Mehmet AYMAN
“Tanrı öldü”! “Tanrı öldü”! “Tanrı öldü”! “Tanrı öldü gitti”! “ Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye dek elinde tutan, en kutsal en güçlü olan bizim bıçaklarımızla kana bulandı. Kim temizleyecek bu kanı bizden? Hangi suyla arıtabiliriz kendimizi? Nasıl bir kefaret töreni düzenlesek, hangi kutsal oyunu oynasak.” “ Nietzche”
“İnsanın Psikolojik olarak tahammül edebilmesi en güç ve en çetin cinayet, cinayetlerin en büyüğü olan ‘Tanrı’nın öldürülmesidir” “Susan Sontag”
Ünlü Alman Nihilist filozofu Nietzche “Tanrı öldü “ çığlıklarını attığında bir başka acı gerçeği daha haykırıyor ve Hristiyan dünyasının yüzyıllar önce içerisine sürüklendiği bir sürecin ve varoluş macerasının trajik bir sonla nihayete erdiğini haber veriyordu. Bu süreç Sekülerleşme/Dünyevileşme sürecidir.Bu yazımızda, kimi zaman insanlığın başına gelebilecek en büyük felaket olarak nitelenen, kimi zamanda batı insanını ortaçağın skolastik karanlığından kurtarıp aydınlanmaya götüren bir olgu olarak telakki edilen Sekülerizm konusunu birkaç boyutuyla ele alıp sadece Batıyı ilgilendiren yönüyle tahlil etmeye çalışacağız.
Sekülerlik Latince “Secularity” sözcüğünün İngilizce kanalıyla dilimize geçmiş bir şeklidir. “Secular”sözcüğü, Latince de ki “şu anki çağ/zaman” anlamına gelen “seaculum” sözcüğünden türetilmiştir. “Seaculum” sözcüğü de Latince’de ‘dünya’ve ‘zaman’ sözcüklerini çağrıştıran bir sözcük olup, Yunanca’daki “aeon” sözcüğünün Latince tercümesidir. Türkçe de ilk defa kullanılmaya başladığı yıllarda genellikle, asrilik, laiklik vs gibi anlamlarda kullanılmış fakat sonraları bu karşılıkların bir takım eksik ve sınırlı tanımlar içerdiği düşüncesiyle bu karşılıklar yaygınlık kazanmamıştır. Şimdi sekülerlik kelimesini onun yaygın kullanılan birkaç türevini anlamlarıyla beraber verelim.
Sekülerlik (Secularity): Dünyevileşme; Dikkatleri yalnızca bu dünyaya, bu dünyadaki şeylere yoğunlaştırma.
Sekülerleştirmek (Secularize): Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.
Sekülerlik kavramını sıradan etimolojik bir kavram olarak ele alıp sınırlamak yerine çözümlenmesi gereken bir sorunun ifadesi olarak ele almak gerekmektedir. Zira Bu kavramı sadece epistemolojik, siyasi ve sosyolojik bir kavram olarak ele almak içerisinden çıkılması zor bir durumla ve kısır bir döngüyle karşılaşma ihtimalini oldukça artıracaktır.Çünkü Sekülerleşme, temelinde daha çok Ontolojik kozmolojik ve teolojik unsurları da içeren bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.Bu sorunun cevabını bulmak ‘Laiklik’, ‘çağdaşlık’, ‘ilericilik’ kavramların karşılıklarını daha net kavramamıza yardımcı olacaktır.
Dünyevileşme süreci ve tarihi arka plan
Kavramsal anlamıyla ‘sekülerleşme’nin karşılığı olarak kullanılan Dünyevileşme olgusu tamamen Hristiyanlıkla ilgili bir olgudur ve İncil’in Batılı Hristiyan toplumlar üzerindeki etkisinin meşru ve doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu olguyu daha iyi anlamak için, işe, Hristiyan batı kültürünün ontolojik, kozmolojik arka planını tahlil ederek başlamak gerekecektir.
Bugün genel kabul gören görüşe göre Batı kültürünün temelleri antik Yunan’da atılmıştır. Etienne Gilson’a göre de; “batı kültür tarihinin her bölümü antik Yunanlılarla başlar. Antik Yunan’ın bir çok kültür unsuru uzun bir süreç içerisinde sindirile sindirile Batı kültürüne adapte edilmiştir.” Bu cümleden olmak üzere, Aristo’nun bütün felsefesi ve bilim anlayışı gibi kozmoloji anlayışı da (önceleri Hristiyanlık ile çatışmış olmasına rağmen uzunzaman sonra aralarındaki çatışma unsurları zayıflamış ve birbirlerine yakınlaşmışlardır) etkili olmuştur. [i] Kültür düzeyinde 12 yüzyılda başlayan uyanış, Aquino’lu Thomas zamanında Hristiyan Teolojisinin Aristotelesçi bir temele oturtulması gibi bir oluşumla sonuçlanmıştır. Hristiyanlığın Platon ağırlıklı felsefi çerçeveden çıkıp, Aristotalesçiliğe geçmesi sadece saf anlamıyla teolojik bir tartışma olmanın çok ötesinde, pratik ve siyasal sonuçları da olan bir yeniliktir. Bu yenilik akıl ve vahiy arasındaki ilişkinin kurulması bakımından taşıdığı teolojik anlam, Aquino’lu Thomas’ın Aristotalesçiliği bütünsel bir Hristiyanlık yorumu haline getirmedeki başarısı ve bu gelişmelerin pratik ve siyasal önemi de göz önünde tutularak değerlendirildiğinde bir batılı için devrim olarak görülebilir.[ii]
Aquino’lu Thomas tan sonra de Aristoculuk neredeyse Hristiyanlığın bir dogması haline gelmiş ve Batı medeniyetinin itici unsurlarından birisi olmuştur.
Aristo’ bir Tanrı!nın varlığını kabul eder. Ona göre” Tanrı ilk nedendir, ilk hareket ettirici (Muharrik’i-evvel) dir. Madde de Tanrıyla birlikte vardır, Tanrı tarafından yaratılmamıştır. Bu anlamda, Tanrı ile ilk madde ezeli olmakta eşittirler. Madde varlığını ilk nedene borçlu değildir. Çünkü ilk neden varlığın, var oluşun nedeni değildir. Var olan bir nesnenin ilk hareketinin nedenidir.Yani varlık bil-kuvve halindeki varlık olup ilk neden onu bil-fiil varlık haline getirmiştir. Bir diğer deyişle Tanrı, kendisiyle birlikte var olan formsuz/şekil ve biçimden yoksun maddeye ilk hareketi vererek onu forma/ şekil ve biçime sokarak varoluş alnına-görünüş alemine çıkarmıştır.” Dikkat edilirse Aristo’nun Tanrı anlamında zikrettiği “ilk muharrik”in maddeyle , onu harekete geçirme dışında hiçbir alakası yoktur. O alemi yaratmadığı gibi, idare etmek gibi bir sorumluluğu da üstlenmemiştir. Yani aleme müdahil değildir. Hatta “Kosmos” da nelerin olup bittiğinden haberi bile olduğu söylenemez. Çünkü onun görevi “Kaos” halindeki evreni içerisinde bulunduğu bu karmaşa halinden kurtarıp, “kosmos” haline soktuğunda tamamlanmıştır.
