• Haberler
  • KUR'ANI ANLAMAK İSTİYORSAK NASIL BİR ÇABA HARCAMALIYIZ?

KUR'ANI ANLAMAK İSTİYORSAK NASIL BİR ÇABA HARCAMALIYIZ?

İlim Hikmet Vakfı'nın Üniversite Komisyonu'nun düzenlediği 'Hikmet Okumaları'nda konuşan Yrd. Doç. Dr. Şahin Güven yeni bir İslami kavramı açıkladı.

İlim Hikmet Vakfı Üniversite Komisyonu’nun düzenlediği “Hikmet Okumaları”nda konuşan Yrd. Doç. Dr. Şahin Güven, Kur’an’ı anlamak istiyorsak öncelikle, Kur’an’ın dilinin öğrenilmesi gerektiğini belirterek “Yani bir insan Kur’an hakkında konuşmak ve kendisinin Kur’an hakkında konuşmaya yetkisinin olduğunu düşünüyorsa öncelikle o dili bilecek. ‘Ben, mealinden hareketle bu işi halledebilirim.’ diye bir şey olamaz. Çünkü meal de neticede Kur’an değil Kur’an’dan o meal yazarının anladığı şeyin bir kısmı, tamamı bile değildir. Ayrıca bir de literal (lafzî) bir anlam verdiyse onun zaten ilerisine geçmen de mümkün değil” ifadesini kullandı. Kur’anı anlamanın İkinci şartı olarakta Kur’an’ın nazil olmuş olduğu zaman dilimini iyi bilmemiz gerektiğini aktararak şunları söyledi; “Bağlam dediğimiz hadise bu. Sebeb-i nüzul rivayet tefsirin en önemli unsurudur. Sebeb-i nüzul rivayetleri de sahabeden gelir ve birçok âlime göre merfu hadis hükmündedir. Merfu hadis, Peygambere ulaşan söz demek. Yani eğer bir sahabe; ‘Bu ayet bu olay hakkında indi’ diyorsa o, peygamberden alınmış olan bir şey olabilir. Onun için bizler eğer Kur’an’ı anlamak ve yorumlamak istiyorsak bunu anlamanın ilk şartı o dili ve o dille inen Kur’an’ın indiği dönemdeki kültürel, sosyal çevreyi iyi bilmek durumundayız. Bu sebeple Peygamber(as)’in hayatıyla birlikte Kur’an’ı okumalıyız. Çünkü Peygamber(as), Kur’an’ın en büyük, en önemli ve en kayda değer açıklamalarını ilk ağızdan açıklayan kişidir ayrıca görevi de budur. Sadece tebliğ değil ve aynı zamanda tebyindir de. ‘Biz sana bu Kur-an’ı indirdik’ diyor ayette. Kendilerine indirilen Kur-an’ı insanlara açıklayasın diye.
“Bir toplumda Kur’an’ı anlayacak ve yorumlayacak insanlar bulunmalıdır”
    Bu bağlamda İbn-i Abbas’ın tefsiri dörde ayırdığını söyleyen  Güven; “Birinci kısmı sıradan bir Arap vatandaşın Arapça bilgisiyle o Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki sosyal çevreyi bilmesiyle anlayabileceği ifadeler. İkincisi ise, bu ilimde derinleşmiş olan âlimler. Hepimiz biliyoruz ki herkes aynı şeyi aynı oranda bilemeyebilir. Bilmek zorunda da değildir ancak o alanın uzmanlarına da saygı duyulmak zorundadır. O alanın uzmanları da yanlış yapabilirler. Ama biz, ‘Doktorlar yanlış yapıyor’ diyerek doktora gitmekten vazgeçiyor muyuz? Hayır, en azından daha uzman birini bulmaya çalışıyoruz. Ama doktorsuz bir hayatımız yok. O zaman uzmanına müracaat etmek durumundayız. Uzmanlar yanlış yapıp hata edebilirler ancak hepsi aynı hatada birleşmezler mutlaka o işin doğrusunu bilen uzmanları olur. Bu sebeple bazı âlimlerimiz Kur’an’ı tefsir etmenin farz-ı kifaye olduğunu söylemişlerdir. Bir toplumda Kur-an’ı anlayacak ve yorumlayacak insanlar bulunmalıdır. Eğer bulunmuyorsa bütün ümmet sorumludur demişlerdir
       Abdullah bin Abbas hakkında Peygamberimizin ‘Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl ve ona te’vili öğret’ diye dua ettiğini hatırlatan Güven; “Sahabenin kendisine Kur’an’ın tercümanı dediği ve bütün rivayet ve dirayet tefsirlerimizde, sahabeye atfedilen tefsirlerin nerdeyse yüzde ellisinin kendisine atfedildiği bir sahabe. Genç yaşına rağmen Hz.Ömer onu istişare heyetine katar. Sahabenin yaşlıları, ‘Çoluğu çocuğu da mı bizim yanımıza oturtuyorsun’ gibi serzenişlerde bulunurlar. Bunun üzerine bir gün Hz. Ömer hepimizin bildiği Nasr suresini hepsine teker teker sorar. ‘Allah-u Teala’nın yardımı ve fethi geldiği zaman ve insanların toplu toplu Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine hamd et. O’nu tesbih et. O’nu bütün noksan sıfatlardan münezzeh kıl ve bütün kâmil sıfatlarla muttasıf eyle ve de günahlarına tövbe et. O tövbeleri çokça kabul edendir.’ suresi hakkında ne diyorsunuz diye sorar. Sahabeden her biri bu ayetin Allah-u Teâlâ’nın Mekke’nin fethini nasip ettiği zaman Peygambere buna şükretmesi gerektiğini ifade ettiği mealinde şeyler söylerler. Evet, doğrusu da budur. Ancak daha ileride bir mana sezer İbn-i Abbas; ‘Ben bu sure geldiği zaman artık peygamberin, peygamberlik görevinin bitiyor olduğunu ve bu dünyadan göç etmesinin çok yakın olduğunu anlamıştım’ diyor. Neden der Hz.Ömer. İbn-i Abbas da; ‘Çünkü bir peygamberin peygamberlik görevi bittiği zaman artık bu dünyadan gider’ der. Fetih gerçekleşmiş, İslam yayılmış ve artık din tamamlanmış bundan sonra peygamberin görevi yok artık. İbn-i Abbas bunu ayetin metninden değil, ayetin nazil olduğu dönemden hareketle anladı” dedi.
