PEYGAMBER TASAVVURU

Resul ve Nebi özel isimleriyle Kerim Kitabımızda zikredilen kavram Türkçe 'de Peygamber söylemi ile yaygınlık kazanmıştır. Resul'ün lügat anlamında kendisini gönderenin haberlerini devamlı bekleyen ve alan kimse olarak tarif edilirken, Din dilinde ise Risalet kelimesinden türemiş bir isim olup, gönderilmiş kimse, elçi bir iş veya vazife için bir kimseyi göndermek veya elçilik anlamına, risaleti/ilahi sözü taşıyan kişi olarak tarif edilmektedir. Resul, mübalağa siygası olarak kullanılmış ve elçilik işinin çok defalarca devam edegelen bir olay olduğunu anlatmaktadır.Nebi ise Arapça 'NBE' kökünden gelmekte ve haber vermek, duyurmak, hafifçe seslenmek anlamlarında kullanılmaktadır. Din dilinde ise Allah'ın (CC) kendisine direkt/endirekt vahyettiği sözleri olduğu gibi en ince ayrıntısına kadar belleyip üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan toplumuna aktaran kişi. Bu iki kavram arasında ne fark var diye baktığımızda ise karşımıza çıkan ilk söylemResul, kendisine bir kitap ve şeriat verilen olduğu halde, Nebi, kendinden evvelki resullerin şeriatına dvetle vazifeli elçilerdir. Her resul nebidir, ama her nebi resul değildir.Tabi ki bu kesin bir ayırım değildir. Farklı bir ayırım ise Nebiliğin verilen makam, Resullüğün ise yapılması zorunlu olan görev olduğu şeklindedir. Peygamber ise dilimize Farsçadan geçmiş ve hem nebi'nin, hem de resul'ün taşıdığı anlamlar için tek kavram olarak kullanılmaktadır. Müminlerin tüm peygamberlere aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın iman etme zorunluluğu ve yükümlülüğü vardır. Mustafa Doğu yazdı..

Peygamberlere niçin ihtiyaç duyulmuştur, kimler peygamber olabilir, bunları diğer insanlardan ayıran özellikleri nelerdir? Zihinlerimizde Peygamber tasavvurunun çok net bir şekilde oluşmasını sağlayacak bu önemli sorulara verilecek sağlıklı ve düzgün cevaplarda gizlidir. Allah insanları kabileler ve kavimler halinde yaratmış ve kendi içlerinden seçtiği Resul/Nebilerle öncelikle Tevhid inancının düzgün oluşmasını ve beraberinde aralarında adaletin ve erdemin egemen olacağı hukukun belirlenmesini sağlamıştır.

            Hz. İbrahim kıssası bize Peygambersiz Allah inancının nasıl olması gerektiğini anlamamızda katkı sağlayan önemli bir anlatımdır. Panteondaki putları kırarak başladığı Tevhid yolculuğuna, kavminin tapına geldikleri gökcisimlerinin birer “sönenlerden” olduğunu ve bunların Rab olamayacağını bildirdiği ve her şeyin yaratıcısının mutlak bir Allah olduğu sonucuna ulaşmakla nihayete erdirdiği inançtır. “Üzerine gece bastırınca, bir yıldız görmüş ve: -Bu, Rabbimdir, demişti. Fakat yıldız batınca: -Ben, batanları sevmem, demişti.Ay’ı doğarken görünce: -Bu, Rabbim, demişti. Fakat o da batınca: -Rabbim beni doğru yola iletmezse, muhakkak sapıklığa düşmüş kimselerden olacağım, demişti. Sonra güneşi doğarken görünce: -Bu, Rabbimdir, bu daha büyük, demiş, o da batınca: -Ey kavmim, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım, demişti.” Enam suresi 76-78. Ayetler insanın Kevni okumasıdır. Allah’ın insana lütfetmiş olduğu aklın yaşadığı gezegende kendisi için hakikat olan unsurlarla bunların yaratıcısını arama ve O’na teslim olma okumasıdır. Ama bu insanların Mutlak yaratıcı bir ve tek olan Allah’a ulaşmalarında yeterli görülmeyerek kevni okumalara vahyi destekler sunulmuş ve gelen elçilerle bunlar toplumlara anlatılmıştır. Elçilerin gönderilmediği toplumların ise İsra suresi 15. Ayetinde belirtildiği üzere kendilerine azap edilmeyeceği bildirilmiştir.
