NASIL BİR TİCARET

Sosyal bir varlık olan insan, yaşamını ilişkisel bir tarzda sürdürmek durumundadır. Yaşamı boyunca ailesi ile başlayan, yakın akraba ile devam eden ve mahalle/kasaba/şehir/ülke ve tüm insanlığı kuşatacak bir şekilde sorumluluk alanına sahiptir. Bu ilişkilerin gelişmesinde alış/veriş en önemli etkenlerden biridir.


                                                                                                                                                                                                                                                         Musatafa DOĞU

Fıtratın dini olan İslâm, kazanmayı/ mal mülk edinmeyi, ilim tahsil etme gibi vacip telakki etmiş, kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, aile bireylerinin nafakasını temin etmesi maksadıyla meşru yoldan çalışıp kazanması ibadet sayılmış ve övülmüştür. Güzel olan kişinin kendi emeği neticesinde eliyle kazandığıdır. Hz. Peygamber bir hadiste,
"Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yemiş değildir" (Buhârî, "Büyû`", 15; "Enbiyâ", 37) buyurmuş, kendisine en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, "Kişinin kendi elinin emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı" (Müsned, IV, 141) cevabını vermiştir.

Ticaret yapma isteği adeta insanlık tarihi kadar eskidir. Geçmiş kavim/milletler ile ilgili bugüne kadar gelen rivayetlerde, toplumların kendi aralarında ve başka toplumlar ile kurulan ilişkilerde ticaretin ana unsur olarak öne çıktığını görmekteyiz. Din/ideoloji/kültür ve medeniyetlerin yayılması bile tüccar seyyahlar eliyle olmuştur. Kadim medeniyetler ticareti ile ön plana çıkmış milletlerin medeniyetidir. Ticaret en geniş anlamıyla; Mal/ürün üretimden tüketimine kadar geçen zamanda, ekonomik değer taşıyan başka nesneler ile değiştirilmesi, alışı ve satışı anlamında kullanılmaktadır. Ticaretin insanlık tarihindeki bilinen ilk şekli takastır. Takas yöntemi ile mal ve hizmetler birbiri karşılığında değiş tokuş edilir. Daha sonraki yıllarda ve günümüzde ise artık değişim aracı olarak para kullanılmaktadır.

Tarihi araştırmalarda elde edilen yazıtlar bizi ticarette Sümerlere (M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000) kadar götürmektedir. Antik Çağ’da ise, batıda Antik Yunan ve Roma Uygarlıkları, uzak doğuda Çin Uygarlığı gibi yeni ve birbirinden çok farklı imparatorluklar kurulmuş ve böylece Avrasya ekseninde denizaşırı ticaret yoğunlaşmıştır. Bu ticaret Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü İpek Yolu üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Geçmiş kavim kıssalarını irdelediğimizde helak edilmelerinde ki en temel etkenin Tevhidi imandan sapmaları olduğunu görmekteyiz. Bu itikadi sapma dışında da her kavimin kendi özelinde aşırılığa gittiği ve Allah’ın sınırlarının toplumsal olarak dışına çıktıkları sapmaları vardı. Konumuzla alakalı olması hasebiyle örnekleyeceğimiz kavim Medyen halkıdır. Hz. Şuayb kavmine, Allah’ın verdiği nimetleri hatırlatmak ve bunlar için şükretmeleri gerektiğini bildirmek, Allah’ın emirlerine karşı gelip bozgunculuk yapmaya ve haksız kazanç sağlamaya devam ederlerse elim bir azapla karşılaşacaklarını bildirmek için gönderilmiştir.

“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin, O’ndan başka İlahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir ‘bolluk ve refah’ içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum. Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” “Eğer müminseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.”  (Hud / 84-85-86)

Medyen halkı refah seviyesi itibariyle çağdaş kavimlerin çok fevkinde idi. Bu kavmin de en önemli özelliklerinden biri, pek çok farklı yöntem kullanarak ticarette hile yapmalarıdır. Medyen kavmi, güzel ahlakını ve üstün kişiliğini bildikleri halde kendilerini Allah’a şerik siz iman etmeye ve ticarette doğruluğa çağıran Hz. Şuayb’ın çağrısını kabul etmemiş, inkâr eden bütün kavimler gibi klişeleşmiş gerekçeler göstererek karşı çıkmışlardır.

“Dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşit bir adam)sın.”  (Hud / 87)

Resul/Nebilerin görevi, insanları Allah’a iman etmeye çağırmak, bunun için yol göstermek ve ıslah etmektir. Medyen halkına gönderilen Hz. Şuayb da Allah’ın elçisi olduğunu hatırlatmış ve bildirdiği din ahlakının Allah’ın emirleri olduğuna dikkat çekerek, tek amacının onları doğru yola çağırmak, ticarette dürüst olmalarını sağlamak olduğunu söylemiştir. Bu yapmış olduğu işin karşılığında da kendilerinden hiçbir ücret talep etmediğini, tek beklentisinin ise; “Uyarı görevini hakkıyla yerine getirmek suretiyle Allah’ın rızasını kazanmak ve mükâfatların en güzeline layık olmak” olduğunu bildirmiştir

Kavimlerin kıssaları geçmişlerin basit birer hikâyesinden ibaret değildir. Sonuçta tarih tekerrür ediyor ve edecektir de. Önemli olan tarihi, geçmişlerin düştüğü yanlışa düşmeyecek şekilde okumak, dersler çıkarıp/ibretler almaktır. Kuranda anlatılan geçmiş tüm kavimlerin sapmalarına neden olan kötü/çirkin huylar bugün birçok kavimde tezahür etmektedir.

Hz. Peygamberin Risalet ile görevlendirildiği Mekke, içerisinde Allah’ın yeryüzünde ki ilk beyti olma özelliğine sahip Kutsal Kâbe’nin bulunmasından dolayı ticari fuar ve panayırların merkezi konumundaydı. Çorak/dağlık/ekin bitmez bir vadi olan bu topraklar bünyesinde taşıdığı Ve Hz. İbrahim den itibaren ziyaret edilegelen Mabede sahip olmasından dolayı bir cazibe merkezine dönüşmüştü. Dolayısıyla bu topraklarda yaşayan halkın kahir ekseriyeti tüccardı. Hz. Peygamber de çocukluğundan itibaren -amcalarının tüccar olması hasebiyle- ticaret kervanları ile Suriye, Busra ve Yemene seyahatlerde bulunmuştur. Mahzûm kabilesinden Kays b. Sâib isimli sahabe ile Rasûlullah Efendimiz ticaret ortağı olmuştur. 25 li yaşlara geldiğinde de Hz. Hatice’nin ki -Mekke de hatırı sayılır bir tüccar- kervanları ile seyahatlere çıkmıştır. Hz Muhammed (a.s), peygamberlik görevi kendisine verildikten sonra da Mekke’de pazarları dolaşır, kendisinin ve ailesinin maişetini kazanmak için ticaret yapardı. Hatta müşrikler, ‘Bu nasıl peygamber ki yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor?’ diyorlar ve O’nun her beşer gibi davranıp ticaret yapmasını yadırgıyorlardı. Özetle risalet/nübüvvet ile görevlendirildikten sonra da, Peygamber Efendimiz kimsenin elindeki servete müdahale etmemiş, toplumun ve özelde de sahabenin zenginlerine karşı hiçbir zaman olumsuz bir tutum içine girmemiştir.