Tefsir tarihinde sık görülen bir durum
 Güven, tefsir tarihinde sık görülen bir durumu şöyle anlattı; “Müslümanlar Kur-an’ın bir ayetini anlamak istiyorlarsa ilk başvuracakları şey,  peygamber(as), o ayet hakkında bir şey söyledi mi? Bunu nereden tespit edebiliriz? Rivayet tefsiri diye bildiğimiz, rivayet kültürümüzün içerisinde bunu bulabiliyoruz. Onun için genel olarak tefsirler iki kısma ayrılıyor; rivayet tefsirleri, dirayet tefsirleri. Rivayet tefsirleri nedir? Çok ilginç, tabiin dönemi âlimlerinden itibaren rivayet tefsirlerinin yazılmaya başladığını görüyoruz. Mücahid’in, İkrime’nin, Hasan-ı Basri’nin tefsir nüshaları vardır. Hatta İbn-i Abbas’ın tefsir nüshalarının yazılı olduğu rivayet edilir. Ali bin Ebi Talha’nın sahifeleri olarak bilinen tefsir nüshalarının aslında İbn-i Abbas’ın yazmış olduğu ya da yazdırdığı nüshalardan olduğu söylenir. Hicri 324’te vefat etmiş olan ve rivayet tefsirinin en zirve şahsiyetlerinden -Taberi’den sonra ikinci sırada gelir- İbn-i ebi Hatim’in Tefsir’ul Kur’an’il Azim isimli tefsiri vardır. Bu tefsirin yarısı mevcut diğer yarısı kayıp. Bunun üzerine yapılmış olan bir çalışmayı okuyorum çalışmanın neticesinde şunu gördüm: Rivayet tefsirleri üç şeyden oluşur; bir, peygamber(as)ın sözleri iki, sahabenin tefsiri üç, tabiinin tefsiri. Rivayet tefsirinin içerisinde bunların üçü de vardır. Bunların üçünün içerisinde yüzde olarak ne kadarı peygambere aittir diye baktığımız zaman İbn-i ebi Hatim’inkinde yaklaşık olarak yüzde on beş ila yirmi. Yüzde otuz kadar da sahabenin geriye kalan da tabiunun olduğunu görüyoruz. Buradan şunu görebiliriz yaklaşık olarak Taberi’de otuz bin kadar rivayet vardır yedi sekiz bin kadarı peygambere ulaşmış rivayetlerdir. Bunların ne kadarının sağlam olduğu, zayıf olduğu, sahih olduğu onlar ayrı bir konudur. Ayrıca rivayet tefsirlerindeki rivayetlerin ne kadar sağlam olduğuna dair bir sürü çalışmada vardır ehil olanlar bakıp değerlendirebilirler. Ayrıca rivayet tefsirlerini en çok bulduğumuz yerler kutub-u sitedeki bab’u tefsir bölümleridir. Yani hadis kitaplarının tefsir babalarıdır. Ancak tefsirler bundan ibaret değildir.”