Peygamberler, Tevhid ve ahlaki değerlerdeki sapmaların toplumların kahir ekseriyeti tarafından benimsenip zulmün ve haksızlığın olağanlaşmaya başladığı dönemlerde kendi dillerini konuşan, birilerinin eşi/oğlu/babası/akrabası/arkadaşı/hakemi/hükümdarı/taciri… olan, ahlaki değerler açısından fıtratlarını koruyabilmiş, toplumun cari dininden uzak kalmayı başarabilmiş erdem sahibi kişiler olarak Allah’ın mesajını iletmek üzere gönderilmişlerdir. Bu hakikat bize Kerim kitabımızda geçmiş kavim/peygamberler anlatılırken bildirilmekte ve örneklendirilmektedirler. “Rabbimiz onlara içlerinden senin ayetlerini onlara okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları (şirkten) arındıran bir resul gönder. Şüphesiz aziz ve hâkim olan ancak sensin.” (Bakara, 129), “-Ey Âdemoğulları, aranızda size ayetlerimizi okuyan resuller geldiği zaman, kim korunur ve (davranışlarını) düzeltirse; artık onlara bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir.” (Araf, 35) Bu insanlar aynı zamanda tüm insanlar gibi ölümlülerdir ve yaptıkları her şeyden sorumlu/hesaba çekileceklerdir. “Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de, elçiler gelip geçmiştir. Öyleyse şimdi, O, ölür veya öldürülürse topuklarınızın üstünde geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzerinde geri dönerse, Allah’a hiç bir şekilde zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Ali İmran, 144)
            Uyarılması gerekenler insanlardan oluşan bir topluluk olunca doğal olarak gönderilmesi gereken elçi de kendi cinslerinden olması gerekiyor ki kurulacak iletişim ve sağlanacak örneklikler sağlıklı ve düzgün olsun. Dolayısıyla Allah (CC) Resul/Nebi seçimlerini her kavmin kendi içinden yapmış ve anlatılacak mesajda kullanılacak dil ortak olsun istemiştir. Çarşıda pazarda dolaşan, ağlayan/gülen, evlenip çoluğa/çocuğa karışan, çobanlık yapan, ticaretle uğraşan, kurutulmuş et yiyen, acıkan/susayan, bütün insanlar gibi insani ihtiyaçların tamamına sahip olan beşerdirler.“De ki: Ben de sizin gibi insanım; ama bana, ilâhınızın, tek bir İlâh olduğu vahyolunuyor…” (Kehf, 110) Allah (CC) meleklerden peygamber yapmayı dilemiş olsaydı buna da kimse engel olamazdı. Velev ki böyle bir şeyi murat emiş olsaydı, O’nu da insan suretiyle göndereceğini bildirmektedir Rabbimiz. “Eğer (Resulü) melek de yapsaydık, yine onu bir adam şeklinde yapardık ve onları düşürdüğümüz şüpheye düşürürdük.” (En’am, 9) Yaratmış olduğu varlıklar içerisinde insanoğluna tevhidin/şirkin, iyinin/kötünün, hayrın/şerrin ayrışmasını sağlayacak iradesinin/seçme hakkının aktif hale gelmesi için mesajlarla desteklenmiş olması, yeniden dirilişin yaşanacağı ahiret hayatında ortaya süreceği her türlü mazeretin geçersizliğini sağlamaktadır.
