faktörlerdir. Ahmet Davutoğlu: Türk dış politika felsefesini özellikle jeopolitik kuramlar üzerinden inşa etmektedir. Türkiye’nin dış politikası, coğrafya, tarih ve kültür üzerine oturtulmuştur. Coğrafi açıdan, Afro-Avrasya kıtasının merkezindedir bu yüzden İslami, Avrupalı, Türklük gibi farklı kimliklere sahiptir. Tarihi ve kültürü, Osmanlı geçmişi ve Afro, Avrasya jeopolitiğine yaklaşık 600 yıl hükmetmiş olan Osmanlı geçmişinden ötürü, Türkiye, bu bölgede aktif rol oynamak durumundadır. Türkiye, önce bölgesel, ardından da küresel gelişmelere müdahil olmak veya arabuluculuk yapma durumunda kalmakta ve sorumluluklar yüklenmek zorundadır. Bu durumun Türkiye açısından iki sonucu bulunmaktadır. 1. kendi ulusal güvenliğini ve istikrarını garanti altına alabilecek, 2. küresel aktör haline gelebilecektir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye, uluslararası sistemdeki dönüşümü belirleyen ve şekillendiren bir küresel aktör veya düzen kurucu aktör haline gelecektir.
Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin akil ülke rolü, bölgesel ve küresel düzende, barışı, düzeni ve güvenliği sağlamaya gayret eden, üzerindeki sorumlulukları yerine getiren ülke, bölgesel ve uluslararası sorunlarda aktif bir şekilde arabuluculuk rolü üstlenen devlet olması gerektiğini belirtiyor. Ayrıca Davutoğlu, Türkiye ilk önce komşu ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeli ve bir bütünleşme içerisine girmeli, yakın havza ülkeleri ile aynı siyaset güdülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Özellikle bu ülkelerde, ekonomik bütünleşmenin ve uyumun gerçekleşmesini, bölge yönetimlerinin katılımcı demokrasiyi benimsemesini, katılımcı anlayışa sahip yeni bir uluslararası düzenin inşasını önermektedir. Ayrıca küresel anlamdaki politikalarda da görüş ve önerileri bulunuyor Davutoğlu'nun, yeni küresel yapının üç temel özelliği bulunmalı bunlardan birincisi kapsayıcılık ve uyum kavramlarına dayalı küresel düzendir diyor. İkincisi diyalog ve çok taraflılığa dayalı siyasi düzen ve üçüncüsü de adalet ve eşitlik ilkelerine dayalı ekonomik düzendir demektedir. Türk Dış Politikası bu hedefleri hayata geçirebilmek için çeşitli dış politika ilkelerini benimsemiştir. Bu ilkeler; Güvenlik ve demokrasi arasında denge, komşu ülkeler ile sıfır sorun ve bu ülkeler ile Türkiye arasında karşılıklı bağımlılığın arttırılması, komşu ülkeler ile diğer bölgeler ile gelişen ilişkiler, çok boyutlu dış politika yani ABD, AB, Çin ve Rusya gibi büyük devletler ile birbirlerini tamamlayan ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği, ritmik Diplomasi, Uluslararası örgütlerde daha aktif bir rolün üstlenilmesi, aktif ve ön alıcı diplomasi, bölgesel ve küresel süreçleri yakından takip etmek, gelişmelerin yönelimini önceden tahmin etmek ve buna göre önceden gerekli dış politika kararlarını almak gibi temel yaklaşımları da göz önünde bulundurmak gerekiyor.
BÖLGESEL MESELELER KONUSUNDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Doç. Dr. Mehmet Öcal, Türk Dış Politikasının bölgesinde gelişen güncel sorunlara bakış açısı konusunda da açıklamalar yaparak bu sorunlarla ilgili kısa açıklamalar da bulundu. Bu sorunların başlıcalarının, Ukrayna – Rusya sorunu, Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu sorunu gibi sorunlarda dış politikanın etkinlik-kapasite sorunsalını gündeme taşıdığını ve dış politikanın şu anda bu eksende bir hareketlilik gösterdiğini vurguladı. Öcal konuşmasında şunları kaydetti:
"Hepimizin bildiği gibi Rusya’nıın Kırım’ı ilhakı 18 Mart 2014. Rus lider Putin, Kırımlı liderlerle imzaladığı "Kırım ve Sivastopol'ün Rusya'ya bağlanması antlaşması ile burasını ilhak etti. Sonuç olarak Türkiye, Rusya’nın Kırım’ı ilhakını kabul etmiyor, Rusya’nın Ukrayna’nın doğu bölgesindeki hak iddiasını hukuki bulmuyor, Ankara AB’nin Rusya’ya uyguladığı ekonomik Ambargoya katılmıyor doğal gaz alımı sebebiyle bu ambargoya katılmıyor, sorunun müzakerelerle barışçıl çözülmesinden yana bir tavır sergilemektedir.