Kur-an’ın hicri birinci yılda Hicaz bölgesini çok aşarak Arapça bilmeyen bölgelere; Türkmenistan’ından Ermenistan’ına Diyarbakır’ından İran’ına varıncaya kadar ve Uzak Asya’da önemli bölgelere gittiğini anlatan Güven; “Sahabe, tabiun buralarda insanlara kur-an’ı anlatabilmek için ayetlerin üzerinde durdular, kelimelerin anlamalarını ortaya koymaya çalıştılar. Daha sonraki gelenler anlayamayabilir diyerekten ya da o gün sorun olduğu için kelime tahlillerine başvurdular. Mesela Mervan’ın  Mean’il Kur’an adlı eseri hicri ikinci yüz yılın başlarında yazılmıştır ve en önemli tefsirler arasındadır. Ebu Ubeyde’nin Mecaz’ul Kur’an’ı aynı şekilde. Mecaz’ul Kur’an, Mean’il Kur’an, İrab’ul Kur’an, Garib’ul Kur’an türü eserler yazılmaya başladı. Bütün bunlara baktığımız zaman hicri yüz ellide vefat eden ilk müfessirin baştan sona yazılmış olan bir tefsirini görüyoruz” dedi.
“Tefsirler çağlarının birer ansiklopedisidir”
Tefsir tarihinin Taberî’den başlatıldığını söyleyen Güven, şunları aktardı; “Genel olarak bakıldığında hicri 150’de vefat etmiş olan Mukatil b. Süleyman’ın şuan da basılmış olan elimizde tefsiri var ve de rivayet tefsiri değildir, rivayet ağırlıklı dirayet tefsiridir. Buradan şu çıkarımlarda bulunabiliriz: Kur’an’ı anlama, yorumlama ve hayata geçirme çabaları ilk günden itibaren başlamış ve artarak devam etmiştir. Tefsir yaparken müfessirlerde iki şeye dikkat etmek durumundayız. Bir bilgisi ve bu bilgisini bize adil bir şekilde bize sunabiliyor mu? Müfessirde aranması gereken başka şartlarda vardır. Ama öncelikle adalet çok önemlidir özellikle rivayet tefsirinde… Adil değilse bir insan yalan söyleyebilir. Daha sonra ihlâslı olmasını, Müslüman olmasını şart koşan âlimlerimiz var. İkinci olarak ise içinde yaşamış olduğu toplumla diyalogu aslında tefsirlerimizin tefsirin tefsirini yazmış olduğu dönemdeki İslam toplumunun genel yaşantısını bize sunar. Burası çok önemli: tefsir sadece ve sadece Kur’an’ın açıklaması değil, aynı zamanda o tefsirin yazıldığı dönemdeki Müslümanların Kur’an-ı nasıl anladıklarını da ortaya koyan birer levhadır. Hatta müfessirler zaman zaman bir takım tartışmaların içerisine girerler. Bu böyle değildi şöyleydi biz anlamıyoruz, ne gereği var bu ayetin burasında böyle bir tartışma yapmaya ne gerek var deriz ama bir bakarsınız ki o dönemde o tartışma büyük bir tartışmadır. Yani Halk’ul Kur’an, Kur’an mahlûk mudur değil midir tartışmaları şuanda günümüzde ne ifade ediyor bizim için? Hiç bir şey ifade etmiyor. Ama o dönemde kelleler verilmiş. Onun için falanca ravinin rivayeti alınmaz diye yazılmış. Çünkü Kur’an mahlûktur dedi. Genel olarak tefsirler çağlarının birer ansiklopedisidir bu anlamda ve o dönemleri yansıtması açısından önemlidir. Tarihsel süreç içerisinde rivayet tefsiri ile dirayet tefsiri alt başa gitmiştir.  Ancak şunu da bilmek durumundayız rivayet tefsiri bitip tükenen bir şeydir nihayetinde. Yani bir rivayet bir süresi vardır başka şey yazılmaya ihtiyaç kalmaz.”
Sahabe Kur’an’ı yanlış anladı
Bu durumun hala bitmediğini kaydeden Güven; “Güncelleştirerek söyleyecek olursak, bugün Selefî dünyanın söylediği tek şey budur: ‘Kur’an’ı sen anlayamazsın, ben anlayamam, biz anlayamayız. Peki, ne yapacağız? Peygamber ve sahabenin nasıl anladığına bakacağız. Onu da rivayet tefsirlerinde bulabiliriz.’ Tabi burada şu soru önemlidir: Sahabe Kur’an’ı tefsir ederken neye başvurdu? Sadece peygamberden aldığını mı aktardı yoksa sahabe kendisi o ayetleri anlama ve ayetlerden anladıklarını ifade etmeyi de mi ortaya koydu? Peygamber aleyhisselam, gerek kendisi, gerekse etrafındaki sahabesinin Kur’an’la diyalogunun iyi olduğu sürece Kur’an’dan anladığı şeylere hep müsaade etmiştir. Sahabenin birisi peygambere gelerek diyor ki; ‘Ya Resulullah! Ben seferdeyim. Sabahleyin uyandım ki çok soğuk, ayaz ve ihtilam olmuşum. Namaz kılmam lazım. Eğer banyo yapacak olursam öleceğimi düşündüm. O yüzden ‘kendinizi öldürmeyin’ ayeti aklıma geldi. O yüzden normal abdest aldım, namazımı kıldım. Oldu mu ya Resulullah?’ Peygamberimiz tebessüm ediyor ve onaylıyor. Bu sahabe ne yapıyor aslında? Birincisi, dinini yaşıyor. İkincisi, dinini yaşarken karşılaştığı bir zorluk var ve o zorlukta eğer banyosunu yapsa ölecek. O ayetten kendisine bir çıkış yolu buldu. Ama bunu dini yaşamamak için değil, dini yaşamak için bir çıkış yolu buldu ve peygamberimiz bunu onayladı. Yine peygamberimizden gelen bir örnek:  Peygamberimiz bir gün hanımının yanına geliyor. Hanımlarının birisinin evine girdiği zaman evinde yabancı bir kadın olduğunu görüyor. Hanımına onun kim olduğunu soruyor. O da sahabe kadının ismini veriyor, falanca kadın diyor. Peygamberimiz, Al-i İmran suresinden ‘ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartır’ ayetini okuyor ve diyor ki; “bu kadının babası kâfir olarak öldü. O ölüden, o müşrikten Allah diri çıkarıyor. Burada ölüyü küfür manasında, diriyi ise iman manasında kullanıyor” dedi.