Aristo kozmolojisi ezeli ve zorunlu olarak tanımladığı bu evreni “ay üstü alem” ve “ay altı alem” olmak üzere ikiye ayırır. Ay üstü alem birinci dereceden ulvi, ilahi varlıkların gökkürelerinin alemidir.Bu alem maddeden ve onun sahip olduğu noksanlıklardan soyutlanmış, oluş ve bozuluş (kevn ve fesat)dan arınmış, değişmeden korunmuş saf “ether”den mamul göksel felekler (küreler) alemidir. Ay altı alem; ikincil dereceden ve aşağılık varlıkların alanıdır. Ay altı alem fiziksel kanunlara dayalı hareket eden varlıklar alemidir. Madde alemidir. Madde ise pasif, hantal, ağır, kendiliğinden hareket yeteneği olmayan, adi süfli/aşağılık bir varlıktır. Bu yüzden de ilahi varlıktan en az pay/feyz alan ve Tanrısallıktan en uzak mesafede olan bir varlıktır. Burada Aristo’nun maddeyi ve maddi varlıklar alemini yani Dünyayı/Phsis’i ne kadar aşağıladığı açıkça görülmektedir.
Şimdi Aristo kozmolojisinden şu sonucu çıkarabiliriz.
Şeyler(eşya) varlıklarını Tanrıya borçlu olmadan vardırlar. Varlıklarını Tanrıya borçlu olmadıklarına göre, nereden aldılar?. Aristo bu varlıkların var oluşlarının kendiliklerinden olduğunu söylemişti. Peki varlığı kendiliğinden olan varlıkların sayısını kim tespit edecektir? Eğer bu soruya eşya varlığını Tanrıdan almıştır diye cevap verilirse “o zaman o Tanrı nasıl bir Tanrıdır? Sorusu sorulacaktır. İşte Batı felsefesinde bu soruya verilen cevaptan üç dini tavır ortaya çıkmıştır.
1-Deizm: Yaratıcı bir Tanrı vardır, fakat bu Tanrı’nın misyonu evreni yaratmakla sona ermiştir. Tanrı hayata hiçbir şekilde müdahil değildir. Varlığı atıl bir Tanrıdır.
2-Teizm:Tanrı vardır., varlığı ile hayatın alakası kesilmemiştir. İnsanların hayatına her zaman müdahildir. Kendisine ibadet edilmeye değer yegane varlık odur.
3-Ateizm: Klasik anlamıyla bir Tanrı’nın varlığını tamamen reddeden görüştür.
Deizmde bir Tanrı anlayışının var olduğunu söylemiştik. Ancak görüleceği üzere dünya ile bağı koparılmış bir Tanrıdır. Hatta Deizm bu Tanrı anlayışını daha da ileri götürerek Tanrıya çok yüksek (müteal/aşkın) bir konum verirken, dünyayı da bir o kadar alçak ve zelil konuma indirerek her ikisinin arasına kapatılamaz uçurumlar koyar. Tanrı adeta yalnız, dünyadan oldukça uzak, erişilemez ve nihayet varlıklarla bağı tamamen kopmuş, kendi alemine çekilmiş, “emekli”(retired) bir Tanrı görünümü kazanmıştır. Deistik düşüncenin Tanrıyı bu dünyadan tamamen ayırıp uzaklaştırması sonunda ona bir türlü ulaşılamayan bir aşkınlık konumu kazandırmıştır. Tanrı öylesine yüce bir varlıktır ki, dünya gibi aşağılık bir varlıkla uğraşması onun için bir düşüklüktür, düşüncesini oluşturmuştur. Öyle ki bu Tanrı’nın adını boş yere ağza almak dahi “kitabı mukaddes”de kınanmıştır. Bu düşünce nihayetinde Tanrı kendi zatının dışında hiçbir varlıkla yakınlık kuramaz bir varlık olarak algılanmaya başlanmıştır.
Yukarıdaki açıklamalardan hareketle Aristo’nun Tanrı anlayışıyla günümüz batı toplumlarının Tanrı ve din anlayışındaki paralellikler ve neredeyse birebir örtüşme ilk bakışta fark edilebilecek kadar net ve açıktır.Özetle söyleyecek olursak her ikisinin de ortak yanı deistik bir Tanrı anlayışına sahip olmalarıdır.Yani Aristo’nun bu hayattan uzak Tanrısıyla günümüz Hristiyanlığı’nın hayattan koparılmış Tanrı anlayışı arasında hiçbir fark kalmamıştır.
Peki ne oldu da Başlangıçta muvahhid bir din olan Hristiyanlık bu yapısal değişikliklere ve dönüşüme uğradı. Hz İsa’nın dini, hangi süreçte eski Yunan’ın paganist/putperest dini ile özdeş hale getirildi? Bu sorunun cevabını bulmak bir anlamda sekülerizasyon sürecini de anlamak demektir.
İlk dönem Hristiyanlığı’nın dünyadan koparılması ve gündelik hayatın taleplerinden bile uzak bir görünüm arz etmesinde etkin olan sebeplerden birisi şüphesiz ki ,ilk Hıristiyanların paganist bir toplumda dinlerinin gereklerini yerine getirmek konusunda karşılaştıkları güçlükler ve çektikleri zorluklardı.