Hz. Peygamberin hicreti, ilk site devletinin kurulması ve meşhur adıyla “Medine Vesikası” ile anayasanın belirlenmesi açısından önemli bir olaydır. O dönemde kabilelerin üstünlüğüne dayanan bir yapı “hukukun üstünlüğüne” dayanan bir yapıya dönüşüyor ve Medine de yaşayan diğer dinlere mensup insanlarında hukuku belirlenmiş oluyordu. İslam toplumu, Medine de yaşayan tüm kavim ve farklı dinlere mensup topluluklarla saldırmazlık antlaşmalarıyla gerekli güveni sağladıktan sonra Hz. Peygamber, ashabına çarşı ve pazarlarda etkin olmalarını tavsiye/teşvik etmiştir. Zira o günün Medine’sinde ticarette, zanaat ve tarımda etkin olan topluluklar Yahudilerdi. Bu tavsiye karşılık bulmuş ve Müslümanlar öncelikle kendi Pazar yerlerini oluşturmuş, daha sonra da Yahudilerin Pazar yerlerinde ki etkinliklerini arttırarak ticaretin kendi ilke ve inançları çerçevesinde oluşmasını sağlamışlardır.

İslam dini toplum hayatının her aşamasına müdahale ettiği gibi ticari hayata da müdahale etmiş ve helal/temiz kazancın nasıl lığını ve niceliğini belirlemiştir. Helal/temiz/düzgün ticaret ile uğraşmak övülmüş, elde edilen kazancın bir imtihan vesilesi olduğu ve malın gerçek sahibinin Allah olduğu realitesinin bir an dahi akıldan çıkarılmaması bildirilmiştir.

“De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Tevbe / 24)

“Eşyada -aksi bir hüküm belirtilmedikçe- asıl olan mubahlıktır” bakış açısıyla, İslâm ticarette helâl ve meşru olan şekil ve usulleri ayrı ayrı belirtmek yerine, yasak ve gayri meşru olan usul ve davranışlara işaret ederek iş ve ticaret hayatının kendi tabii seyrinde gelişimine fırsat tanımıştır. Bununla ilgili en temel esas helal kılınan eşyanın ticaretini temel ilke saymış, karşılıklı rızayı, akitlere ve verilen sözlere bağlılığı emretmiş, hile, aldatma, yalan beyanda bulunma, zorlama, karaborsacılık, fırsatçılık, belirsizlik ve risk sömürüsü yoluyla kazancı yasaklamıştır. Faiz (Riba), haksız kazanç temin etmenin başlıca yolları olan hırsızlık, gasp, rüşvet, ölçü ve tartıda hile, kumar haram kılınmış, Kendisi direkt haram kılınmış unsurları destekleyecek yasaklamıştır. Bu şekilde elde edilen gelir helal kabul edilmemiştir. Müslüman toplumlarda dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar ise; Bireyin; İlk önce Allah’ın haklarının gözetilmesi başta olmak üzere, ahlâkî olgunluğu, kul hakkını ihlâl etmekten sakınma, kendine, ailesine, çevresine karşı sorumluluk duygusuna sahip olmasıdır.

İslam, bireyin dünyaya bakışını ebedilik üzerine değil, geçicilik üzerine kurgulamış ve dünyayı ahiret için ekim yapılan bir tarla görülmesi öğretisini vermiştir. Müslümanı diğer inanç sahiplerinden farklı kılan en önemli hasletlerden biri, şüphesiz ahirete yakin (görüyormuşçasına, gelmesi an meselesi denecek kadar yakın) şekliyle iman etmesidir. Ebediliğin vaat edildiği ahiret hayatı, dünya da iken işlenmiş her amel ve düşüncenin sorgulanıp mükâfat veya ceza olarak karşılık bulacağı bir yansımasıdır. Dolayısıyla “Lehü’l-mülk” (Yani mülk O’nun) düsturu günde bir tesbihat kadar tekrar edegeldiğimiz söylem, pratiğe yansıyabiliyor mu? Yoksa hoşumuza giden bir fısıltı “gelişmiş/kalkınmış milletleri yakalamak”, “çağımızın evrensel standartlarını yakalamak”, “süper güç olmak için ekonomik kalkınma gerçekleştirmek”, “insanımızın refah seviyesini yükseltmek için asgari geçim seviyesini batılı standartlara çıkarmak” gibi avuntu söylemler mülke bakışımızı kontrol edilemez halemi getiriyor? “İnandığımız gibi mi yaşıyoruz? Yaşadığımız gibi mi inanıyoruz? Sorusu konu mülk/mülkiyet eksenine geldiğinde objektif/adil değerlendirmeden uzakta kalıyordur o “çirkin fısıltılar” sayesinde.