Peygamber seçimi gönderildiği kavmin kendi tercihleri ile değil, Allah’ü Teâlâ’nın seçimi ve tayini ile gerçekleşmiştir. Her kavme gönderilen bu kutlu elçiler kavminin kirlenmişliğinden, yozlaşmasından, İtikadi ve ahlaki değerlerden sapmasından hep uzak kalmış ve korunmuş kişilerdir. Zira kendilerine verilecek yük yeryüzünde taşınması en zor ve en şerefli bir görev olduğundan dolayı geçmişleriyle problem yaşamamalı ve kendileri hakkında yapılacak ağır ithamların altında ezilmemelidirler.
Peygamberler gönderildikleri dönemlerde “yalanlama” başta olmak üzere, sürgün edilmeleri, öldürülmelerine varacak kadar çektikleri zulüm ve eziyetin tek nedeni O’nun insan bir elçi olmasından kaynaklanmıştır. “Onlara hiç bir elçi gelmedi ki onunla alay etmemiş olsunlar.” (Hicr, 11)
Kendi aralarında yıllarca dolaşmış, insani vasıflar açısından en ufak bir yanlışlığına şahit olunmamış bu insanlar günün birinde çıkarak “Mutlak yaratıcının, hüküm ve hikmet sahibinin, Ulûhiyette ve Rububiyette hiçbir şeyi ortak koşmamaları gereken Allah olduğunu ve O’ndan vahiy aldıklarını, kendilerine elçi olarak gönderildiklerini” ilan etmeleri başta alaycı bir tavırla geçiştirilirken sonraları şiddete dönüşen müdahaleler haline gelmiştir.“Nuh: -Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur. Ben, ancak Âlemlerin Rabbi tarafından (görevlendirilen) bir elçiyim.” (Araf, 61), “-Ey kavmim! Dedi. Bende beyinsizlik diye bir şey yoktur. Ben, Âlemlerin Rabbinden bir elçiyim!” (Araf, 67)
Yaşam boyu bu mücadele sürekli devam etmiştir. Dönem dönem kendilerine olağanüstü haller olarak isimlendirilecek mucizelerle takviye yapılmıştır. Sonuçta çok büyük kitlelerin imana ermesi ile karşılık bulanlar olduğu gibi, bir avuç insandan başka kendisine kimsenin iman etmediği elçilerde olmuştur. Ama hepsi için ortak yön, heva ve heveslerinden değil, kandillerine vahyedilenin kavimlerine ve topluluklarına aktarılmasından sorumlu kılınmalarıdır. Bu yaptıkları iş için dünyevi hiçbir beklenti içerisinde olmadıkları ve ücretlerinin ahirette Allah tarafından mükâfatlandırılarak ödeneceğidir.
Peygamberlerin bir kısmı vefatlarından sonra çok suiistimal edilmiş ve adeta insan olmaktan çıkarılıp İlahlık mertebesine taşınmıştır. Bunun en belirgin örneği Hz. İsa’dır (as). Yahudilere gönderilen bu peygamber Nasranîler tarafından vefatından sonra teslis inancının bir unsuru haline getirilerek Allah’ın oğlu denmiştir. Bu şirk anlayışının farklı bir tezahüründen başka bir şey değildir. Ahir zaman Peygamberi olan ve kendisinden sonra kıyamete kadar hiçbir resul/nebi gelmeyecek olan Hz. Muhammed (sas) ise vefatından sonra ümmetinin bir kısmı tarafından yükseltici fonksiyonların kurbanı edilirken, bir kısmı da adeta bir postacı konumuna indirgeyerek alçaltıcı pozisyonların kurbanı etmişlerdir. Kendisinde çok güzel örnekliklerin bulunduğunu, sahih İslam anlayışının O’nun hayatından alınacak güzel örnekliklerle şekilleneceğini Rabbimiz müjdelemiş ve itaati emretmişken, birileri örnek alınmasın der gibi vasıflarla donatmışlardır. On parmağından onlarca mucizelerin aktığı, insanların en zor anlarında bir dokunuşla pınarları akıttığı, yemeklerin sofralara indirildiği, kanının ve necis olan atıklarının içenler tarafından cehennem azabından azat edilip/cennetin kapılarının açıldığı,hiçbir insana yakışmayacak sıfatlarla vasıflandırılması O’nu hayattan ve örneklikten koparmaktan başka hiçbir işe yaramayan ifrat sevgi, düşünce ve söylemlerdir. “Tüm insanlık yaratılmadan önce O’nun nuru yaratıldı ve tüm insanlık bundan neşet etti(Nuru Muhammed)” gibi inançlar, “perdenin açılmasıyla birlikte Allah ile beraber Peygamber efendimizi sohbet ederken görüldüğünü” anlatan hikâyeler yine kelimenin en hafif deyimi ile saygısızlık ve utanmazlıktır.