Güven Hz. Ebubekir’den gelen bir rivayetti; ‘benim için bir ayeti anlamak, ezberlemekten daha sevimlidir’ dediğini belirterek, “Kur’an’ı anlamak için çaba gösteren bir nesildi sahabe. Onun için onların verdikleri anlamlar önemli. Ayrıca onlar vahyin nüzulüne şahitlik ettiler. Bugün tarihselciler Kur’an’ı tarihe hapsediyorlar, evrenselciler Kur’an’ın evrensel olduğunu iddia ediyorlar gibi tartışmalarla karşı karşıyayız. Bunlar sloganik ifadeler.  Eğer bir metni anlamak istiyorsak önce metnin nazil olduğu dönemi iyi bilmek durumundayız. Hangi şartlarda kimlere hitap ettiğini iyi bilmek durumundayız. Ancak bunu orada bırakamayız. Çünkü bu kıyamete kadar baki olan bir ilahi kitaptır ve bu ilahi kitabın günümüze kadar taşınması da sağlanmak durumundadır. Burada günlük hayata taşımak için devreye alimler girer. Kur’an’ı okuyan herkes ondan bir şeyler algılayacaktır. Ben acizane şunu düşünüyorum; herkes Kur’an’ı okumalı, Onu anlamaya çalışmalı. Fakat anladığı şeyi en son en doğru olduğunu iddia etmemeli. Böyle yaparsa sorun yok. Çünkü herkes yanlış anlayabilir. Sahabe Kur’an’ı yanlış anladı, peygamber düzeltti. Biz kim oluyoruz da yanlış anlamayacağız” dedi.
Tefsir ekolünde görülen yanlış
Güven, tefsir tarihine genel olarak baktığımız zaman âlimlerin belirli dönemlerde bu ayetleri daha sonraki fakihler ya da kelamcılardan akaid metinleri oluşturmaları bağlamında nasıl istifade edecek diyerek metni çözümleme bağlamında bir takım çalışmalar yaptıklarını belirtti. Bu çalışmaların bizim dirayet tefsirlerimizin temelini oluşturduğunu ifade eden Güven; “ Bunların en önde gelenlerinden birisi Mutezilî müfessir Zemahşerî’nin Keşşaf’ı, Fahrettin Razî’nin Mefatihul Gayb isimli eseri, Baydavî’nin Envaru’t Tenzil’i, Nesefî’nin Medariku’t Tenzil’i ve birçok tefsir. Burada yine hicri 2. asırdan itibaren tefsirde bir başka damar daha ortaya çıktı. Daha sonra bu şekillenerek İşâri tefsir ekolü diye bir ekol oluştu. Daha çok ayetlerin zahiri anlamlarından ziyade hisse, duyguya, ruha hitab eden yönlerini anlamaya, algılamaya çalıştılar. Bakın, hemen batınî demedim. Çünkü her tasavvufi yorum, batınî yorum değildir. Bu bilmemizde fayda var. Batınî yorum, özellikle Şia’nın belli bir grubunda (Gulat-ı Şia’da) ve mutasavvıf çevrenin belirli bir alanında ortaya çıkmış olan ve benim kalbime böyle geliyor diyerek çeşitli açıklamalar yapmışlar. Bunların yeri neresidir? Başta söyledik; Kur’an’dan insanlar bir şeyler anlayabilir, anladıklarını da ifade edebilirler dedik. Burada karşımıza şöyle bir sorun çıkıyor; bizim anladığımız anlam ya da bizim kalbimize doğan o anlam acaba Kur’an’ın zahiri anlamıyla çatışıyor mu çatışmıyor mu? Diğer ayetlerde ifade edilen anlamlarla çatışıyor mu çatışmıyor mu? İslam’ın temel ilkeleriyle çatışıyor mu çatışmıyor mu? Tarihsel verilerle muvafık mı değil mi? Bunların bakılması lazım. Çünkü siz bir baktığınız zaman mesela Gulat-ı Şia’da bunlarla ilgili çokça eserler var. Bir baktığınız zaman yüzlerce ayet, yani nerdeyse baktığınız her ayet Hz. Ali’yi söylüyor. Aslında diyor; “burada Hz. Musa’yı anlatmıyor, Hz. Harun’u anlatmıyor. Hz. Ali’yi anlatıyor. Burada Hz. Hasan’a Hz. Hüseyin’e vurgu var” diyor. Her şeyi aklında düşünmüş olduğu bir ilkeye göre açıklamaya çalışıyor. Aslında