Dünyanın “aldatıcılık” vasfı kimde/nasıl yankı buluyordur? Nefsi ihtirasların ve şehevi duyguların kamçıladığı şöhret olma mı? Makam/mevki mi? İktidar sahibi olup hükmetme arzusu mu? Yoksa mal/servet sahibi olup herkesi ve her şeyi kontrol altında tutma arzusu mu? Aslında Kerim kitabımızda sembolleştirilmiş KARUN tiplemesinin, farklı boyutlarıyla toplum aynasında yansımasıdır bütün bu sorular. Hz. Musa’nın kavminden iman edenlerin;

 "Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas / 77)

Uyarı/ikazına karşılık Karun’un cevabı;

"Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir."

Şeklinde olmuş ve Cenab-ı Mevla buna karşılık şu uyarıyı yapmıştır;

“Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz.” (Kasas / 78)

Sekülerleşme (modernizm - dünyevileşme), her şeyin bu dünya merkezli olduğunu ve yarının olmayacağını ifade eden bir ideoloji ve yaşam tarzıdır. Dolayısıyla bu ideoloji de insanoğlu için bütün değerler “madde ”ye indirgenmiş, “manevi” yanı yok sayılmıştır. Batı dünyasında bu çelişki Katolik Hristiyanlara karşı kilisenin (dinin) yaşamdan etkinliğini azaltmak veya yok saymak için ılımlı Ortodoks ve daha da seküler olan Protestanlığı (Lütercilik, Kalvinizim, Evangelizm bu mezhebin alt kırılımları) üretmiştir. Batıdaki bu mücadele mülkiyete bakış açısı itibariyle iki ucun doğmasını sağladı. Özel mülkiyete karşı çıkış “Komünizm” veya sınırsız özel mülk edinme “Kapitalizm”.

 İslâm, bu iki farklı ekonomik modelin çok fevkinde bir model olarak, bireyin mülk ile ilişkisini belirleyen ekonomide ki tevhit ve adalet anlayışının içeriğini doldurmaktadır. İslam bireyin mülk edinmesine değil, bu mülkü nasıl edinip ne yolla harcadığına bakar. Yaşamında ki her hadise gibi mülkiyet ile olan ilişkisi de ahiret için bir imtihandan öte bir şey değildir. Maalesef son bir asırdır insanlık çok büyük bir travma yaşamaktadır. Bunun nedeni ise yeryüzü coğrafyasında ki ulus devletlerin halklarına adeta en mükemmel ekonomik modellermiş gibi sosyalizm ve kapitalizmden başka seçenek sunmamalarıdır.  Halkı Müslüman olan ulus devletlerin de bu küresel organizasyonların birer aktörü haline dönüşmesi de ister istemez halklar nezdinde alternatifsiz modellerin bunlar olduğu kanaatini oluşturmaktadırlar.

Peki bu ekonomik modeller nedir?

KAPİTALİST EKONOMİ: Genel tanımı itibariyle; Sınırlı olarak şahsi teşebbüse ve mülkiyete müsaade eden, kazanç (kar), rekabet ve rasyonellik ilkesine dayanan, çok değişik özellikler arz eden ekonomik rejimdir. Genel olarak kapitalizmi bu zamana kadar kurup ayakta tutan esaslar, muazzam ölçüde biriken sermaye artışı, kar gayretine bağlı olarak gelişen teşebbüs zihniyeti, teknolojik gelişmeler, kredi ve sermaye piyasası olmuştur. Yani maddeleştirdiğimizde;

* Servet birikimi,

*Kredi kullanımı,

*Hudutsuz kazanç, kar hırsı

*Sömürü hırsı,

*İstilacı bir bakış açısıyla gözünü hırs bürümüş müteşebbislik.