“İlk Hıristiyanlar mazlum bir peygamberin güçsüz,içine kapanık, münzevi ümmeti idiler. Bunlar sadece Roma’nın siyasi otoritesi ile değil, başka dinlerin-Mitra dini, Yahudilik, eski önasya dinleri-rekabeti ile kolayca başa çıkacak güçte değillerdi. Pagan Roma kendi siyasi otoritesine rakip tanımadığı gibi kendi resmi dinine de rakip tanımıyordu. Bu yüzden Hıristiyanlara hep şüpheli nazarlarla bakıldı, hatta çoğu zaman büyük baskılar altında bırakıldılar. Bütün bunlar sebebiyle de ilk devirlerde pek çoğu şehirlerden uzak birer münzevi hayatı yaşıyordu.Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu, Aziz Petrus (St. Peter) ve Aziz Pavlus (St. Paul), Roma’nın düşmanlığını üzerlerine çekmemek için ellerinden geleni yapıyorlar ve hristiyanlık ta dünya işlerine karışılmayacağını, bu işlerin krallar ve imparatorlara bırakıldığını anlatmaya çalışıyorlardı.Hıristiyanların sayıları çoğaldıkça durum değişmeye başladı. Dördüncü yüzyılın başında Roma artık Hıristiyanlığı meşru bir din olarak tanımak zorunda kalmıştı. Bu durum belki de sürecin tekrar tersine işlemeye başladığı bir döneme işaret ediyordu. Konstantin’le başlayan doğu Hıristiyanlığı kendisinden sonra gelen hristiyan imparatorlar zamanında tam bir devlet dini haline geldi ve karşısında hiçbir güç tanımaz oldu. Hatta o kadar ileri gittiler ki , Hıristiyanların başka dinden olanlara yaptıkları zulüm ve öldürülen Romalı /pagan sayısı Romalıların Hıristiyanlara yaptıklarını bir hiç derecesine indirmişti.(Güngör; 1986; 61)
Yazımızın baş kısımlarında Hristiyanlığın Aristo ontoloji ve kozmolojisiyle başlangıçta çatıştığını ancak bir süreçten sonra birbirleriyle uyuşabildiklerini söylemiştik İşte bu süre zarfında Hristiyan dini düşüncesi yeni bir ontoloji anlayışı geliştirdi. Bunun amacı Aristocu ontoloji anlayışı ve Paganist kültürün aralarını açtığı Tanrıyla barışmak ve bir anlamda aralarını yakınlaştırmak düşüncesiydi.
Bu yeni Hristiyan ontoloji(varlık anlayışı) nın temelinde teslis(üçleme)inancı yatar. Teslis inancına göre Tanrı üç ayrı unsurun terkibinden oluşmaktadır. Bu üç unsur “Baba”, “Oğul”, “Kutsal Ruh” tur. Dolayısıyla Hristiyan Tanrı doktrini Monoteist değil “Trinitaryandır”.[iii] Bu üç şahıs/üç varlık bir cevherde toplanmıştır. Aşkın ve yüce olan, ulaşılamayan, tenezzül edipte bu dünya ile ilgilenmeyen adı ağızlara dahi alınamayan ( çünkü onun adı ağızlarımıza alınıp kirletilemeyecek kadar yücedir) “Baba Tanrı” da. Fakat bu unsurlardan birisi olan İsa”da hem ruhani/ilahi ve hem de maddi/cismani özellikleri tek bir şahısta toplamış olması özelliğiyle “deist” bir inanışın dünyadan kopardığı Tanrıyı adeta dünyaya tekrar getirmiş (Teizm) ve insanla barıştırmıştır. Daha farklı bir ifade edecek olursak Tanrı’nın Alemden koparılması sonucu ortaya çıkan “insanın itilmişliği, horlanmışlığı, Tanrıdan kopukluğun verdiği yalnızlık ve çaresizlik duygularının tatmin edilmesi ihtiyacı, insanı Tanrıya yaklaştırmaya itmiştir. Fakat her halükarda çok yüce ve aşkın olan Tanrıya ulaşmanın asla mümkün olamayacağı düşüncesi, bu dünyaya daha yakın bir “Tanrı düşüncesi”icat edilmiş ve bedenli bir Tanrı/insan olan “İsa” doğmuştur.
“Tanrı suretinde yaratılmış insan” olarak İsa İncil de kendisini Bab/kapı olarak niteler. Kadın erkek, cennetin ve kurtuluşun yoluna girmek isteyen tüm insanlar bu kapıdan girmek zorundadırlar. Belki garip ama bu kapının anahtar(lar)ı da Katolik roma kilisesinin ve rahiplerin elindedir.
Katolik inancına göre Tanrı elini bu dünyadan çekmeyen sahici bir Tanrıdır. İnsanı bu dünyada yaptığı iyi şeylerden dolayı öbür dünya (Cennet) da ödüllendireceği gibi, kötü şeylerden dolayı da (Cehennemde) cezalandıracağını vaat etmektedir. İyi yaşamın ne olduğu insan tarafından değil,yaratıcı Tanrı tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla bu iyi yaşamı ortaya koyan “vahiy”in aydınlatamadığı akıl yanlıştır. Daha iyi yaşam bu dünyada değil, Tanrı ile bütünleşildiğine inanılan öbür dünyada gerçekleşebilir. Bu doğrultuda maddi dünya ile manevi dünya arasında kategorik bir ayırım kabul eden orta çağ Katolik dünya görüşü manevi dünyayı maddi olana kıyasla daha üstün ve insanın mükemmelleştiği bir alan olarak görüyordu. Böylelikle, bir yandan evren, en üstte Tanrı’nın yer aldığı, maddi dünyanın da cehennemin hemen üzerinde bulunduğu dev bir merdiven gibi düşünülüyordu. Diğer yandan da bu dev merdivenin Tanrıya (ve onun seçilmiş kullarının evine) en yakın basamağında Kilisenin bulunduğu kabul ediliyor ve Kilisenin üstünlüğü meşrulaştırılmış oluyordu. Yine bu çerçevede insan yaşamının asıl amacı “kurtuluş”tu. Sadece ve sadece insanın cennete yükselme ve mükemmellik dünyasına girme yeteneği vardı.Çünkü insanlar bu dev merdivenin en alt basamağında yaşıyor olsalar bile, Tanrı’nın suretinde yaratılmışlardı.Böylelikle, toplumsal tabakalar arasında maddi dünyada var olan hiyerarşide korunmuş oluyordu.
Görevi temelde “bu dünya” ile “Tanrı”arasındaki mesafeyi kapatmak ve barıştırmak olan kilise zamanla bu görevi istismar edip, kötüye kullanmaya başlamıştır. Bu durum Tanrı dünya yakınlaşması sürecinde tehlikeli sonuçlar doğurmuş ve süreç tersine işlemeye başlamıştır. Kilisenin manevi kişiliğinde sembolleşen Tanrı artık insanlara merhamet eden (aleme aşkın fakat İsa’da içkin) bir varlık olarak tezahür etmek yerine kilise ve ruhban sınıfın eliyle insanlara zulmeden bir güç haline dönüşmüştür.O halde insanın yapacağı tek şey; Tanrıyı tekrar kendi alanına havale etmek, bu dünya ile bağlantısını kesip, toplum ve birey hayatından uzaklaştırmak olacaktır. Böylece Tanrı hayattan tard edilmiş ya bireyin vicdanına ya da kiliselerin dört duvarı arasına hapsedilmiş olacaktır. Yani süreç bu sefer de(kilisenin katı/skolastik tutumundan ve soylu sınıfla işbirliğine girip halka zulmetmesinden dolayı) Teizm den Deizme doğru işletilmektedir.Tabii ki bu durumdan zararlı çıkan kilise, karlı çıkanda siyasi iktidar olmuştur.Bu durumu açıklamak için de kilise ve siyasi iktidar ilişkisi hakkında kısa bir açıklama yapmakta fayda vardır.