az ya da çok birçok tefsir ekolünde görülen yanlışın temelinde böyle bir durum var. Nedir bu durum? Müfessir de gökten inmedi. O da belirli bir toplumun, bir mezhebin, belirli bir inanç halesinin içerisinde yetişti. Böyle olunca ayetleri sahip olduğu kültürden yola çıkarak anlamaya çalışacak. Bunu anlamaya çalışırken acaba kendi kültürünün yanlışlarını görebilecek mi göremeyecek mi? Bu önemli bir husus. Yani Kur’an’ı anlamada bizim sahip olduğumuz bilgi birikimi yardımcı unsur mu yoksa hâkim unsur mu? Hiçbir şey bilmeden Kur’an’ anlayamayız, sahip olduğumuz bilgiler bize yardımcı olacak ama bu bildiğimiz bilgiler esas Kur’an yardımcıysa Kur’an bizim sahip olduğumuz ideolojiyi onaylamak için bir unsur, bir enstrüman haline geliyor bu sefer. O zaman soru şu: sen misin esas, senin görüşlerin mi, Kur’an mı? Kur’an öyle söylemiyor ama sen Kur’an’a böyle söyletiyorsun. Tabiri caizse adeta almışsın eline sopayı ayeti döve döve öyle söylettiriyorsun. Nerden çıkıyor bu? Tamamen indî görüşlerimizin temel alınmasından. Bu hangi görüş olursa olsun. İster Mutezile olsun, ister Ehl-i Sünnet olsun, ister mutasavvıf olsun, ister bilimsel metotla bir şeyler yapanlar... Herkes kendi bilgisini esas alıp ondan hareketle Kur’an’ı ona uydurmaya çalışıyorlarsa Kur’an’ı anlaşılır kılmıyorlar. Zaten bu alandaki aşırı gitmelerin neticesinde bakıyoruz hemen karşıt grup ortaya çıkmış. Bu karşıt grup, “Kur’an ne bir tasavvuf kitabıdır, ne bir bilim kitabıdır, ne bir hukuk kitabıdır. Kur’an hidayet kitabıdır. Onun için ondan hidayet elde edersiniz.” diyerek bu sefer diğerlerini tamamen elimine eden bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Bu da problemlidir. Çünkü biz şunu biliyoruz ki Allah-u Teâlâ gerek Kur’an’daki ayetleri, gerekse kâinattaki kevnî ayetleri vasıtasıyla bize kendisini bulmamızı sağlayacak ayetler, işaretler, alametler veriyor. Bir ilim adamı da, diyelim ki bir tıp doktoru kendi alanıyla ilgili bir çalışmanın neticesinde bir kevnî ayeti veya bir insanın vücudundaki bir harika olayı görerek Allah’a iman edebiliyor. Onun için sınırların iyi çizilmesinde fayda var” dedi.
 Tefsirlerin geçmiş dönemlerde yazılma amacı neydi?
Geçmiş dönemlerde tefsirlerin bir tane yazılış amacı olduğunu açıklayan Güven, sözlerine şu şekilde devam etti; “Bu tefsirleri müfessir, fakih, kelamcı, usulcü yani kısacası âlimler okusun diye yazılıyordu. Onun için âlimler bir eserin nasıl okunacağını, ne şekilde okunacağını az çok biliyorlar. Artık neyi, nerede, nasıl bulacağını da çok iyi biliyorlar. Onun için çok uzun tefsirler yazıldı. Zaten âlim demek her şeyi bilen insan demek değildir, neyi nasıl bulacağını bilen ve onu yorumlayıp güncele aktarabilen insandır. O dönem için böyleydi. O âlimler tefsirlerden istifade ediyorlardı. Bu tefsirlerle ilgili o kadar övücü şeyler yazılıyor ki bugün biz o tefsirleri elimize alıyoruz, biz onları göremiyoruz. Bunu bir sebebi var. Ya biz âlim değiliz ya da bizim o tefsirden istifade edecek alt yapımız yok. Bizim derdimiz o değil. Bir bakıyoruz tefsire, sayfalarca bir kelimenin analizini yapıyor. O kavramın o âlimin zihninde netleşebilmesi için o âlimin kavramı o kadar açıklamasına ihtiyaç var. Bazen bir kelime ne anlama geliyor diye ilim adamlarımız