Bu ekonomik modelde kutsallığın ve kırmızıçizgilerin yeri yoktur. “Paranın dini olmaz” öğretisi aslında dinin ekonomide belirleyici olamayacağı, sınırlar çizemeyeceği ve hükümler belirleyemeyeceği şeklinde anlaşılması gerekiyor.

LİBERAL EKONOMİ: Liberalizmin temellerini atan ilk düşünürler, bireylerin mülkiyet hakkı ve devletten bağımsız ekonomik özgürlük üzerine oluşmuş siyasi ve ekonomik yapı olarak tarif ederler. Liberalist ekonominin temel argümanları ise; Rekabet, mülkiyet, serbest piyasa ekonomisi, özgür ticaret ve ekonomik eşitliktir.

Rekabet: Rekabet içinde olan bireyler, her zaman ismini duyurabilmek ve daha fazla maddi gelir elde edebilmek için daha çok çalışırlar. Sürekli bir rekabet, sürekli büyüme, sürekli çalışmayı tetiklemektedir. Mülkiyet: Ekonomik liberalizmin en temel yapı taşıdır. Mülkiyet bireylere verilen bir ödül görevi görür. Serbest Piyasa Ekonomisi ise: Ekonomik liberal düşünürler tarafından, bütünleştirici bir unsur olarak görülür. Serbest piyasa ekonomisi olmazsa, ekonomik liberalizmin olmazsa olmaz koşuludur. Ekonomik Eşitlik Karşıtlığı: Bireylerin ekonomik olarak eşit tutulması düşüncesine şiddetle karşı duruş vardır. Şayet insanlar ekonomik olarak eşitlenirse; insanlar neden daha fazla maddi gelir elde etmek için üretsin?

SOSYALİST EKONİMİ: Özel mülkiyeti reddedip kolektif mülkiyeti tercih eden, genel olarak iktisadi tarafı ağır basan bir sistem. Çıkış tarihine ve sürecine baktığımızda sosyalizm, kapitalizme bir antitez olarak geliştirilmiş gibi gözükmektedir. Bu iktisadi yapıda, özel mülkiyet, para ve rekabet gibi kapitalizme has müesseseler insanların, insanlar tarafından sömürülmelerini sağlayan araçlardır. Bu sebeple, bunların yerlerine sömürmeye imkân tanımayan müesseselerin ve araçların kurulması/kullanılması lazımdır. Sosyalist iktisatçılara göre kapitalizm, sermayenin giderek belli ellerde toplanması, makine kullanımın yaygınlaşması, sermayedar ile işçi arasındaki sınıf farklılığını arttıracak, bu tablo işçiler için hayat standartlarının gittikçe kötüleşmesi ve işsizliğin artmasına neden olacaktır.

Bu sistemde yönetenler, yönetilenlerin sadece maddi ihtiyaçlarını en asgari seviyede karşılamak, manevi istek/beklenti/tercihlerine şiddetle karşı çıkmak durumundadırlar. İnsanı, diğer canlılar gibi değerlendirip, ayrıştırıcı olan “akletmek” özelliğini yok sayarak, yaşamlarını kendi belirledikleri yasa/yönetmeliklere göre sürdürmelerini istemektedirler.