Allah’ü Teâlâ bizlere Hz. Peygambere Kuranı Kerim dışında hiçbir mucize vermediğini bildirmesine rağmen, adeta diğer peygamberlerle yarıştırırcasına, Onlara verilen mucizelere benzer olaylar isnat etmek suretiyle yalan/yanlış hikâyeler anlatmakla Peygamber ne yücelir, nede bunları anlatmamakla değersizleşir. “-O’na, Rabbimden bir mucize indirmeli değil miydi? Dediler. De ki: “Mucizeler sadece Allah’ın yanındadır. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcıyım!”Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız, onlara yetmez mi? Çünkü onda inanacak bir toplum için rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebut, 50-51)
Birilerinin son zamanlarda özel de Peygamberimiz için, genel de de muhtemelen tüm peygamberler için düşünülebilecek şekilde Risalet öncesi kavimlerinin dinine tabi olduğu gibi bir söylem dillendirilmekte ve bununla ilgili genelde şu ayetler örnek verilmektedir. “Ve seni yol bilmez (dall) iken, 'doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duha, 7), “İşte bu şekilde sana da emrimizden bir ruhu/özü vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat onu kullarımızdan dilediğimize onunla yol gösterelim diye bir nur/aydınlatıcı kıldık. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yola yöneliyorsun” (Şura, 52) Öncelikle Kuran ayetleri okunurken somut örnekliklerinin de beraber verilmesi gerekiyor ki tezimiz doğru kabul edilsin. Bu konuda ne vahyin, nede bize kadar intikal eden tarihin doğruladığı ve Peygamberin kavminin dinine ait ritüellerden birini uyguladığına dair hiçbir örnek yok. Gerek risalet sonrası getirdiği mesajın ve gerekse kendisinin şahsi uygulamalarının tüm yalanlamalarında dahi bununla ilgili küçücük bir itham dahi yok.
Şimdi gelelim DALL kelimesine, Arapça ‘da bu kelime birkaç anlama gelir. Bir manası "sapıklıktır." İkinci manası, "yol bilmeyen kimse" ve yol ayrımında şaşkınlık içinde hangi tarafa döneceğini bilmeyen kimsedir. Diğer bir manası da kaybolmuş kimsedir. Şimdi surenin akışı içerisinde değerlendirdiğimizde en uygun tarif kaybolmuş, yol bilmeyen olduğu son derece açık bir şekilde gözükmektedir. Ki Allah sıradan müşrik insanlar için kullanacağı deyimi elçisi için kullanmaz. Bu kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için şu ayete de bir bakalım, kaybolan Yusuf’unu arayan Yakup peygambere Yusuf’un kokusunu aldığını söylediğinde “Çevresindekiler: -Vallahi sen, hala eski şaşkınlığındasın(dalalike), dediler.” (Yusuf, 95). Dall kelime si burada bir peygamber için en yakınları tarafından söylenmektedir.