Batı da orta çağın sonlarına doğru, imparatorlar ve ulusal krallar iktidarlarını Papa lardan bağımsız kılmak amacıyla Roma Katolik kilisesine karşı ciddi bir mücadeleye girişmişlerdi. Bu girişim aynı zamanda siyasal iktidarın laikleşmesi sürecini başlatan bir girişim olarak da kabul edilebilir. Reform hareketiyle birlikte siyasi iktidar daha da güçlenmiş ve kendisini Katolik kilisesinin egemenliğinden tamamen kurtarmıştır. Ortaçağ siyasal iktidar (ve devlet) anlayışının değişikliğe uğratılmasında da şu iki unsur belirgin ve etkili olmuştur.
1-Roma hukuku
2-Aristotalesçiliğin yeniden doğuşu
1-Roma hukuku:XII yüzyıldaRoma hukukunun yeniden gündeme getirilmesindeki temel amaç, kiliseyle rekabet içinde olan imparatorlara dünyevi üstünlüklerini kiliseye kabul ettirebilmeleri için gerekli hukuki kanıtları sağlamaktı. Bu hukuk krala, feodal güçlere karşı giriştiği mücadelede de meşruluk ve üstünlük sağlıyordu. Roma hukukuna göre kamusal alan, özel alan ayırımı yapılıyor ve kamusal alanın yönetimi krala devrediliyordu. Daha sonra da krala papalıktan bağımsız olarak var olabilmesi için gereken düşünsel malzemeyi temin ediyordu.[iv]
2-Aristoculuk: Akıl ile imanı kesin çizgilerle birbirlerinden ayırıyor ve bu dünyada mutlu olmak için salt aklın yasalarının yeterli olacağına inanıyordu. Böylece Din bu dünya işleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir inanç sorunu haline getiriliyordu. Daha sonraları da bu düşünce biraz daha ileri götürülerek devlet kiliseye müdahale etmiş ve belli ölçüde kiliseyi denetim altına almaya çalışmıştır. Bu sürece, yazdıkları kitaplar ve görüşleriyle katkı sağlayan düşünürler ve görüşleri de şunlardır.
Padovalı Marsilius (1275/1280-1343)
Ockhamlı Willam (1290-1350),
Niccolo Machievelli(1469-1527),
Thomas More (1478-1535) ve reform hareketinin liderleri olan
Martin Luther (1489-1546),
Jean Calvin (1509-1564), ve
Thomas Müntzer (d. 1488 civarı – ö. 27 Mayıs 1525),
Genelde Batı düşüncesinin özelde Hristiyanlığın seküler bir yapıya dönüştürülmesi/Dünyevileştirilmesi sürecinde Rönesans ve reform hareketlerinin önemi yadsınamayacak kadar büyüktür. Bu konuda müstakil bir çalışma gerekmektedir.[v]
Batı düşüncesinin sekülerleştirilmesi sürecinde son halkalardan birisi de şüphesiz ki 18 yüzyıl aydınlanma düşüncesidir. Aslına bakılırsa aydınlanmanın kapsamı ve alanı henüz tam olarak belirlenememiştir.Bununla beraber, temelde Batı toplumlarının (kültür, din, sanat,bilim felsefe, ahlak vs alanlarında) karanlık bir çağ olduğu kabul edilen/varsayılan ortaçağın etkilerinden uzaklaşmak ve tamamen kurtulup aydınlığa çıkmak anlamında kullandıkları “aydınlanma” en büyük etkilerini İngiltere,Fransa ve Almanya başta olmak üzere neredeyse tüm Avrupa ve Amerika’da göstermiştir. Bu ülkelerde görülen hareketlerin temel özellikleri itibariyle homojen bir yapıda değillerdi. Mesela; İngiliz Aydınlanması toplum projesi olarak parlementer bir mutlakiyetçiliğe, Fransız aydınlanması, despotik bir devlet ve topluma, Alman aydınlanması ise otoriteryen bir devlet ve toplum sistemine dayanıyordu.
Aydınlanma deyince genellikle İngiliz Devrimi’yle başlatılıp, Fransız Devrimi’yle bitirilen felsefi bir hareket ve sürece işaret edilmektedir.Fakat bu hareketin kapsamı sadece felsefeyle sınırlı kalmamış ve bir çok kurumu etkilemiştir. Aydınlanma Hareketinin amacı insanları esasta “kötü” ,“köleleştirici” ve “karanlık” olduğuna inanılan mit,önyargı ve hurafelerin ve bunları üretip yaydığına inanılan kurulu din’in ve kilise yapılanmasının temsil ettiğine inanılan eski düzen(ancien regime)den kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu kabul edilen “aklın düzeni”ne sokulmasıdır. Aydınlanmanın entelektüel yapısında aklın düzeni bütün insanlar için a priori olarak iyi kabul edilen bütün unsurları kapsamaktadır.(iyinin ve doğrunun ölçütü din değil insan aklıdır) Dolayısıyla her türlü felsefi ve toplumsal proje akla ve akılla/akılda somutlaşan ilkelere dayanmak zorundadır. İşte bu sebeple Aydınlanma aynı zamanda “Akıl Çağı” olarak da adlandırılmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinin en sık ve en belirgin olarak kullandıkları akıl, tabiat, hürriyet vb bütün kavramlar dini içeriklerinden tamamen soyutlanmış kavramlardı.[vi]
Aydınlanma Çağı’nın diğer dönemlerden Akılcılık, tenkitçilik ve Din’e/Katolik Kilisesi’ne karşı olma gibi özellikleriyle ayrıldığı söylenmektedir.Aydınlanma hem dolaylı siyasal ve toplumsal sonuçları itibarıyla hem de akısal devrim denilen oluşumun altyapısını oluşturarak “modern toplum”un biçimlenmesinde tartışılmaz bir etki sağladığı kabul edilir. Dolayısıyla Aydınlanma Düşünürleri’nin yaptığı şey de, ortaçağdan devir alınan mirasın sekülerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Örneğin bu düşünürler, ortaçağ Hristiyanlık düşüncesindeki yaratılmış evren düşüncesini reddettiler ama (Tanrıdan bağımsız) kendi kendine işleyen bir mekanizma olarak evren ve tabiat kavramına karşı çıkmadılar. Hatta bu mekanizmayı, bu kendi kendine yeterli makine düşüncesini topluma ve insan ilişkilerine de taşıdılar. Gerçek otorite unsurları olarak, Kilisenin ve İncil’in otoritesine karşı çıktılar ama bunların yerine tabiatın ve aklın otoritesini koydular. Sonuçta St.Augustinus’un “Cennet Şehri”ni bir “Dünya/yeryüzü şehri” haline getirmekten başka bir amaçları da yoktu.
Buraya kadar seküler düşüncenin doğuşu, gelişmesi ve kapsamı hakkında yeteri kadar açıklama yaptık sanıyorum.Şimdi Sekülerizasyon yani Dünyevileştirme hakkındaki açıklamalarımıza geçebiliriz sanıyorum.