Türk Dış Politikasının önemli bölgesel meselelerinden birisi de, Kafkasya ve Petrol Boru hattı meseleleridir. Türkiye, 90’lı yılların başında dış ilişkilerde Türk kimliği ön plana çıkmış dönemin temel sloganı ise 'Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk Dünyası' cümlesi ile ifade edilmiştir. İslami kimliği ön plana çıkaran ve AK Partinin Ortadoğu açılımı olarak bahsedilen politikasını Müslüman ülkelerde işleten 1990'lı yılların iktidar partisi Refah Partisinin sloganı 'lider Türkiye', 'şahsiyetli dış politika' cümleleri ile ifade edilmişti. Bu konuda da Türkiye sonuç olarak, Orta Asya’daki gelişmelerin, 'doğru yönde' ilerlemesini sağlamak amacıyla Türkiye’nin bölge konularına müdahil olunmalı, bölgesel aktörler ve devletler 'ortak geleceğe' bakmalıdır görüşünü savunmaktadır. Türkiye, devletleşme yolunda ciddi adımlar atan Orta Asya devletlerinin demokratik dönüşümünü desteklemektedir. Bu ülkelerin ekonomik kalkınma için yapılarını kurumsallaştırma yönünde attıkları adımları desteklemektedir.
Türk Dış Politikasının bir diğer bölgesel sorun olan Balkanlar meselesine bakışı ise yine dikkat çekici özellikler taşımaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, 90’lı yılların başında dış ilişkilerde Türk kimliği ön plana çıkmış dönemin temel sloganı ise 'Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk Dünyası' cümlesi ile ifade edilmiştir. Balkanların Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısı olduğu unutulmamalıdır. Balkanlardaki bir çok ülkede Türk azınlıklar yaşamaktadır. Bir çok etnik topluluk Boşnaklar, Arnavutlar, Makedonlar ile aynı tarihi ve kültürü paylaşmaktadır. Ankara Balkanlarda barış ve istikrarı tesis etmek için üçlü işbirliği ile Siyasal Dialog mekanizması geliştirmiştir. Bosna, Türkiye ve Sırbistan arasında. Ankara bu bölgede de yumuşak gücünü yani ekonomik işbirliğini kullanmaktadır. Bütün bunların amacı, bölgesel Ekonomik Entegrasyonu sağlamaktır.
Türk Dış Politikasının bir diğer bölgesel sorun alanı Ortadoğu bölgesi olarak gözükmektedir. Bu konu ile ilgili Türkiye'nin çeşitli dönemlerde farklı girişimleri olmuş ve bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi önemli bir yer tutmuştur. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, KEİ-1992 yılında hayata geçirilmişti. Amacı bölgedeki barış ve istikrar ortamının korunması, üye ülkeler arasında politik ve ekonomik alanda işbirliği ve uyumun artırılması, bilim ve Teknoloji alanında çalışmalar olarak belirlenmişti. Bildiğimiz gibi üyeleri, Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu, Sırbistan, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan gibi ülkelerdi. Erbakan hükümeti döneminde başlayan Müslüman ülkelerle ittifak kurma arayışı 'Gelişmekte olan 8 ülke' anlamına gelen Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan, ve Türkiye’den oluşan D 8 adıyla anılan birliğin 1997 yılında kurulmasıyla vücut bulmuştur. 2000’lerin başına geldiğimizde ise, '21.yüzyılda dünya devleti' sloganı Türk dış politikasının değişen konjonktürde yeni hedefini ifade etmektedir. Yüzünü kurulduğu dönemlerden bu yana Batı’ya dönen modern Türkiye’nin dış politikadaki ana gündem maddesi 'milenyumdan sonra Avrupa' olmuştur. Türk coğrafyasına, Müslüman dünyaya ve Osmanlı’nın egemenliğini sürdürdüğü alana yöneliş 'açılım' olarak tanımlandığında Avrupalı kimliğinin öne çıkarılmasının bir açılım olarak sunulmasından ziyade genel manada Türkiye’nin dış politikasının çıkar alanlarına geri döndüğü olarak betimlenebilir. 