günlerini veriyorlar. Çünkü o kelimeye tam anlamını verip zihninde oturtamadığı zaman ayetin anlamını veremiyor. Ayetin anlamını veremediği zaman surenin genel yapısın okuyamıyor. Hani vardır ya; bir çivi bir nalı kurtarır, bir nal bir atı kurtarır, bir at bir süvariyi kurtarır, bir süvari bir birliği kurtarır, bir birlik bir orduyu kurtarır, bir ordu bir ülkeyi kurtarır. Bir ayeti anlamasak da olmaz diye bir sen diyebilirsin ama bir âlim diyemez, dememeli. Onun için onlar doğum sancısı gibi sancılar çekerler. Onun için o sancılarının karşılığında yanlış yapsalar bile Allah onlara sevap verir. Çünkü o sancıyı çekmeye kendisini adamıştır. Ancak 19. Yüzyıldan itibaren dünya değişti. Artık insanlar hocalardan değil, hocaların dizinin dibine oturarak değil, âlimlerin elinden değil, şifahi değil kitabî olarak kendileri okuyup anlamak yoluna girdiler. Okuma-yazma oranının arttığı, dünyada okuma-yazma materyallerinin çok yaygınlaştığı ve insanların her birinin 6-7 yaşından itibaren okumayı bildiği bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada Kur’an’ın mesajını insanlara nasıl soracağız sorusu gündeme gelmiştir. 19. yüzyıldan itibaren tefsir yazma şekilleri farklılaşmıştır. Çünkü istekler farklılaştı. Yani arz-talep ilişkisi bu biraz da. Talepte şöyle bir durum var: ben bir tefsir okuyayım, dinimi anlayayım. Din sadece tefsirden ibaret değil. Ama müfessirlerimiz de bunu böyle görmeye başladı. Önüne gelen bir ayette ahkâm ayetiyse ahkâmla ilgili bilgiler verdi, inanç ayetiyse inançla ilgili bilgiler verdi. Fakat bu sefer geçmişten aktarılan rivayetlerde seçici davrandı. Şunlar dedi benim gündemime, günümüz insanına hitap eder dedi. Ayrıca bir de günümüz insanının ne sorunları var diyerekten onlarla ilgili bilgiler vermeye başladı. Önceden bu böyle değildi. Önceden günlük hayatla ilgili bilgileri fakihler daha çok verirlerdi. İhtisaslaşmanın getirmiş olduğu sorunla karşı karşıya kalmış durumdayız. Günümüzde ihtisaslaşma insanları aynı zamanda körleştiriyor. Başka alanların körü olabiliyor. Akademik körlük diyoruz ona.”
Günümüz tefsirlerinin karşı karşıya kaldığı durumlar
Günümüz tefsirlerinde karşı karşıya kaldığımız durumları da anlatan Güven; “Bunu özellikle Muhammed Abduh Cemalettin Afganî’nin Menar tefsirinden itibaren görmeye başlıyoruz. Daha sonra Seyyid Kutub’ta, Mevdudî’de, Mustafa Merahî’de, Muhammed Mahmud Hicâzî’de, Elamalılı Hamdi Yazır’da, Süleyman Ateş’in tefsirinde bunları görüyoruz. Nedir bu? Güncel, sıradan okuyucu benim bu eserimi okuduğu zaman ne elde edecek diye düşünüyor ve âlime değil sıradan okuyucuya hitap etmesi için ona göre ayetleri yorumlamaya çalışıyor. Bu belki kaçınılmaz bir son. Ama bugün de yazılan o ciltler dolusu tefsirleri de doğrusu kimse okumuyor. Evlerimizde ciltler dolusu tefsirlerimiz var. Baştan sona bir tefsir kitabını bu halde ben okumadım. Siz de okumamışsınızdır herhalde. Diyeceksiniz ki bu tefsirler bizim ne işimize yarar? Bu tefsirlerde eğer metodumuzu iyi bilmeyecek olursak tefsirlerden istifade edemeyiz. Çünkü bugün günümüzdeki fıkhî bir sorunu çözmek isteyen bir insan gidip Seyyid Kutub’un Fizila’l’ine müracaat edecek olursa ya eli boş döner ya da yanlış döner. Neyden nasıl istifade edeceğimizi iyi bilmek zorundayız.