------o------
Anlaşıldığı kadarıyla sekülerizmin tarihsel ve sosyal-ahlaki kökleri 13 yüzyılda Realist (gerçekçi)lerle, Nominalist (adcı)lar arasındaki tartışmalarda yatmaktadır. Kilise tarafından bu gün Nomilalist Hristiyanlık olarak bilinen aslında Dünyevi Hristiyanlıktır.[vii] “Sekülerizasyon” ifadesi de batıda ilk defa 1644-48 yılları arasında Katoliklerle Protestanlar arasında (uzun süren din savaşları sonunda) yapılan “Westfalya” antlaşması metinlerinde kullanılmıştır. Bu ifade ile “kilisenin elinde bulunan emlakin kamulaştırılması kastedilmekteydi. Böylece resmi bir metinde ilk defa kullanılan “sekülerleştirme” ibaresi ile ruhani iktidara ait olan dünyevi gücün mülkiyet ve kontrolü dünyevi iktidara verilmiş oluyordu.[viii] Dünyevilik 1920 lerden başlayarak politik ve ideolojik hesaplaşmalara malzeme olmuş ve bazen Ateizmle birleştirilmiştir. Dünyevilik kilisenin en büyük düşmanlarından biri olarak da görülmüştür.[ix]
Sekülerleşme kavramı her ne kadar ‘dini fenomenler’in dünyevileşmesini açıklamak için geliştirilmiş bir kavram olsa da sonraları İnsanın, toplumun, bilginin, siyasetin, hukukun ekonominin ve tüm kültür unsurlarının dünyevileşmesine uyarlanmış ve kapsamı genişletilmiştir.
Bu anlamda ilk dönüşüm, günlük hayatın, kişilere ve eşyaya yönelik ‘tutum ve tavırların, kültür, sanat, felsefe, eğitim, bilim, dil...vs nin kutsal değerlerden arındırılması ve dinin toplumsal hayatta ve bireysel bilinçte değerini yitirmesidir. Bu durum günümüzde çağdaşlık ve modernlik olarak adlandırılmaktadır. Bu anlamda seküler olmayan kimseler ‘Tutucu’, ‘Gerici’, ‘Çağdışı’ olmakla yaftalanmakta ve onlara karşı dışlayıcı ve alaycı tavırlar takınılmaktadır.[x]
Ayrıca devletin siyasi, hukuki ve ekonomik örgütlenmesinin, dini sembol, kurum, düşünce ve değerlerden arındırılması olarak da görülebilir.Bu durum tipik “laiklik”olarak tezahür etmektedir.
İkinci olarak dönüşüme uğrayan/kutsalla bağını koparıp dünyevileşen unsur ise ‘düşüncedir; Yani düşüncenin inanç, duygusal bağlılık vs gibi unsurlardan ayrılıp tamamen aklileşmesi/rasyonelleşmesi ile mantığın daha çok kullanımını ifade eder.
Dini fenomenlerin sekülerleşmesi
İlk bakışta karmaşık gibi görünmesine rağmen Din de asli unsurlarından (bizzat Tanrı tarafından belirlenen ilkelerinden) tamamen soyutlanıp Tanrı ile bağlantısının kesildiği an sekülerleşmeye başlamış demektir.Sonraları dinin kutsal olarak kabul ettiği unsurlar yavaş yavaş tamamen etkisiz hale getirilerek içi boşaltılır veya anlamsız hale getirilir ve yerine tamamen yapay kutsallar, yeni ilahlar,(futbolcular, sanatçılar...v.s), yeni ibadet biçimleri, (resmi, yarı resmi devlet törenleri...v.s) yeni mabetler (devasa alışveriş merkezleri, stadyumlar, sinema ve konser salonları...vs) icat edilir.Hatta bazen o kadar ileri gidilir ki seküler unsurlar birden bire form değiştirip din dışı kutsal bir mahiyet arz ederler.Böyle durumlarda ‘sekülerizm’in bizzat kendisi bile, negatif anlamda dini bir hareket olarak adlandırılabilir.
Sekülerleşmeyi dinin toplumdaki otoritesini yitirme süreci olarak tanımlamıştık. İşte bu süreç, “Bir zamanlar Batı toplumunun ve aslında bütün toplumların yaşamının odak noktası olan dini kurumların, dini pratiklerin, dini düşüncelerin çöküşe geçme sürecidir. Bu durum bir anlamda Peter L. Berger’in deyimiyle ‘batı toplumlarının üzerindeki kutsal kubbenin çökmesi’[xi] de demektir.Sonunda Batıda“Hristiyanlığın altın çağı” sona ermiş, Hristiyan toplumu neredeyse tamamen dinden uzaklaşmış, inanç, eylem ve niyetlerin ; ilahi hedefler yerine ,dünyevi hedeflere yönelmesi sağlanmış, dinin işlev ve fonksiyonları dünyevi, toplumsal işlev ve fonksiyonlara dönüşmüş, son olarak da dini olan ne varsa, onun yerini dünyevi olan almıştır.
İnsan ve Sosyal Hayatın sekülerleşmesi
‘İnsanın dünyevileşmesi’, insanın, mevcudiyeti, zaman ve mekanla sınırlı olmayan ruhunu, Varlığı belirli bir zaman ve mekanla sınırlı olan bedeninin veya değişmez olanı değişenin egemenliği altına almayı ifade eder. Başka bir deyişle Dünyevileşme ruhun zamansal, değişken ve maddi olanda kayboluşudur.[xii]
İnsanın ya da ruhun dünyevileşmesi veya yabancılaşması onun Tanrı’yla olan alakasının insandan yana epistemolojik/bilgisel bir kopukluğa uğraması ve dolayısıyla kendi özüne yabanlaşması anlamına da gelir.Diğer bir deyişle, dünyevileşme, insanın kendini Tanrı’dan bağımsız bir konumda algılaması sonucunda kendi öz benliğine yabancılaşması halidir; ki, bu epistemolojik kopuşun İslami literatüründeki karşılığı ‘gaflet’tir.[xiii]
Bir başka tanımlamayla insanın sekülerizasyonu, “İnsanların en temel ilgi ,alaka ve yönelimlerinin,yetenek ve becerilerinin bu dünyanın dışından/ötesinden/üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitolojik, metafizik ve her çeşit düalizmden arındırılması düşüncesini kapsamaktadır. Bunun nihai anlamı ise, bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla, iyilik ve kötülükleriyle, sevap ve günahlarıyla, bütün sağlık ve hastalıklarıyla, umutsuzluk ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını tamamıyla ciddiye almak anlamına gelir.[xiv]
Kısaca bu anlamda sekülerizm; Dinin bir vicdan meselesi haline getirilerek bireyin insafına terk edilmesi, sosyal yapıdaki otorite ve geçerliliğini yok ederek bir takım kurumların , mesleği ve kazanç kapısı haline getirilmesi, doğaüstü olayların tabii ve dünyevi olaylarmış gibi algılanarak bilimsel safsataların sınırına hapsedilmesidir.[xv]
Bilginin sekülerleşmesi
Dünyevileşme epistemolojisinin belki en kaba formu, insan bilgisini bütünüyle duyumsal bir çerçeveyle sınırlayan (yani sadece beş duyuyla algılayabildiğimiz şeylerin bilgisel değeri vardır, dolayısıyla sadece o bilgilere güvenilmelidir diyen sansualist/duyumcu ampirizm) ve böylece metafiziksel/dini bütün doğruluk iddialarını daha baştan yanlışlığa mahkum eden ampirist/pozitivist eğilimdir.