İSLAM EKONOMİSİ: Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in öğretileri, kişiyi, sahibini azdıracak zenginlik ve fakirlikten sakındırmıştır. Kişinin, gerek kendisini gerekse sorumluluğu altında bulunanların başkasına muhtaç etmeyecek kadar çalışıp kazanması ve ihtiyaçlarını karşılaması vecibedir. Bu, çalışıp kazanmanın asgari/olmazsa olmaz sınırıdır. Bundan fazlası ise mubahtır. Çalışıp kazanma, mal/mülk/servet edinme ve kazancı üzerinde tasarrufta bulunma konusunda dinimiz müminlere herhangi bir sınırlama getirmemiştir. Buradaki en temel ölçüt bunları sağlarken helal sınırlar içerisinde gerçekleşmesini sağlamak, kimsenin hak/hukukuna tecavüzde bulunmamaktır. İslam’da mülk/mülkiyet konusu tartışılırken iki uç örnekle tezler savunulur; Hz. Ebu Zer ve Hz. Osman İbn. Affan. Her ikisi de Hz. Peygamber’in güzide sahabesidir. Hz. Ebu Zer; Elinde olanı sonuna kadar paylaşmayı teşvik eden, çılgınca sınır tanımaksızın mülk edinme hırsına kapılanlar için çok güçlü bir fren, Hz. Osman ise; Meşru yollarla elde ettiği mülkü Allah yolunda sınırsız harcama cömertliğini ortaya koyan ve böylece infak ettikçe bereketlenen bir zenginliğe sahip güzel birer örnekliklerdir. Bu iki örnekleme yaptığımız sahabelerin söz ve tavırlarına Hz. Peygamberden bir itiraz gelmemiştir. Dolayısıyla vasat ve itidalli olmak, bize Hz. Peygamberin onayladığı ve teşvik ettiği tavır olarak yansımaktadır.

İslam'ın ekonomik düzenle ilgili ortaya koyduğu iki önemli ilkesi vardır;

1* Hiçbir fert veya grup diğerlerini sömüremez,

2* İster zenginlik isterse fakirlik itibariyle olsun, hiçbir grup ekonomik durumlarını kendileriyle sınırlayarak toplumdan ayıramaz.

Bu tecrit duvarlarının ortadan kalkmasını, sınıf farklılıklarının oluşmamasını, yönetenler ile yönetileler, zenginler ile fakirlerin aynı kardeşlik duygusu içerisinde ve aynı toplumda yaşamalarını teşvik ve tavsiye etmektedir.

Müslüman bir tacir/girişimci, ticaretini ve üretimini yaparken şunlara dikkat etmelidir. Birincisi;  Tacir/üreticinin bütün amaç ve gayesi sadece kar gütmek olmamalıdır. Elde edilecek kardan önemlisi sattığı veya ürettiği şeyin, halka faydalı/helal ürünlerin olmasıdır. Bu konuda daha fazla kazanmak, işleri büyütmek gibi gerekçelerle faiz/kredi kıskacından şiddetle kaçınıp meşru kazancın takipçisi olmalıdır. İkincisi; Satılan/üretilen malların halkın satın alma iştahını kabartacak şekilde paketlenmiş olarak değil, yalın/doğal halleri ile sergilenmelidir. Böylece insanlar, ihtiyaç ötesi alımdan kurtulmuş olacaklardır. Üçüncü ve en önemlisi ise; Tevhide bağlı tüccarlar taşımış oldukları şuur ve vicdan ile devlet nüfuzu ve yaptırımının erişemediği anlarda bile doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmamalıdırlar. Ticaretlerine yalan/hile/aldatma katmamalıdırlar. Onları gören ve gözeten, her anı kayıt altına alan bir yüce yaratıcının varlığı bilinci hayat felsefeleri olmak zorundadır.

Batı ülkelerindeki işletme/iktisat ağırlıklı eğitimlerde, tüketicinin ihtiyacı olmasa dahi ona satış yapmak için bir sanat haline gelen "ambalajlama, pazarlama, ihtiyaç nasıl oluşturulur" gibi dersler anlatılmaktadır. Bunu daha cezbedici ve etkin kılacak reklamcılık ise ticarette adeta bir sanat haline gelmiştir. Reklamcılık olağanüstü bir aldatma sanatıdır. İnsanları kendini gösterme, cinsiyet, zevk ve rahat hislerine hitap edilmesi ve mutluluğun salt maddi, egoist ve öznel açılardan tanımlanması reklamı ekonominin sinir merkezi haline getirmiştir. Maalesef aldatıcı reklamcılık kitlelerin dünya görüşlerini de etkilemekte ve değiştirmektedir. İnsanlar bu sayede ideallerinin ve inançlarının değil, onların yerine kapitalist öğretinin desteklediği ticaret yapmayı daha karlı hale getirecek olan mantalite ve ideallerin peşine koşmuştur.