Günümüzde tefsir anlayışı tamamen değişti. Güncele hitap ediyor. Bazen biz şunu görüyoruz; akademik düzeyde yazılan kitaplara şöyle bir itirazımız var: şöyle düzgün bir şey versen de halk da okusa. Bu kötü bir talep değil ama yeterli bir talep de değil. Aynı zamanda ülkemizin ve dünyanın yetişmesi gereken âlimleri de var. O âlimlere yönelik kitaplar da yazılmalı. Sadece âlimlerin okuyacağı kitaplar da olmalı. O âlimler o kitaplardan hareketle kendileri yeni bir bilgi edilmeli ve ondan hareketle günceli okuyup güncele bir şeyler sunabilmelidir. Öyle ki artık insanlara okumak da zor geliyor. Bu yüzden görüntülü tefsirler oluşturuluyor. Tabi bu bilgiler ne kadar kalıcı olduğu önemli bir sorundur. Kulaktan dolma bilgilerle hüküm vermek kötü bir şey olduğu gibi, kulaktan dolma bilgilerin hepsinin yanlış olacağı gibi bir yanlış anlayışa da sahip olmamalıyız. Sahabe kulaktan dolma bilgilerle yetişti. Kur’an dışında kimse bir şeyi yazmadı. Sadırlarına yazdılar. Ama günümüz insanının tefsirden istifadesi biraz farklı gibime geliyor. Hatta öyle oluyor ki ben bir iş yaparken bile şu tefsiri dinleyeyim diyor. Ders çalışırken müzik dinlemek gibi bir şey bu. Onun için tefsirlerimizden biz istifade ederken hangi tefsirden ne şekilde istifade edeceğimizi bilmek durumundayız. Günümüzde tefsirlerin de biraz da yazım açısından farklılaştığını görüyoruz. Öncelikle her şeyin içinde olduğu çok ciltli tefsirler yazılmaya başlandı. Ancak bunlar kütüphanelerimizi süslemekten öteye geçmiyor. O zaman kısa tefsirler yapıldı. Bir önceki dersimizde meallerin yetersizliğinden dem vurmuştuk. Şimdi de tefsirlerin uzunluğundan dem vuruyoruz. O zaman orta yolu bulalım denilerek 3-4 ciltlik tefsirler yazılmaya başlandı” şeklinde konuştu.
Kur’an’dan istifade ederken dikkat etmemiz gereken hussuslar
Güven ayrıca Son zamanlarda iki tür tefsir kitabının ortaya çıkmaya başladığını vurglayarak; “Adı tefsir değil ama bunlar da tefsir kitaplarıdır. Birincisi kavram çalışmaları. Kur’an’da kadın, Kur’an’da toplumsal ilişkiler gibi. Bu tür akademik çalışmalar olmakla birlikte aynı zamanda şöyle bir sorunun da cevabını veriyor: Kur’an falanca konu hakkında 23 yıllık süreç içerisinde neler söylemiş, nasıl söylemiş, hangi aşamalardan geçmiş? Ancak buralarda şöyle bir problemin de olduğunu görüyorum: eğer onu yazan kimse Kur’an’ın ana konularını, temel ilkelerini bütüncül olarak kavrayamadıysa varmış olduğu sonuçlar yanlış sonuçlar olabiliyor. Çünkü Kur’an’ın genle ilkelerine aykırı sonuçlara varabiliyor. Diyelim ki bir kıssayı işliyor. Bir kıssadan hareketle kendine göre bir hüküm çıkarıyor. Fakat o çıkarmış olduğu hüküm aslında Kur’an’ın başka bir hükmü ile uyuşmuyor. Buna ya kendisi çare bulmak zorunda ya da bunu yapamıyorsa bilen insanlarla istişare edecek bir sonuca varacak. Bir de günümüzde yine yazılı ve görsel olarak; -Arap dünyasında büyük hızla arttı Türkiye’de daha yeni yeni- “Baştan sona tefsiri kimse okumuyor. O zaman biz Kur’an kendisini surelere ayırmış. Bu sureleri biz sure bütünlüğü içerisinde tefsir yapalım ve insanlara sunalım. İnsanlar hiç olmazsa bunu okuduğu zaman o surenin anlamını da çerçevesini de bu eserden okusun.” Bu türlü çalışmalar da çokça yaygınlaşmaya başladı. Bunlar kötü şeyler değil. Kur’an’ı Kerim’i Allahu Teâlâ isteseydi 114 sureye ayırmazdı. Surelerin her birinin kendi içerisinde bir bütünlüğü, bir hedefi var. Kur’an’ın bir suresinin hedefini tamamının hedefi gibi görmemek şartıyla o sureyi iyi anlamak için bu türlü çalışmalar önemli. Hele hele biz bunu Osmanlı’da çok daha fazla görüyoruz. Osmanlı tefsir mirasında en çok yazılan tefsir türü sure ve ayet tefsirleridir. Ayete’l-Kürsi’nin binlerce tefsirleri var. Bunlar tamamen halka yönelik yazılmış kitaplardır..
Tarihsel süreçte tefsirleri bu şekilde gördük. Bugün biz tefsirlerden ne şekilde istifade edebiliriz? Buna dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi tefsirlerden hüküm çıkarmamalıyız. Bir tefsirde okuduğumuz bir açıklamayı o ayetin son açıklaması gibi görmemeliyiz. Peygamber aleyhisselamın tefsirinin bile bağlayıcı mı yoksa ön açıcı mı olduğunu tartışmış âlimlerimiz. Hepimizin bildiği Fatiha suresinin son ayeti. Peygamberimiz diyor ki; “gayril mağdubi aleyhim Yahudilerdir, vel’ed-dallin hristiyanlardır.”  Razî’ye gelinceye kadar müfessirlerimizin tamamı peygamberimizin bu ifadesini aktarmışlar ve geçmişler. Razî şunu soruyor: “peygamberimizin bu açıklaması sınırlandırıcı bir açıklama mı yoksa örneklendirici bir açıklama mı?” sınırlandırıcı bir açıklama ise ‘gayril mağdubi aleyhim’den Yahudilerden başkası anlaşılamaz, ‘dâllin’den ise Hristiyanlar. Razi diyor ki;”müşrikleri, Mecusileri, Hristiyan ve Yahudiler’den daha sapık olanları nereye koyacağız? Bu ayetin bağlamına onlar da girer. Peygamberimizin bu açıklaması yalnızca örnektir.” diyor. Yani bu şu demektir; ‘sırat’al müstakîm’ sadece Yahudi ve Hristiyanlar’ın yolu değil, aynı zaman da Budist’in de yolu değildir, Hindu’nun da yolu değildir o. Senin için bir şey ifade etmeyebilir ama bunu bir Hindu’ya anlatmak için buna ihtiyacın var. İstifade ederken bunlara dikkat etmek zorundayız” dedi.