Dolayısıyla Seküler bir iddia da doğası itibarıyla herhangi bir dini öğretinin ayırt edici(özel) ilkelerine dayanmayan bir iddia olup, herhangi bir verili dine göre kendini örgütlemiş bir cemaatin “Ruhani yönetiminin dogmatikleşmiş yönlerini ortadan kaldırmak amacıyla konulmuş bireysel şerhler den ibarettir denilebilir.
Kültürün sekülerleşmesi
Sekülerleşme kavramı, öncelikle dinsel duyarlılıkların gitgide ortadan kalkmasını ve bu duyarlılıklar çerçevesinde oluşturulan dini kavramların, değer, davranış ve kurumların dünyevileşmesini dile getirmektedir. Buna bağlı olarak, dinin kültür üzerindeki belirleyici etkisi çözülmekte, kurumlar farklılaşarak dinden bağımsız hale gelmekte ve bunun sonucunda din toplumdaki etkinliğini tamamen yitirmekte, bireysel ve mahrem bir fenomene dönüşmektedir.Bu dönüşümle yapılmak istenen şey de; Kültürün ve kültür unsurlarının Tanrı merkezli/Teocentrik olarak oluşturulması yerine tamamen insan merkezli/Antropocentrık ve dünyevi unsurlardan müteşekkil kılınmasıdır.
Sekülerleşme/dünyevileşmenin sonuçları
yahut modern dünyanın halleri
a)Hakikat anlayışı temelden değiştirildi; Tanrı merkezli bir hakikat anlayışı terk edildi. Gerçeğin ölçüsü Tanrı olarak görülürken, insan merkezli bir hakikat anlayışı yaygınlık kazanarak her şeyin ölçüsü insan olarak görülmeye başlandı.
b)Bilgi anlayışında; metafizik ve ahlaki sorulara cevap arayan akletme ortadan kaldırılarak, akıl sadece dünyevi amaçlara ulaşmak amacıyla araç olarak kullanılan salt zeka ile sınırlandı.[xvi]
c)Aşkın bir gerçeklik bilinci yok edildi, buna paralel olarak Tanrı-İnsan-Evren arasındaki bağ koparılarak, insan bu uçsuz bucaksız evren içinde kozmik bir yalnızlığa mahkum edildi.Bir diğer değişle; özgürleştirmek amacıyla imandan uzaklaştırılan insan, sahte bir özgürlük duygusuyla fakat gerçek ve tanımlanamaz acı ve elemler içinde kendi yalnızlığıyla baş başa bırakıldı.[xvii]
Bu durum, Dünyevileşme olgusunun en bariz olarak görüldüğe ve neredeyse sınırsızca yaşandığı Amerika’da çok daha açık ve net olarak görülmektedir. Amerika hakkındaki gezi ve gözlemlerini kaleme alan Fransız yazar, Jean Baudrillard şunları aktarmaktadır. “Burada(Amerika/New York) sokaklarda tek başına düşünen, tek başına şarkı söyleyen, tek başına yiyip kendi kendine konuşan insanların sayısı ürkütücü. Ama yine de bir araya gelmiyor; tersine birbirlerinden kaçıyorlar; dolayısıyla birbirlerine benzemeleri kuşkulu.
Ancak belli bir yalnızlık var ki başka hiçbir yalnızlığa benzemiyor. Herkesin önünde, bir duvarın, bir araba motor kapağının üstünde, bir parmaklık boyunca yemeğini tek başına hazırlayan adamın yalnızlığı. Burada her yerde görülüyor bu; dünyada görülen en üzücü sahne; yoksulluktan daha üzücü; herkesin içinde yalnız başına yemek yiyen bir kişi, dilenen bir kişiden daha çok üzücü. Hiçbir şey bundan daha çok insan ya da hayvan hayat yasalarıyla çelişkili değil, çünkü hayvanlar yiyeceği paylaşmaktan ya da almak için çekişmekten her zaman hoşlanırlar. Tek başına yemek yiyen insan ölmüştür.”[xviii]
d) Din otorite ve saygınlığını yitirdiği için, dini hayat da anlamını yitirdi. İman, içi boş, geleceğe dair hiçbir vaat ve hiçbir ümit içermeyen bir anlamsızlığa mahkum edildi. Toplum iman dolu bir yaşamdan yoksun bırakıldı.
e)Kitaplı dinler hayattan koparıldıktan sonra, Tanrısız, kitapsız dinler çoğaldı .Beşeri ideolojiler, siyasi fikirler, sanat ekolleri dinleştirildi, lidere, karizmaya tapıcılık çoğaldı. Kısaca din ve Tanrı anlayışı da eski Roma ve antik Yunan’ın putperest, paganist inançlarına geri dönüldü.
Bugünkü Seküler/Batı medeniyeti, getirdiği mutsuzluk ve hoşnutsuzluklar dolayısıyla, insanları(nı) dine veya dinin yerine ikame edilen yarı-dini doktrinlerin kucağına atan yeni bir toplum düzeni ve yeni bir hayat tarzını tekrardan ve kendiliğinden oluşturmuştu. Fakat Hristiyanlık, saf haliyle ortada olmayışından ve Bünyesinde bir çok sorunu da barındırdığından dolayı insanları içerisinde bulundukları bu rahatsızlık durumlarından kurtarmaya yetmediğinden dolayı insanlar bir kurtuluş kapısı olarak beşeri/siyasi ideolojilere sarıldılar. Bu cümleden olarak Komünizm ve Faşizm Batı medeniyetinin hoşnutsuzluklarına karşı birer tepki olarak ortaya çıkmış ve insanlar bunlara adeta ‘ suya hasret insanların suya koşmaları gibi’ hararetle koşmuşlardır. Tabii ki bu hasretin temelinde dini organizmaların/cemaatin ve homojen toplumsal yapının parçalanması,servetin put haline gelmesi, insafsız ve merhametsiz bir rekabetin tek geçerli eylem biçimi olarak algılanması ve nihayet böyle bir yaşamdan zarar görenlerin sığınabilecekleri küçük de olsa manevi bir sığınağın olmayışı vardır.