Şura suresindeki “iman nedir, kitap nedir bilmezdin” sözünü ise şöyle yorumlamak yine siyak ve sibak açısından çok daha uygun değil mi? “Sen bir arayışta idin, kavminin kokuşmuşluğu seni çok rahatsız ediyordu, sürekli tefekkür ediyor/kafa yoruyordun, Hira’ya çekilip Tevhidin merkezi Kâbe’yi ve etrafında oluşmuş şirk bataklığını izliyordun, ama bir çıkış bulamıyordun, çevrendeki Hanifler bile bu çıkışı sağlamada çok yetersiz kalıyorlardı, herhangi bir ilahi kitaba da vakıf olmayan bir ümmi idin, Müslim’din ama iman arayışı içerisinde idin.”Geçmiş birçok müfessirin belki de ortak akıl diyebileceğimiz yorumlarının da bundan farklı olmadığını düşündüğümüzde “Peygamber, Risâlet öncesi kavminin dinindendi” demek en yumuşak tabiri ile ne dediğini bilmemezliktir. Zihinlerde oluşacak sahih bir peygamber algısını problemli hale getirmektir.
Peygamberler ümmetlerine emrettiklerinin ilk uygulayıcıları olmakla emir olunmuş ve vahiyle çelişecek hiçbir tutarsızlıkları ol(a)mamıştır. Tevhidi hakikatlerin savunulmasında zerre kadar ödün vermedikleri gibi, sınırları ve safları netleştirmişlerdir. Uzlaşmacı, çıkarcı bir yaklaşım tarzı Onlardan hep uzak olmuştur. Vahiy koruması altında sürdürülen hayat mücadelesinde oluşan yanılgılar ise hemen Allah (CC) tarafından düzeltilmiştir. Dolayısıyla yaşamları boyunca çağdaşları, vefatlarından sonra da takipçi/ümmetleri tarafından örneklikleriyle ışık saçmış ve yaşam modeli olmuşlardır. Yaşamları toplum ortalamasının altında olmuştur. Kendilerini saraylara hapsetmek suretiyle müreffeh bir hayatın peşinden koşanlar olmayı hiçbir zaman tercih etmemişlerdir. Toplumu ile iç içe yaşayarak acıyı/mutluluğu/güzeli/çirkini birlikte paylaşmışlardır. Bu getirdiği mesajı ve kendisini yalanlayanların veya toplumlarından kopuk hayat yaşayanların hiçbir zaman anlayamadıkları/anlayamayacakları bir hakikattir. “-Veya altından bir evin olmalı ya da göğe yükselmelisin oradan bize okuyacağımız bir kitap getirmedikçe yine de sana inanmayacağız. De ki: -Rabbimi tenzih ederim, ben elçi olan bir insandan başka bir şey miyim? İnsanlara kılavuz geldiği halde, onların inanmasına “Allah elçi olarak bir insan mı gönderdi?” demeleri engel olmaktadır.” (İsra, 93-94)
Peygamber tüccarlığının ayyuka çıktığı günleri yaşadığımız çağımızda, O’nu her zamankinden daha fazla anlamak ve örnek almak durumundayız. Hayatımızın her anında kendisinden güzel örneklikleri yansıtabildiğimiz oranda sevgimiz tescillenmiş ve anlam kazanmış olacaktır. O’nu sevmek, O’nun gibi olmaktır. Kandiller hapsedilmiş, anma günlerinde hayatından enstantaneler anlatıldığında hüzünlenip, diğer zamanlarda Karunlar gibi yaşamak değildirO’nu seviyor olmak. İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanarak peygamberin manevi şahsiyetini olmaması gerektiği yerlere getirerek yaptıkları yanlışlarını mubahlaştırmaya çalışıyor ve bundan esinlenen birileri de hızlarını alamayarak Peygamberi bir ışık hüznesi yapıp kamyonlara bindirmek suretiyle kendilerini aşağıların aşağısı konuma düşürebiliyorlar.

Bakmadan Geçme