İslam dini laik/seküler bir yönetim şekli değildir. Din müminler için yeryüzündeki hayatı yönlendirme aracıdır. Hayatın her anına müdahale eden ve sınırlar çizip/hukuk belirleyen, yapılan her eylemin ve düşüncenin mutlaka karşılık bulacağına inanılan bir yaşam tarzıdır. Her iki cihan saadetini oluşturacak ahengin ve düzenin olduğu inanç ve ibadetle manzumesidir. Laik/seküler din ve ideolojilerin, insanın kalbi ile Allah arasına sıkıştırılmış veya dünyanın değersizleştirilerek Melami leşmiş bir inanç sistemini şiddetle reddeder. Bizim inancımızda Allah; Tüm kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, rızık vericisi, maliki ve hâkimidir. Göklerin hukukunu belirlediği gibi, yeryüzünün hukukunu da O belirler.

Müminler öncelikle ticareti ne için/nasıl yapacaklarına karar vermelidirler. Sürekli kazanmak ve kazandıklarını biriktirme ihtirasına kapılmadan, paylaşımcı bir duygu ile başta zekât yükümlülüğünü yerine getirmek, infak/sadaka ile de destekleyerek ticaretine anlam katmalılar. Müminler ticaretlerinde ve kendi aralarında oluşacak borçlanma hukukunda banka kredi faizlerinden, faktöring (modern tefeci) firmalarına yapılacak borçlanmalardan şiddetle kaçınmak zorundadırlar. İslam ticaret hukukunun ve şu ana kadar bununla oluşan medeniyetin bir öğretisi olarak “Karzı-ı Hasen” (güzel borç) müesseseleştirilmelidir. “Karz-ı Hasen”; Allah için borç vermek!/“Allah’a Güzel Borç Vermek!” Hani her türlü eylemde Rabbimize “Yarabbi benim elimle, bizim elimizle…” diye dualar ederiz ya, bu borç vermede bizim elimizle, bize emanet edilenlerden paylaşma duygusunun en üst borçlanma ve mükâfattansa noktasıdır. Borç vermek ne kadar güzelse, borcun iadesinde verilen sözlere riayet de bir o kadar güzel ve önemlidir. Bu tür kurumların varlığını ve sürdürülebilirliğini genelde verenler değil, aldığını geri vermeyenler kesintiye uğratmışlardır.

“Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için 'kerim (üstün ve onurlu) bir ecir vardır.” (Hadid / 11) 

İnsanlar çoğunlukla sapmayı mal/mülk ile imtihanlarında yaşamışlardır. Mülkün edinilmesinde ki sınır tanımaz hırs ve arzu çoğu zaman belirlenmiş kırmızıçizgilerin ya tümden karartılmasını veya pembeleştirilerek meşrulaştırılmasını sağlamıştır. Çarpık olan sisteme yamalar yapılarak meşrulaştırılmıştır. Bazı kurumların başına veya sonuna “İslam” kelimesi eklenerek meşru daire içerisine alınmaya çalışılmıştır. Maalesef bu düşünce ve yaşantıdaki sekülerleşmenin farklı yöntemlerle hayatımıza hâkim olmasından öte bir şey değildir. Sonuç itibariye ticarete/mülke ve dünya hayatına bakışımızın nasıl lığını ve niceliğini belirleme noktasında Allah’ın ayetleri ve Resulünün hadisleri bizlere çok net bir yol göstermektedir.