1997-2002 yılları arasında Dış İşleri Bakanlığı yapan İsmail Cem, Türkiye tarihi, coğrafi ve kültürel anlamda 700 yıllık Avrupalıdır demektedir. Dönemin dış politika hedefi ise şu şekildedir; başka ülkelere özenen değil, başkalarının özendiği bir dünya devleti yaratmak, Asya ve Avrupa’dan birin seçme mecburiyeti olmayan Türkiye devletinin tüm dünya milletlerince tanınması gibi amaçlar güdülmüştür. Kısaca Türkiye'nin Ortadoğudaki meselelere konusundaki bakış açısının parametreleri şunlardır; Türkiye, siyasal diyalog, enerji hatları, ulaşımın geliştirilmesi, serbest ticaret anlaşmaları, kültürel çoğulculuğun korunması gibi yöntemler aracılığıyla bölgede tam bir entegrasyonun gerçekleşmesini öngörmektedir. Aynı zamanda Türkiye ile bölge ülkeleri arasında köklü tarihi ve kültürel bağlar bulunmaktadır ve taraflar ortak manevi değerleri paylaşmaktadır. Ankara Ortak çabalarla bölgesel entegrasyonun gerçekleştirilmesini mümkün görmektedir. Özellikle doğal kaynakların, insan gücünün ve coğrafi unsurların bölgesel işbirliğine yönlendirilmesi gerektiğini önermektedir. Bölgedeki çatışma alanları yapay ve geçici durumlar olarak görülmektedir."
Ortadoğu'daki çeşitli ülkelerden bahseden Öcal, Mısır, Cezayir, Yemen, Filistin, Irak, Suriye'yi anlattı. Bu ülkelerde ve özellikle Cezayir'de Fransa'nın 1990'lı yıllardan beri oynadığı rolü, Mısır'da Müslüman Kardeşler'e karşı batı destekli darbe olayını ve İran'ın ortadoğu politikalarındaki etkisini ve bu bölgelerdeki tarihi gelişmeleri anlatarak buralarla ilgili olarak Türk Dış Politikasının temel yaklaşımlarının ne olabileceği ile ilgili de bilgiler verdi. Son olarak da özellikle Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Karabağ sorunu ile ilgili meseleyi de değerlendiren Öcal, bu konuda Türkiye'nin Azerbaycan'ın yanında olmasının temel sebeplerini ve Ermenistan'ın nasıl yurt dışındaki Ermeni diasporasının etkisinde olduklarından bahsetti.
"MESELELERDE AKTİF ROL ALAMAZSANIZ PASİF KALMAYA MAHKUM OLURSUNUZ"
Doç. Dr. Mehmet Öcal, Türk Dış Politikası için önemli olanın meseleler karşısında hareketsiz kalmak değil aktif olarak bu meselelerin üzerine gitmek olması gerektiğini vurgulayarak şunları kaydetti:
"Bugün geldiğimiz noktada Türk Dış Politikasının şu anda öncelikli olarak gördüğü hususları ve ele aldığı meseleleri ele almak gerekiyor. Türkiye’de takip edilmeye çalışılan dış politikanın temel esası olarak beş unsur öne çıkmaktadır; Özgürlük ile güvenlik arasında denge olmalıdır. Komşularla sıfır problem, çok boyutlu-çok kulvarlı dış politika, yeni bir üslup geliştirmek, ritmik diplomasi, Ulusal düzeyde ise yerel kimlikleri muhafaza ederek vatandaşlık kimliğini oluşturmak ve demokratik yapıları etkin hale getirerek, egemenliği pekiştirmek. Bölgesel Düzeyde ise, Bölgesel devletler arasında doğrudan etkileşimi ve karşılıklı bağımlılığı geliştirmek. Küresel düzeyde ise, Küresel jeopolitiğin merkezinde yer alan Orta Asya, küresel politikaların oluşturulmasında daha aktif rol oynamalıdır. Dış Politikada bir sorunu yönetmiyorsanız, yani çözümün bir parçası değilseniz, sorunun bir parçası olursunuz. Yani kısaca belirtmek gerekirse bu konunun gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir konuda özne yani aktif bir rol alamıyorsanız, nesne yani pasif bir konumda kalmaya mahkum olursunuz. Meselelere sadece uzaktan seyirci kalmakla yetinmekten başka bir şey yapamazsınız. Sizi etkileyecek olan meselelerde asla müdahil olma şansınız da bu şekilde ortadan kalkmış olur. "