“Sen Kur’an’a ne kadar hizmet edersen Kur’an’da sana kendisini o kadar açar”
Rivayet tefsirlerinde kıstasa da açıklık getiren Güven, sözlerine şu şekilde sonlandırdı; “Bu rivayet gerçekten sahih bir rivayet mi?” çünkü rivayet tefsirinin en zayıf alanı burasıdır. İkinci olarak bu rivayet israiliyata dâhil olabilir. İsrailiyata dâhil olması atmamız anlamına gelmez ancak en azından tedbirli davranmak durumundayız. Dirayet tefsirinde de şuna dikkat etmek zorundayız. O müfessirin o görüşü gerçekten ayetin anlamı mı? Ya da mezhebinin bir görüşünden etkilenmiş olabilir. Onun için Müslüman uyanık olmalıdır. Rivayet tefsirlerinde uyanıklık o kadar önemli hale gelmiş ki bizim âlimlerimiz cerh ve tadil diye bir ilim koymuşlar. O ilim dünyada daha eşi benzeri olmayan bir doğrulamadır. Dirayet tefsirlerinde de bu yapılan çalışmaların doğru olup olmadığını Kur’an’ın genel ilkeleriyle değerlendirerek bir sonuca varmak durumundayız. Yoksa rey ile tefsirin sakıncalarını dile getiren gerek peygamberimizden gerek sahabeden bir takım uyarılar var. Ama bu uyarılar heva ve hevese göre hareket edip yapılan yorumlardır. Ayetler hakkında bir anlam mekanizmamız olabilir, anlayabiliriz. Ancak bu anladığımız şeyin nefsimizle ilişkisi bakımından nefsimize mi hoş geliyor yoksa dini yaşamak için titizliğimize mi hoş geliyor buraya bakmak durumundayız. Nihayetinde ileri derecede tefsirlerden istifade etmek isteyenler tefsirlerin metodolojisini öğrenmeden o tefsirleri okurlarsa bir anlam ifade etmeyebilir. Önce metodolojisi öğrenilmeli. İleri derecede değil de sıradan bir tefsir okuyucuysak, burada önemli olan husus ilmîlik olmakla birlikte ihlâs ve samimiyettir. Tercih ettiğiniz müfessirin ihlâs ve samimiyeti kadar okuruz. Bazı âlimler şunu söylemişler: “Kur’an’ı anlamak için Müslüman olmak, Ona inanmak gerekir.” İlk etapta çok garip geliyor. Onlar da bir anlayış içinde olur ama onların anladıkları Kur’an’ı tam bir anlayış olmayabilir. İkincisi de şunun önüne geçmek istiyorlar: Bir müsteşrik Kur’an’ı, tefsiri, Arapçayı senden iyi öğrenebilir ama onu iyi anladığı anlamına gelmez. Anlamak, kalple ilgili bir şeydir ve burada inanç önemli bir husustur. Ona inanmak önemli bir husustur. Mevlana der ki; “Sen Kur’an’a ne kadar hizmet edersen Kur’an’da sana kendisini o kadar açar.” Kur’an bir hazine. Onun anahtarları yine biz de ama o anahtarların başında yine ihlâs ve samimiyet geliyor. Biz ne kadar Kur’an’a hizmet edersek Kur’an o kadar bize hazinelerini açar ve önümüze yol gösterici olur. O zaman ‘huden lil’muttakîn’ olur. Müşrikler için ise sapkınlık vesilesi olabilir. Bizzat Kur’an bunu söylüyor. Yüce Mevla hepinizi Kur’an’ın hadimi kaldır. Kur’an’a hizmet eden insanlardan kılsın. Kur’an’a hizmet ettiğimiz ölçüde onu anlayabilen, zihnimize, belleğimize, kalbimize nakşedebilen kullarından eylesin.”
Yazan: Emine Ateş
 
Yorumlar 1
Ad Soyad 27 Ağustos 2014 01:20

Selamun Aleyküm Çok uzun ve yorucu duruyor bazı ayarlamalarla iyileştirmelisiniz yada biz eringeçligimize ve göz yorgunlugumuza son vermeliyiz

Bakmadan Geçme