“Ey iman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah'a ve O'nun Resul’üne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” (Saff / 10-11)

“De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resul’ünden ve O'nun yolunda cihat etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Bakara /24)

Bugün globalleşmiş dünyada egemen olan ekonomik sistem kapitalist/liberal bir sistemdir. Kutsalı olmayan ve hiçbir müdahaleye imkân vermeyen bu sistemler sadece kazanma/büyüme/harcama ve harcatma dörtlü saç ayağına oturtulmuş bir öğreti ile müntesiplerine yol gösterirler. Dolayısıyla başta Faiz olmak üzere İslam’ın öngörmediği birçok uygulama bunlarda son derece meşru ve olmazsa olmazlardandır. Büyüme, daha çok büyüme, daha daha büyüme… Tüm felsefe bu söylem üzeredir. Ülkelerin gelişmişliğini gayri safi milli hasıladaki en yüksek Amerikan dolarına ulaşarak ölçekleyen dünya, gelişmişliği, refahı ve kalkınmayı mevduatlarla ölçümlemektedir. Sürekli tüketen bir toplum meydana getirmenin yolu, sürekli ihtiyaçlar oluşturmak ve onlara sahip olma istek/arzusu uyandırmaktır. Bu tür talepler muhafazakâr(!) kesim tarafından “haceti asliye” ye yeni anlamlar katmak suretiyle ve “Allah nimetlerini kulunun üstünde görmek ister” gibi her tarafa sündürülebilecek cümlelerle meşrulaştırılmaya ve bu yarışın içine katılmaya çalışılmaktadır. Bu da kapitalist/liberal ekonomi için bulunmaz argümanlardır. Zira daha çok üretecekler, daha çok kazanacaklar. Ticaret ile uğraşan bu muhafazakârlar Allah’ın haram kıldıklarına da “güney müftüleri ”ne bile ihtiyaç hissettirmeyecek şaklabanlıkla çözümler üreterek bu yarışın “önde gidenleri” olma noktasında çaba sarf etmektedirler. Hasan el-Basri ölümden korkan birine; “Servetini arkanda bıraktığın için ölümden korkuyorsun, servetini önden gönderseydin ölümden korkmazdın” diyerek adeta aşağıdaki ayetin çok özlü bir tefsirini yapmaktaydı.

“Hiç şüphesiz Allah, Müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaattir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur.” (Tevbe /111)

Bu konuda Hz. Peygamber insanoğlunun hırsını ve tamahkarlığını şu hadisi şerifi ile ne güzel açıklamaktadır;

“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhari, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116)

İslam toplumu vahiy kültürünün kendilerine öğrettikleri ile bir medeniyet /kültür oluşturmuş ve asırlarca dünyaya hükmetmişlerdir. Tevhid inancı adaleti de beraberinde getirdiğinden dolayı insanlar arası tüm ilişkileri belirleyen hukukta buna göre oluşmuştur. Tevhid inancından sapmaların olduğu dönemlerde tüm ilişkilerde bir kaos söz konusu olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Osmanlının ticari teşkilatı olan “Ahilik” müntesiplerine “ben bugün siftah yaptım, komşum henüz yapmadı” kanaatkârlığını ve paylaşımcılığını öğretirken bugünün teşekkülleri “boşver komşunu, sen daha çok kazanmaya, işlerini daha çok büyütmeye, holdingler olmaya bak…” gibi öğretilerle dünyevileşmeyi teşvik etmektedir.

İnsan ne için çalışır/kazanır? Bu sorunun cevabı aynanın karşısına geçildiğinde kendi gözlerimizin içine bakarak kendimize sorduğumuzda ve verdiğimiz cevaba kalben mutmain olduğumuzda aslında çok şeyi halletmiş olacağız. Başarının “kemiyet” ile değil, “keyfiyet” ile olduğunu görecek ve yaşamımızın anlamlaşmasını sağlayacağız.  Hasan el-Basri; “Ey Âdemoğlu, ahireti almak için dünyayı feda edersen her ikisini de kazanırsın, dünyayı almak için ahireti feda edersen her ikisini de kaybedersin. Ahirete çalışarak dünyayı elde edeni gördük, fakat dünyaya çalışarak ahireti elde edeni görmedik.” Deyimi, sanıyorum aynadaki gözlerin içine bakılarak söylenecek sözlerdir.

Yorumlar 1
ayse 26 Nisan 2013 02:48

Itikadin bozuldugu bir toplumda ekonomi anlayisin in bozulmamasi ne mùmkün açiklamalariniz aydinlaticiydi

Bakmadan Geçme