Batı’da Hıristiyan kilisesi geçmiş yüzyıllarda içeriden ve dışarıdan gelen tahribatlara karşı kendini koruyabilse ve özellikle de istismarlara karşı kendini koruyabilseydi belki batıdaki buhran bu derece vahim boyutlarda yaşanmayabilirdi. Fakat batılılar yüzyıllar öncesinden de olsa (Reform hareketiyle birlikte Katolik Kiliselerinin etkinliğinin yitirmesi ve Protestanlığın doğduğu zamandan beri) denedikleri ve başarısız buldukları bir kurumu yeniden diriltmeye çalışmaktansa yeni arayışlara yöneldiler. Zen Budizm’i modasından tutun da her türlü Afrodizyak/uyuşturucu maddenin kullanımına kadar nice yollar, hep bu modern toplumun, insanın göğüs kafesini kırarcasına ve öldüresiye sıkıştıran kafesini kırıp , bu cendereden çıkmak için denenmektedir. Özellikle Hıristiyan dünyanın Protestan bölgelerinde, insanın bu çaresizliği ve yalnızlığı ,kendisini daha şiddetli bir biçimde hissettirmektedir. Katolik ülkelerde Kilise kendi mensuplarını/cemaatını bir otorite sistemi içerisinde tutmaya çalışmaktadır. Zaten kilise inananlarını koruyucu bir şemsiye altında tutmayı başaramaz ve insanların dine bağlılık duygularını canlı tutamazsa bundan dolayı doğacak manevi boşluk, bir müddet sonra din yerine ikame edilen başka sistemlerle doldurulmaya çalışılacaktır. Her ne kadar şimdilerde modası geçmiş etkinliğini ve çekiciliğini yitirmiş görünse de geçtiğimiz yüzyılın başlarında en etkin zamanlarını yaşayan komünizmin; kilisenin etkinliğinin zayıflamaya yüz tuttuğu Katolik ülkelerde daha çok etkinlik kazanmasının nedenlerenden birisini de bu olduğu söylenebilir. Bu arada Protestan ülkelerde Kapitalizmin etkisinin daha fazla olduğunu ve özellikle; Kapitalizm ve Komünizmin karşıt kutuplarda konuşlandırıldığını hatırlatmakta fayda vardır. Zaten Pratestan ülkeler da komünizmin dışında,maddi refah ve zenginlikten başka, kendilerine manevi tatmin sağlayacak yeni bir çok yol ve yöntemler aramaktadırlar.
f)Yaşamın amacı hız, haz ve paraya indirgendi.Hayattan daha çok haz almak ve daha hızlı yaşamak için para vazgeçilemez meta olarak tanıtıldı.Daha çok para kazanmak amacıyla her yol meşru olarak görüldü.
Baudrillard’ a göre Seküler toplumlarda’ Sevgisizlik, soğukluk, arıtılmış şeklini hızın yokluğunda buluyor.’ Çünkü ‘hız arı nesneler yaratır; kendiside arı bir nesnedir, çünkü yeri ve yerle ilgili başvuru /bağlantınoktalarını siler; zamanın akışına gidip onu yok eder, kendi nedeninden daha çabuk gidip akışını keserek bu nedeni ortadan kaldırır. Hız sonucun nedene karşı zaferidir. Bir anın derinlik olarak zamana karşı zaferidir. Yüzeyin ve nesne olma niteliğinin, arzunun derinliğine karşı zaferidir. Hız bir ilk alan yaratır ki bu ilk alan ölüme neden olabilir ve tek kuralı ardından hiçbir iz bırakmamaktır. Unutmanın belleğe karşı zaferi; ilkel bellek yitimine uğramışçasına esrime...Hız bizi boşluğa alıştırmadan başka bir şey değildir.[xix]
g)Bir yandan,yeryüzünde milyonlarca insan sömürülüp açlığa mahkum edilirken, diğer yandan silah sanayiine milyarlar aktarılıp silah stoklandı.Özellikle iki defa Dünya savaşları çıkarılarak yeryüzü kana bulandı.Yetmedi, seküler batılı vahşet yeryüzünün muhtelif yörelerinde hala kan dökmeye devam ediyor.
h- Dünya iktisadında, sınırsız büyüme, sınırsız üretim ve tüketim bunun sonunda da sınırsız kazanç düşüncesi seküler insanın aklını başından alarak onu iyice çıldırttı.Piyasayı yönlendiren “Kapitalist el” tanrılaştırıldı .
“First International Bank, Crocker Bank, Bank of America, Pentecostal Savings (hayır, hayır burası bir kilise). Hepsi de kentlerin merkezinde toplanmış...Para su gibi akıyor. Tanrı’nın lütfu gibi, hiç bir zaman size ait değil. Gelip para istemek Tanrı’ya hakaret. Bu iyiliği hak ettiniz mi? Kimsiniz siz? Hem ne yapacaksınız bu parayla? Onu kullanmak istediğinizden kuşkulanılıyor; ister istemez iğrenç bir iş için kullanacaksınız; oysa o akıcı ve zamana bağlı olmayan durumuyla para o kadar güzel ki; bankada bulunurken, harcanacak yerde yatırıma yönelmiş olarak. Utanın ve onu size veren eli öpün.[xx]
Özellikle Amerika gibi “Post kapitalist”[xxi]ülkelerde, “Tanrı’nın adıyla “Para’ sözcüğünün çoğu zaman yan yana anılması tabii ki tesadüfi değil. Biz ce bu tür kullanımlarda asıl vurgu bizzat “Tanrı” sözcüğüne değil; Bilakis Tanrılaştırılan ‘Para’ ya yapılmaktadır. Mesela, ABD dolarlarının( kağıt banknotların) üzerinde “IN GOD WE TRUST” ”/Biz Tanrı’ya güveniyoruz/inanıyoruz ibaresi bulunmaktadır. Fakat kelimenin tam anlamıyla Post Kapitalist bir sistemin ve Seküler toplumun inandığı ve güvendiği bu Tanrı ‘İsa’nın bildirdiği Tanrı değildir. Zira Amerika’nın yeryüzünün en acımasız ve hatta en kan emici sistemine sahip olduğu bilinmektedir. Yeryüzündeki tüm açlık, sefalet ve zulümlere ABD ve onunu emperyalist politikalarının neden olduğu bilinmektedir. Hal böyleyken hala ABD nin inandığı Tanrı’nın İsanın Tanrısı olduğunu söylemek biraz saflık olacaktır.Bilakis o Tanrı ‘Güç’ün bizatihi kendisidir. Bu ‘Güç’de parayla sembolize edildiği için ‘Tanrı’ dahi Parayla sembolize edilmekte ve Para inanılan ve kendisine tapınılan bir güç haline gelmektedir. Orta çağ Avrupa’sında yüzyıllar süren din savaşları zamanımızda ‘Para’ ve tabii ki onun temsil ettiği ‘Gücü’ elde etme uğruna yapılmaktadır. Tamamıyla emperyalist amaçlarla ve kapitalist güç odakları tarafından çıkarılar ve körüklenen Dünya savaşları bunun en açık örneğidir. Bu savaşlarda ölen yüz binlerce insanın kan ve kemikleri üzerine kurulan kapitalist imparatorluklar varlıklarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları ‘Güç’ü her geçen gün yeni savaşlar çıkartıp, yeryüzünü kana bulayarak/özellikle de Müslüman kanı dökerek sağlamaya çalışmaktadırlar.
Gizli örgütler hakkındaki araştırmalarıyla tanınan Aytunç Altındal yukarda bahsettiğimiz konular(güç ve para ilişkisi) hakkında son derece ilginç açıklamalarda bulunuyor. “ Bu gün herkes ABD dolarını kazanmak için uğraşmaktadır. Zenginliğin ve gücün temel göstergesi olarak kabul edilen dolar ise kökeni yüzlerce yıl öncesine dayanan bir külte ait özellikleri üzerinde taşımaktadır. Yani dünyanın en geçerli akçesi olan ABD doları sadece ekonomik bir unsur değil, farklı özellikleri de olan bir para birimidir. Gücün sembolü olan ABD dolarının üzerinde yer alan kimi semboller ve rakamların taşıdığı gizli anlamlar ve bunun ABD doları gibi ekonomik gücün ilahlaştırıldığı bir ülkenin para birimi üzerinde yer alması, son derece dikkat çekicidir.
Bir dolarlık ABD banknotunun üzerinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin büyük mührü yer almaktadır. Banknotun bir yüzünde ABD yi sembolize eden kartal bulunur. Öteki yüzde ise Masonların ünlü “Kainatın ulu mimarını” sembolize eden “üçgen içinde göz” le tanımlanmış bir piramit figürü bulunmaktadır. Bu masonik piramidin üstünde ve altında yazılı bulunan iki ifade son derece dikkat çekicidir. Gözün üstünde ‘Annuit Coeptis’, Piramidin altında ise ‘Novus Ordo Seclorum’ sözcüklerinden ilki ‘başlanmışın tamamlanması’, ikincisi de ‘yeni seküler düzen’, yani bir bakıma ‘yeni dünya düzeni’[xxii] anlamına gelmektedir.
ABD büyük mührünün üzerinde yer alan ve bu yüzden paranın üzerine de yerleştirilen bu semboller ABD’nin aslında din dışı yeni bir dünya krallığı kurmak için kurulduğunun da göstergesidir. Yine bir dolarlık banknotun üzerinde bulunan kartal figürünün üzerine yerleştirilmiş olan ‘E Pluribus Unum’ (Bir çokları arasında bir tane) ifadesi de Tevrat’ta Yahudiler için kullanılan ‘seçilmiş halk’ payesinin bir tezahürüdür. Yine piramidin altında latin harfleri ile kazınan tarih ise İllüminati locasının[xxiii] kuruluş tarihini gösteren son derece ilginç bir tarihtir. Bütün bunlar ise paranın güç, gücün para olduğu bir dünyada parayı elinde bulunduranların kim olduğunun göstergesidir.”[xxiv]
[i] Etienne Gilson; Tanrı ve Felsefe,s.115
[ii] Mehmet Ali Ağaoğulları-Levent Köker; İmparatorluktan Tanrı Devletine,
[v]Daha ayrıntılı bilgi için bkz; Özer Mehmet, “Protestanlaştırma çabaları doğrultusunda İslam ve Kapitalizm karşıtlığı” İktibas dergisi eylül/2002
[viii] Durmuş Hocaoğlu; Laisizmden Milli Sekülerizme, s.144
[xviii] Jean Baudrillard; Amerika; 25
[xx] Baudrillard,1996, 75
[xxi] “Post Kapitalism “ tabirini; Paranın sıradan bir tedavül aracı ve güç göstergesi olmaktan çıkarılıp, bir tapınma objesi/idol-Put haline getirildiği kapitalistik evre için kullanmaktayız. Bu evre şu anda Batı toplumlarının yaşadığı evredir.
[xxii] ‘Yeni dünya düzeni’ tabiri ilk defa 1990 yılında, dönemin ABD Başkanı ve CIA eski başkanı George Bush’ un yaptığı bir açıklamadan sonra açıkça telaffuz edilmeye başlandı. Soğuk savaşın bittiğini, ABD ile eski düşmanı Sovyetler Birliği’nin artık ortak hareket edeceklerini bildiren bu açıklamanın ardından oluşan süreci tanımlamak için kullanılan ‘Yeni Dünya Düzeni ‘ sözü, aslında kökeni çok uzun zaman öncesine dayanan bir düşüncenin ürünüydü.
[xxiv]Ufuk Şanlı; Borç Kapanı: imf “ekonomik savaşın perde arkası”, İstanbul, 2002, s.28
[1] Etienne Gilson; Tanrı ve Felsefe,s.115
[1] Mehmet Ali Ağaoğulları-Levent Köker; İmparatorluktan Tanrı Devletine,
[1] Altındal;
[1]Daha ayrıntılı bilgi için bkz; Özer Mehmet, “Protestanlaştırma çabaları doğrultusunda İslam ve Kapitalizm karşıtlığı” İktibas dergisi eylül/2002
[1] Altındal; 13
[1] Durmuş Hocaoğlu; Laisizmden Milli Sekülerizme, s.144
[1] Jean Baudrillard; Amerika; 25
[1]Baudrillard,1996,15
[1] Baudrillard,1996, 75
[1] “Post Kapitalism “ tabirini; Paranın sıradan bir tedavül aracı ve güç göstergesi olmaktan çıkarılıp, bir tapınma objesi/idol-Put haline getirildiği kapitalistik evre için kullanmaktayız. Bu evre şu anda Batı toplumlarının yaşadığı evredir.
[1] ‘Yeni dünya düzeni’ tabiri ilk defa 1990 yılında, dönemin ABD Başkanı ve CIA eski başkanı George Bush’ un yaptığı bir açıklamadan sonra açıkça telaffuz edilmeye başlandı. Soğuk savaşın bittiğini, ABD ile eski düşmanı Sovyetler Birliği’nin artık ortak hareket edeceklerini bildiren bu açıklamanın ardından oluşan süreci tanımlamak için kullanılan ‘Yeni Dünya Düzeni ‘ sözü, aslında kökeni çok uzun zaman öncesine dayanan bir düşüncenin ürünüydü.
[1] İlluminati Locası;
[1]Ufuk Şanlı; Borç Kapanı: imf “ekonomik savaşın perde arkası”, İstanbul, 2002, s.28